AÖF DERS NOTLARINA HOŞ GELDİN!

Ders notlarına erişmek için lütfen ücretsiz kayıt olunuz.

Ücretsiz Kayıt ol!

FİNAL İktisadi Büyüme Final Ders Çalışma Notu

Moderator
Mesajlar
419
Tepkime puanı
28
Puanları
18
5.ÜNİTE

NEO-KLASİK BÜYÜME MODELİ

İkinci Dünya Savaşı sonrası 2 çalışma söz konusudur.
Birincisini, 1950’li yılların sonlarında “Neo-klasik Büyüme Teorileri” ile ilgili çalışmalar oluştururken; ikincisini ise 1980’lerin sonu ve 1990’lı yıllarda gerçekleştirilen “İçsel Büyüme Teorileri” ilgili çalışmalar oluşturmaktadır.

Neo-klasik modele en büyük katkı R. Solow (1956) ve T. Swan (1956) tarafından yapılmış ve model ağırlıklı olarak da “Solow modeli” olarak da anılmıştır. Neo-klasik büyüme modeli, bir ekonomide sermaye stokundaki büyüme, işgücündeki büyüme ve teknolojideki gelişmenin birbirleri ile nasıl bir etkileşim içerisinde olduklarını ve bir ülkenin iktisadi büyümesini nasıl etkilediklerini göstermek amacıyla tasarlanmıştır.

Neo-klasik büyüme modelinin varsayımlarını şu şekilde sıralamak mümkündür:

• Ekonomi daima potansiyel çıktı ve tam istihdam düzeyinde olup piyasa mekanizması sağlıklı bir şekilde çalışmaktadır.

• Ekonomide homojen tek bir mal üretilmekte, tüketilmekte ve bu mal aynı zamanda o ülkenin GSYH’sını da oluşturmaktadır.

• Tasarruf yatırımlara eşittir (S=sY ve S=I) ve bu yüzden modele ayrı bir yatırım fonksiyonunun katılmasına gerek yoktur.

• İşgücü, veri ve n kadar sabit bir hızla büyümekte (LL=n) olup, başlangıçta- teknolojik gelişme yoktur

• Nüfusun (P) büyümesi ekonomik faktörlerden bağımsızdır.

• İşgücü stoku, nüfusun yaklaşık sabit bir oranıdır ve kıP olarak gösterilebilir.

• İşgücü ve sermaye, piyasa koşullarında birbiri yerine ikame edilebilmektedir. Bu yüzden işgücü başına sermaye (K/L) artabilmekte veya azalabilmektedir.

**Modelde tek mal üretilmesi varsayımı aynı zamanda dış ticaretin olmadığı yani ekonominin kapalı olduğu anlamına da gelmektedir.

Üretim Fonksiyonu

Neo-Klasik üretim fonksiyonu, Cobb-Douglas üretim fonksiyonu yardımıyla ifade edilebilir:

Y = F(K,L) = KL1-

**Üretim teknolojisiyle ilgili bir kavram olan ölçeğe göre sabit getiri kavramı, girdiler eşit oranda artırılırken çıktının da aynı oranda arttığını ifade eder.

Mal Talebi

Devletin olmadığı ve ekonominin kapalı olduğu varsayımları altında Solow modelinde çıktı , aileler-tüketiciler tarafından tüketim ve yatırım amacıyla kulanılır: Y=C+I

İşgücü başına çıktı,=işgücü başına tüketim + işgücü başına yatırımdır.

Sermaye Birikimi

Neo-klasik büyüme modelinde mal arzı ve mal talebi sermaye birikimi üzerinden ilişkilendirilir. Bu bağlamda sermaye stokunda meydana gelen değişme yatırım ile sermaye stokundaki aşınma arasındaki farka eşittir.

**Sermaye derinleşmesi, işgücü başına düşen sermaye ile sermaye genişlemesi arasındaki farktır.

**Sermaye derinleşmesi = İşgücü başına sermaye - Sermaye genişlemesi

**Eğer tasarruflarda ortaya çıkan işgücü başına sermaye, nüfus artışı ve aşınmaya yetecek kadar bir sermaye genişlemesini karşılayacak kadar artarsa sermaye derinleşmesi söz konusu olmayacaktır.

Durağan Durum

Neo-klasik modelde “durağan durum”, işgücü başına sermayenin değişmediği dolayısıyla işgücü başına çıktının değişmediği durumdur. Yani durağan durumda çıktı büyürken işgücü başına büyüme hızı sıfırdır.

durağan durum işgücü başına sermaye stoku veren eşitlik k = s

y d

Durağan durumda çıktı, sermaye stoku ve işgücü stokunun artmasına rağmen, işgücü başına çıktı ve işgücü başına sermayenin artmadığına dikkat edilmelidir; yani çıktı büyürken işgücü başına büyüme hızı sıfır olmaktadır:

-Durağan durum noktasının sağında ve solunda durum değişmektedir. Ancak, piyasa mekanizmasının işlemesiyle uzun dönemde durağan durumun ortaya çıkması ve işgücü başına gelir büyüme hızının sıfıra yakınsaması yine kaçınılmaz olmaktadır.

-Durağan durum büyüme oranının tasarruf oranından etkilenmediği ve dolayısıyla tasarrufları etkileyecek herhangi bir hükûmet politikasının uzun dönemde büyüme hızını değiştiremeyeceği anlamına de gelir.

Sermaye Birikiminin Altın Kuralı

Sermaye birikiminin altın kural yaklaşımı, modele E.S. Phelps tarafından eklenmiştir. hükümet, işgücü başına daha fazla sermaye düşen durağan durum düzeyini tercih eder.

Çünkü hükümetin amacı kişi başına düşen çıktıyı yani geliri artırmak yoluyla toplumun refahını yükseltmektir.Birey için farklıdır. Zira birey için önemli olan şey, ekonomideki sermaye ya da çıktı miktarı değil, kendisinin yaptığı harcama düzeyidir. Bu durumda, hükümet ile bireyin amaçlarının kesiştiği bir ortak noktanın oluşturulması gerekir.

**Altın kuralın gerçekleştiği durağan durum işgücü başına sermaye, çıktı ve tüketim düzeyleri, sırasıyla

sermayenin altın kural düzeyi, çıktının altın kural düzeyi ve tüketimin altın kural düzeyi olarak ifade

edilir. 12



**Tasarrufun altın kural düzeyi, sermayenin altın kuralını gerçekleştiren işgücü başına düşen tasarruf düzeyi olarak tanımlanır.

**Başlangıçta tasarruf oranlarının altın kural tasarruf oranlarından farklı olduğu her iki durumda da durağan durum tüketim, altın kural durağan durumda olduğundan daha düşük olmaktadır.

Tasarruf Oranlarındaki Artış ve Büyüme

Neo-klasik büyüme modeli, tasarruf oranının durağan durum sermaye stokunun temel bir belirleyicisi olduğunu göstermektedir. Tasarruf oranı yüksek ise ekonomi durağan durumda daha büyük bir sermaye stoku ve çıktı düzeyine sahip olurken tasarruf oranının düşüklüğü ise ekonominin durağan durumda daha küçük bir sermaye stoku ve çıktı düzeyine sahip olmasına neden olacaktır. Modelde yüksek tasarruf oranı yalnızca geçici olarak yüksek büyümeye neden olmakta yani tasarruf oranındaki bir artış büyümeyi yalnızca ekonomiyi yeni durağan duruma erişinceye kadar artırmaktadır.

Neo-klasik büyüme modelinde tasarruf-yatırım oranındaki artışın durağan durum çıktı düzeyini artırmasına yol açan husus, “Solow paradoksu” olarak adlandırılır.

**Solow paradoksu, tasarrufların uzun dönemde sadece işgücü başına çıktı ve sermaye düzeyini artırması, işgücü başına çıktı ve sermaye düzeyi üzerinde ise büyüme etkisine yol açmadığı durum olarak tanımlanır.

Nüfus Artışı ve Büyüme

Nüfusun arttığı bir ekonomide işgücü başına sermaye düzeyindeki değişme, yatırımın olumlu etkisi ile aşınmanın ve nüfus artışının olumsuz etkilerinin toplamı arasındaki farka eşittir. Diğer yandan, nüfusun ve böylece işgücü sayısının örneğin % 10 artması, her mevcut işgücü için % 10 kadar yeni işgücünün ortaya çıkması ve dolayısıyla da işgücü başına sermaye düzeyinin % 10 azalması anlamına gelecektir. Neo-klasik büyüme modelinde nüfus artışı, büyümeyi olumsuz biçimde etkileyen bir unsurdur. Bir başka deyişle modele göre başlangıçta aynı durağan durum özelliklerini sergileyen ülkelerden, nüfus büyüme hızı yüksek olan ülke daha düşük kişi başına gelir düzeyine sahip olacaktır.

Teknolojik Gelişme ve Büyüme

Neo-klasik büyüme modelinin varsayımlarından bir tanesi de teknolojinin olmadığı şeklindeydi. Teknoloji modele dahil edildiğinde ise iktisadi büyümeyi arttırıcı sonuçlarının ortaya çıktığı görülebilir. Eğer üreticiler zamanla yeni ürünler ve yeni üretim yöntemleri keşfederlerse veya mevcut üretimini daha etkin bir şekilde gerçekleştirmeyi öğrenirlerse teknoloji bu yolla gelişecektir.

**Solow, işgücü ve sermaye artışı dışında kalan iktisadi büyümenin açıklanamayan kısmının teknolojik gelişmeden kaynaklandığını vurgulamaktadır. Büyümede ortaya çıkan bu fark “Solow Artığı” olarak ifade edilmektedir.

Solow artığı, Cobb-Douglas üretim fonksiyonu yardımıyla şu şekilde türetilmektedir:

-

*Neo-klasik büyüme modelinde, işgücü ve sermaye dışında iktisadi büyümenin % kaçının teknolojik gelişmeden kaynaklandığını gösteren orana toplam faktör verimliliği de denilmektedir.

**Solow (1957) 1909-1949 arası dönemde ABD’yi kapsayan çalışmasında özel tarım dışı ekonomik faaliyetteki işgücü başına millî gelirdeki artışın % 87,5’unun teknolojik gelişmeden diğer % 12,5’unun sermaye birikimindeki artıştan kaynaklandığını bulmuştur.

**Mevcut ekonomilerde hem nüfus artışı hem de teknolojik gelişme söz konusu olduğundan, bir ekonominin Altın Kural’da olduğundan daha çok mu veya daha az mı sermayeye sahip olduğunu değerlendirmede bu kriteri kullanmak mümkündür.

YAKINSAMA HİPOTEZİ

Bu hipotez literatürde “koşulsuz yakınsama hipotezi” olarak adlandırılmaktadır. Bu hipotezde fakir ülkelerin zengin ülkelerin gelir düzeyine ulaşılacağı kabul edilirken bu ülkelerin yapısal özellikleri

dikkate alınmamaktadır.

**Ülkelerin yapısal özellikleri dikkate alınmaksızın, az gelişmiş ülkelerin kişi başına geliri yüksek olan

ülkeleri yakalayacakları hipotezine koşulsuz yakınsama hipotezi denir.

Yakınsama hipotezinde zengin ülkelerden (gelişmiş ülkeler) sermayenin getirisinin yüksek olduğu

fakir ülkelere (gelişmekte olan ülkeler) doğru bir sermaye akışının olduğu ima

edilmektedir. Hipoteze göre, sermayenin işgücünden daha hızlı arttığı bir ekonomide

teknoloji dışsal ve sabitken faiz oranlarının düşeceği ve fakir ülkelerin zengin

ülkelerden daha hızlı büyüyüp onları eninde sonunda yakalayacağı öngörülmektedir.

MODELİN ELEŞTİRİSİ

Neo-klasik büyüme modellerinin önerdiği uzun dönem durağan durum büyüme oranlarının sıfıra yaklaşacağı ve ülkelerin uzun dönem reel büyüme oranlarının birbirine yakınlaşacağı tezleri tarihsel veriler tarafından doğrulanmamaktadır. Bunun nedeni, modelde teknoloji düzeylerinin, diğer bir ifadeyle üretim teknolojilerinin tüm ülkelerde aynı olduğu varsayımının yapılmasıdır.

Neo-klasik büyüme modelinin sorunları

1-Ülkelerarası farklılıkların önemi

2-Yakınsama oranı:

3-Getiri oranı:

**Savaştan sonraki birkaç on yılda bu iki ülkede bilinen en yüksek büyüme performansları gözlemlendi.

1948-1972 arasında kişi başına hasıla Japonya’da yılda % 8,2 ve Almanya’da % 5,7 artarken ABD’de

yalnızca % 2,2 oranında gerçekleşmiştir. 13



6.KONU

İÇSEL BÜYÜME MODELLERİNİN ORTAYA ÇIKIŞI


Neo-klasik büyüme modeli öngörülerinin pratik somut gelişmelerle birebir örtüşmemesi, içsel büyüme modellerinin ortaya çıkışında temel faktör olmuştur.

Barro (1991) ve Romer (1994)’in yaptıkları araştırmalara göre bu dönemde sermaye, işgücü ve sermaye-işgücü oranı artarken reel faiz oranlarının beklendiği kadar azalmadığı, sermayenin işgücüne ve çıktıya oranlarının genelde durgun kaldığı ve reel ücretlerin hızla yükseldiği gözlenmiştir. Bu sonuçlar, teknolojinin dışşal ve sabit olduğu varsayımının gerçekçi olmadığını ortaya çıkarmıştır. Barro’ya göre sadece koşullu bir yakınsama söz konusudur.

Teknolojik gelişmenin bir “kara-kutu” olmak anlamında dışsal olmaktan çıkartılarak iktisatçılar tarafından daha yakından incelenmesini kaçınılmaz hâle getirmiştir.

Yaparak öğrenme, bir işin işçi ya da firma tarafından tekrar tekrar yapılmasıyla kazanılan deneyim ve

tecrübelerin toplamıdır.

Amerikalı iktisatçı Paul M. Romer ve yeni klasik okulun kurucusu Robert E. Lucas tarafından geliştirilen çalışmalar 1972 yılı iktisat Nobel ödülü sahibi olan Kenneth J. Arrow’un (1962) “yaparak öğrenme” kavramına dayanmaktadır.

İçsel büyüme modellerinin temel varsayımları

1-Artan getiri

2-Dışsallıklar

3-Eksik rekabet piyasaları

4-Teknolojik gelişme, bilgi ve beşeri sermaye

5-Sosyal altyapı:

İÇSEL BÜYÜME MODELLERİNİN SINIŞANDIRILMASI

• Bilgi Üretimi ve Dışsallıklar

• Beşeri Sermaye Modeli

• Ar-Ge Modeli

• Kamu Politikası Modeli

Sergio Rebelo (1991) tarafından geliştirilen AK Modeli, neo-klasik üretim fonksiyonundan yeniden üretilmeyen (işgücü, toprak) faktörlerin çıkarılması ve beşeri sermayeyi de içerecek şekilde geniş sermaye tanımının neo-klasik üretim fonksiyonuna ilave edilmesiyle ortaya çıkmıştır.

AK Modeli

AK modeli içsel büyüme modelleri içinde sermayenin marjinal getirisi varsayımını kaldırarak dışsal teknolojik gelişmenin var olmadığı durumda bile uzun dönemde kişi başına büyümenin sürdürülebileceğini en basit bir biçimde göstermektedir.

Sergio Rebelo (1991) tarafından geliştirilen model, Romer (1981) ve Lucas (1988) tarafından da benimsenmiştir. Modelde standart neo-klasik üretim fonksiyonunun dışsal varsaydığı teknolojik gelişme model içinde açıklanmaya çalışılmaktadır. Bu husus, modelin temel özelliğini oluşturmaktadır.

Ölçeğe göre sabit getiri, üretimde girdiler eşit oranda artırılırken çıktının da aynı oranda arttığını ifade eder.

Modelin temel özelliği, iktisadi büyüme oranının yatırım oranının artan bir fonksiyonu olmasıdır.

Bilgi Üretimi ve Dışsallıklar

Romer, Arrow’un yaparak öğrenme kavramından yola çıkarak üretim ve yatırım süreci içinde bir yan ürün olarak teknik bilginin üretildiğini, bu bilginin yeni üretimde bir çeşit bedava girdi olarak kullanıldığını ve yeni üretimin daha düşük maliyetle ve yüksek kaliteyle yapıldığını varsaymaktadır. Yan ürün kavramı, bilginin bilinçli bir süreç sonunda ortaya çıkmayıp üretimin bir yan ürünü olarak ortaya çıktığını ifade eder. Ayrıca Romer, üretilen bilginin dışsallıklar etkisiyle diğer firmaları da olumlu etkilediğini ve sonuçta bu gelişmelerden tüm ekonomilerin yararlanacağını belirtmiştir. Ayrıca Romer, bilginin göstergesi olarak sermaye stokunu kabul ettiği için yapılan yatırımlar ne kadar çok olursa teknolojik bilginin de o denli artacağını ileri sürmektedir. Bu ise sermayenin artan verim hâlini beraberinde getirmektedir. Romer’a göre bilgi, deneyim ile birlikte artmaktadır. Deneyim ise ekonomideki tüm firmaların geçmiş yatırımların bir fonksiyonudur.

Buna göre sermaye ve emek için üretim fonksiyonu ölçeğe göre sabit getiri durumunu sergilerken deneyimin de dahil edildiği üç girdi için ölçeğe göre artan getiri söz konusu olmaktadır. Yani çıktıdaki artış, girdi miktarlarındaki artıştan daha fazla gerçekleşmektedir.

Ölçeğe göre artan getiri,

üretimde girdiler eşit oranda artırılırken çıktının girdi artış oranından daha fazla arttığı durumu ifade eder.

Beşeri Sermaye Modeli

Romer’e göre, beşeri sermaye kavramı, fiziki sermaye stoğu biçiminde somutlanmış bir bilgidir. Etkin işgücü, büyümeyi belirleyen önemli bir değişkendir. Etkin işgücünü artıran ise bilgidir.

Lucas’ın beşeri sermaye tanımı, işgücünün eğitim düzeyiyle ilgilidir. Lucas’a göre beşeri sermaye yatırımları formal eğitime ve işyerinde yetiştirme alanlarına yapı lan yatırımlar olarak ifade edilmektedir. Lucas (1988) “Ekonomik Kalkınmanın Mekanikleri Üzerine” isimli öncü çalışmasında uzun dönemli iktisadi büyümenin kaynağı olarak beşeri sermayeyi almıştır. Lucas modeline göre, uzun dönemde beşeri

sermaye sınırsız bir şekilde arttırılabildiği sürece, sürdürülebilir büyüme mümkün olacaktır.

**v = 1 olduğu durumda, zamanın tümü hali hazırdaki üretimi gerçekleştirmek amacıyla kullanılacağı için çalışanların yeteneklerini geliştirecekleri boş zamanları kalmayacak ve dolayısıyla beşeri sermaye birikimi de sıfır olacaktır. 14



**Lucas’ın çalışmasına ek olarak Rebelo (1991)’in “Uzun Dönem Politika Analizi ve Uzun Dönem Büyüme” adlı çalışması konu ile ilgili literatüre önemli bir katkı sağlayan diğer bir çalışma olmuştur. Rebelo, ekonomide fiziki sermaye-beşeri sermaye oranı düştüğünde yani beşeri sermaye oranı arttığında büyümenin hızlanacağını savunmuştur.

**Sorensen (1991) ise Lucas’ın modelini sermaye ve işgücü gelirleri üzerinden vergi alan ve yükseköğrenime sübvansiyon veren veya yükseköğrenimden harç alan bir hükûmet kesimini de modele sokarak genişletmiştir.

**Okul binaları, araştırma laboratuarları, öğretmenlerin vermiş olduğu hizmetler, tamamlayıcı girdiye verilebilecek örnekleri oluşturur.

Barro, devletin temel eğitim süresini artırarak iktisadi büyümeyi üç yolla etkileyeceğini açıklar

• Daha fazla eğitilmiş işgücü, yeni teknolojilere uyum sağlamada ve yeni teknolojilerin geliştirilmesinde önemli bir role sahiptir.

• Fiziki sermaye, yatırımlarının artmasına neden olacaktır.

• Daha fazla eğitilmiş nüfus, doğurganlık hızının düşmesine ve ailelerin çocuklarına daha fazla yatırım yapmasına imkân tanıyacaktır.

Ar-Ge Modeli

Romer (1986), içsel büyüme modellerinin başlangıcı sayılan “Artan Getiriler ve Uzun Dönem Büyüme” adlı makalesinde Arrow’un yaparak öğrenme fikrini geliştirerek Ar-Ge’ye dayalı büyüme modellerinin temelini atmıştır.

**Ar-Ge’ye dayalı içsel büyüme modelleri, literatürde yenilik temelli modeller ya da Schumpeterian

modeller olarak da adlandırılmaktadır.

**Bilginin, tesadüfi olarak değil de bilinçli bir süreç sonucunda ortaya çıkması Ar-Ge modelinin en önemli özelliğini oluşturmaktadır.

Arrow’a göre firmalar, Ar-Ge’ye yoğun bir yatırım yapmayacaklardır. Ar-Ge modellerin özü, Ar-Ge faaliyetleri ve Ar-Ge sektöründe istihdam edilen beşeri sermaye ve de bu sektörce üretilen, yeni ürünlere dayalı bir büyüme modeli olmasıdır

*İçsel büyüme modellerinin ortak özelliği, teknolojik gelişmenin ayrı bir sektör tarafından doğrudan bu tür faaliyetlere yapılacak yatırımlarla sağlanabileceği fikrine dayanması ve rekabetçi olmayan piyasa koşullarını esas almalarıdır.

Ar-Ge modeli ile ilgili Görüşler

Romer (1990), ----Grossman ve Helpman (1989,1990) --- Aghion ve Howitt (1992)

Romer Modeli

Romer modelinde, Solow modelinde dışsal olan teknolojik gelişme-yenilikler içselleştirilmektedir.

**Romer, bilgiyi firmaya özel bilgiler ve toplumdaki genel bilgi seviyesi olmak üzere iki biçimde ele almaktadır. Ona göre eğer bir firmanın bilgi seviyesi artarsa toplumdaki bilgi seviyesi de artacaktır.

Romer Modelin Özellikleri

1-
Teknolojik gelişme, büyümenin temel dinamiğidir.

2-Teknolojik gelişme, piyasa teşviklerini yakından izleyen ekonomik karar birimlerinin girişimleriyle olmaktadır.

3-• Üretim girdisi olarak bilginin ve tüketilebilir-yıpranabilir bir üretim girdisinin tanımlamaları arasında kesin bir ayrım vardır

--Romer (1990)’e göre, geleneksel iktisadi mallar hem rekabeti dışlamayan (rivalrous) hem de dışlanabilir niteliktedir.

--Romer’a göre, ekonomi üç sektörden oluşmaktadır: Ar-Ge sektörü, ara mallar sektörü ve nihai mallar sektörü

Grossman ve Helpman Modeli


Grossman ve Helpman çalışmalarında çok ülkeli, dinamik bir genel denge modeli çerçevesinde biri geleneksel ürün, diğeri modern anlamda sanayi ürünü ve üçüncüsü bilgi üretimi yoluyla sanayi ürününün geliştirilmesini sağlayan Ar-Ge çalışmaları olmak üzere üç temel üretim faaliyeti tanımlamışlardır.

Grossman ve Helpman Modeli Özellikleri

• Teknoloji paylaşımı/kullanımı engeli olmayan bir maldır

• Teknoloji erişimi kısmen engellenebilen bir maldır

Grossman ve Helpman modelinde içsel büyümeler

• Malların niteliğindeki iyileştirmelerden dolayı sağlanan büyüme,

• Ar-Ge sektörünün sürekli yeni teknolojiler üretmesi sonucu sağlanan ürün çeşitliliğinin yol açtığı büyüme.

Aghion ve Howitt Modeli:

Schumpeter’in yaratıcı yıkım görüşlerinden esinlenerek teknolojik yeniliklerin büyüme üzerindeki etkilerine yönelik önemli bir katkı, P. Aghion ve P. Howitt’in 1992 yılındaki “Yaratıcı Yıkım Yoluyla Bir Büyüme Modeli” adlı çalışmaları ile gelmiştir.

Aghion ve Howitt modellerinde teknolojik yenilikler içsel bir olgu olarak kabul edilmiş ve neo-klasik doktrin geleneğine uygun olarak denge üzerine inşa edilmiştir.

-Büyümenin kaynağını, rekabetçi Ar-Ge sektöründe gerçekleşen bu dikey teknolojik yenilikler oluşturmaktadır.

- Modele göre ekonomide beklenen büyüme oranı geniş çaplı Ar-Ge faaliyetlerinin

miktarına bağlıdır.

Ar-Ge faaliyetleri gelecek dönemin beklenen çabalarına negatif olarak bağlanmaktadır. Nedenleri

1-Birincisi yaratıcı yıkım’dır.

2- Ar-Ge veya imalat sektöründe kullanılabilecek nitelikli işgücünün istihdamı ve bunun sonucu ücret dinamiğinin yol açtığı değişimlerdir.

Dikey teknolojik yenilikler, rekabetçi Ar-Ge ortamında teknolojik yenilikler sayesinde mevcut ürünlerin

kalitesini iyileştirme ve modası geçmiş ürünler yerine, kullanıcı gereksinimlerini tatmin edecek yeni ürünleri ortaya çıkarmada etkin rol oynayan bir yenilik türü olarak tanımlanabilir. 15



Kamu Politikası Modeli

Barro (1990) tarafından ortaya konan kamu politikası modeline göre verimli alanlara yapılan kamu

harcamaları iktisadi büyümeyi pozitif yönde etkileme gücüne sahiptir. Kamu harcamalarının büyüme sürecinde katalizör etkisi yarattığını süren Barro, kamu sektörünce sağlanan mal veya hizmetleri üretim faktörlerinden biri olarak varsaymaktadır. Yalnız burada devlete biçilen yeni rol, Keynesçi yatırımcı ve üretici devletin rolünden çok farklıdır. Devletin yeni rolü eğitim, Ar-Ge, teknoloji transferi, mülkiyet haklarının korunması, iletişim ağlarının güçlendirilmesi, işlem maliyetlerinin düşürülmesi gibi özel girişimin etkinliğini artıracak işleri yapmaktır.

Modelde bütçenin denk tutulduğu varsayılmakta ve kamu malı arzı seviyesi, sermaye stoku ile ilişkilendirilmektedir.

Özel sektör yatırımları bir taraftan sermaye stokunu artırırken dolaylı olarak artan vergi gelirleri de denk bütçe sayesinde kamu malının arzını artıracaktır. Dolayısıyla özel sektör yatırımları ekonomiye iki ayrı yoldan katkı sağlayacaktır. Barro özellikle kamu sektörünce yapılacak olan alt yapı harcamalarının özel sektörün sermaye verimliliğini artırma yoluyla iktisadi büyümeyi teşvik edeceğini ileri sürmektedir.

Barro’ya göre bu harcamalar vergilerle finanse edilecektir.

**Barro, altyapı yatırımlarına yargısal hizmetleri, mülkiyet haklarını, ulusal savunma, deniz ve demir yolu hizmetleri ile su şebekesine yapılan yatırımları örnek “göstermektedir.

Daha Hızlı İktisadi Büyümeye Yönelik Politikalar

i. Tasarrufların teşviki,

ii. Araştırma ve geliştirmenin desteklenmesi,

iii. Yüksek teknolojili endüstrilerin hedeflenmesi,

iv. Uluslar arası Ticaretin teşviki.

7.KONU

KÜRESELLEŞME KAVRAMI VE BOYUTLARI

Küreselleşme Tanımları (Kaynak Günsoy (2006c)

Genel Olarak Küreselleşme


Küreselleşme, ulusal (yerel) unsurların tüm dünyaya yayılması, uluslararası unsurların ise ulusal (yerel) hâle gelmesidir.

Ekonomik Küreselleşme

Ticaretin, üretimin, yatırımın, Finansal faaliyetlerin, teknolojinin, ekonomik sistem ve ideolojilerin uluslararasılaşması ve bağımlılaşması sürecidir.

Siyasal Küreselleşme

Ulusal toplum düzeyinde geçerli olan siyasal yönetim modellerinin küresel düzeyde geçerlilik kazanması ve yaygınlaşmasıdır.

Toplumsal Küreselleşme

Toplumların birbirine yaklaşarak homojenleşmesi ve dünya genelinde mevcut olan tüm toplumların içinde bulunulan zaman diliminde egemen olan toplum tipine benzer özellikler kazanmaya başlamasıdır.

Kültürel Küreselleşme

Ulusal kültürlerin farklı ulusal kültürlerden etkilenmesi veya onları etkilemesi, belirli ulusal kültürlerin yaygınlaşması sürecidir.

Teknolojik Küreselleşme

Genellikle bilim ve teknolojide ileride olan ülkelerde ortaya çıkan yeniliklerin, üretim sistemlerinde ve iş süreçlerindeki değişikliklerin uluslararası hâle gelmesi ve dünyaya yayılmasıdır.

Tek Fiyat Kanunu:

Uluslararası ticaretin tamamen serbest olduğu ortamlarda aynı malların Fiyatının birbirine eşitleneceğini ifade eden iktisadi kanundur. Örneğin iki ülkede yetişen buğdayın kilogram Fiyatı bu kanuna göre zaman içinde birbirine eşitlenecektir. Bu kanunun işlemesi ve tek Fiyatın ortaya çıkması için ülkeler arasında vergi farklılıkları kalkmalı, taşıma maliyetleri sıfıra eşit olmalı ve mallar birbirinin aynı (homojen) olmalıdır.

Ekonomik küreselleşmenin beş alt süreci

1-
Ticaretin, 2-Finansın, 3-Üretimin, 4-İşgücünün 5-Eknolojinin küreselleşmesi.

Ticari küreselleşmenin diğer bazı göstergeleri şu şekilde sıralanabilir:

• Reel dış ticaretin büyüme oranı

• Ticari hizmetler ihracatının sanayi malları ihracatına oranı

• İmalat sanayi ürünlerinin toplam ihracattaki payı

• Dış ticaret hacminin (ithalat + ihracat) GSYH’ye oranı

• İhracatın veya ithalatın GSYH’ye oranı

• İthalat vergilerinin toplam ithalat hacmine veya GSYH’ye oranı

• Gizli ithalat engelleri

• Kıtalar arası dış ticaretin büyüme oranı

• Ortalama tarife oranı ve değişimi

Ticaretin Küreselleşmesi

Dünya ülkeleri arasındaki dış ticaret hacmi hızla artmakta, ülkelerin dışa açıklık Voranları yükselmektedir. Bu süreç ticaretin küreselleşmesi anlamına gelmektedir.

Finansal Küreselleşme 16



Ülkeler arasındaki sermaye hareketleri ve her türlü Finansal işlemin önündeki engeller giderek azalmakta ve sermaye dünya üzerinde çok hızlı yer değiştirmektedir. Bu süreç Finansal küreselleşme olarak adlandırılır. İlk önce gelişmiş ülkelerin ve daha sonra gelişmekte olan ülkelerin dış ticaret ve sermaye hareketlerini düzenleyen kuralları serbest hâle getirmeleri ve buna paralel olarak iletişim ve elektronik teknolojilerindeki hızlı gelişmelerin yaşanmasının ardından bankalar dışındaki mali kuruluşların da küresel Finans piyasalarına katılması Finansal küreselleşme sürecini başlatan ve hızlandıran sebeplerdir

Finansal küreselleşme İle İlgili Göstergeler

• Uluslararası sermaye akımları üzerine konulan/kaldırılan resmî kısıtlamalar hakkında IMF’ye sunulan ulusal raporların değerlendirilmesi

• (Gayrisafi özel sermaye girişleri + Gayrisafi özel sermaye çıkışları)*100/GSYH

• Yabancı varlık ve yabancı borçlanmanın ihracat ve ithalatın toplamına oranı

• Yabancıların satın aldığı hisse senetleri, doğrudan yabancı yatırımların aktifleri ve yabancı toplam borç miktarının ihracat ve ithalatın genel toplamına oranı

• Finansal varlıkların toplam değerinin GSYH’ye oranı

• Cari işlemler dengesinin GSYH’ye oranı

• Ülkelerin faiz oranlarında görülen yakınlaşma

• Dünyadaki toplam döviz alışverişlerinin hacmi

• Doğrudan yabancı yatırımlar stokunun GSYH’ye oranı

• Doğrudan yabancı yatırımlar çıkışı veya girişi/toplam dünya DYY stoku

• Toplam portföy yatırımlarının GSYH’ye oranı

UNCTAD verilerine göre 1998 yılında 60.000 çokuluslu şirket tarafından kontrol edilen 500.000 ticaret zincirinin küresel cirosunun 11.000 milyar dolar olduğu tahmin edilmiştir ki dünya mal ve hizmet ticareti için bu rakam 7.000 milyar dolardır ve bu durum küresel GSYH’de uluslararasılaşmış üretimin ağırlığının % 9 dolaylarında olduğuna işaret etmektedir

Üretimin küreselleşme düzeyi ile ilgili çeşitli göstergeler

• Bir çokuluslu şirketin yabancı aktiflerinin toplam aktiflerine oranı

• Bir çok uluslu şirketin yabancı satışlarının toplam satışlarına oranı

• Bir çokuluslu şirketin yabancı istihdamının toplam istihdamına oranı

İşgücünün Küreselleşmesi

Uluslararasında dolaşan işgücü miktarı yani işgücü göçleri, belirli dönemlerde yükselmekte, belirli dönemlerde ise azalmaktadır. Bu sürece işgücünün küreselleşmesi adı verilir. Göçmen sayısı (stoku), gelişmiş ülkelerdeki ev sahibi nüfusun % 10’unu geçmiştir. Gelişmekte olan ülkelere olan göç için böyle bir artış söz konusu değildir.

İşgücünün küreselleşme düzeyi ile ilgili çeşitli göstergeler

• Nüfusun yüzdesi olarak göçmen stoku

• Kıtalar arası göç miktarı

• Dünya göçmen stokunda kıtaların payı (%)

• Ülkelerin uygulamış olduğu ortalama ücretlerde yakınlaşma

Teknolojik Küreselleşme

Dünyanın herhangi bir ülkesindeki teknolojik gelişme zaman içinde diğer ülkeleri de etkilemekte ve yaygınlaşmaktadır. Bu yayılma hızı da giderek artmaktadır. Bu sürece teknolojik küreselleşme adı verilmektedir.

Teknolojinin küreselleşme düzeyi ile ilgili çeşitli göstergeler

• Teknolojik Yayılım oranı (Yabancı ülke Firmalarının almış olduğu patentlerin yerli Firmaların almış olduğu patentlere oranı)

• Yüksek teknoloji ürünlerinin uluslararası ticareti

• Doğrudan yabancı yatırımların giriş ve çıkış miktarları

• Lisans anlaşmalarının sayısı

• Bilimsel ve teknolojik anlaşmaların şekli ve sayısı

• Dış ülkelerce Finanse edilen AR-GE’nin derecesi

• Çokuluslu şirketlerin Firma içi ticaret miktarları

BULUŞLAR:Buhar Makinası , Televizyon , Otomobil , Vakum Tüpleri /Subaplar , Transistor , Fotokopi , Mikroişlemciler

Küreselleşme Dalgaları

1- ilki, 1870-1914 yılları arasında yani Sanayi Devriminin ardından yaşanmış olan dönemdir. Bu dönemin temel özelliği hızlı bir biçimde düşen taşımacılık maliyetleri, serbest ticaret nedeniyle büyük bir dış ticaret hacmi patlaması ve buna paralel olarak işgücü ve sermayenin önemli ölçüde hareketli hâle gelmesidir. 18. yüzyıla kadar dünya üretiminin lideri olan Hindistan gibi bazı ülkelerin geride kaldığı ancak İngiltere ve ABD gibi güçlerin ön plana çıktığı ve gelir eşitsizliklerinin arttığı bir dünya ekonomik görüntüsü ile sonlanmıştır. Birinci küreselleşme dalgasının temel özelliği mal ticaretinin oldukça belirgin ve düzenli kalıplar çerçevesinde yapılması, ekonomik sistemin ileri sanayi ülkelerinin imalata dayalı üretimine ve yine bunların az gelişmiş ülkelerden hammadde ve temel gıda ithal etmesine göre şekillenmesidir.

2- İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yavaşça ortaya çıkmaya başlayan ama 1980 sonrasında güç kazanan ikinci dalga ise diğerinin aksine daha karmaşık bir yapı arz etmektedir. İlk dalgada dünya ekonomisi reel mal ve altın standardına dayalı 17



bir işleyişe sahipken ikinci dalgada ulusal paraların değişim değerleri reel hiçbir mal tarafından desteklenmeyen bir ölçeğe bağlanmaktadır.

İktisadi Büyüme Teorilerinde Dış Ticaret, Küreselleşme ve Dışa Açı

Klâsik Büyüme Teorisi (İlki)


Dış ticaret uzmanlaşmayı sağladığı için büyümenin motorudur. Dış ticaret sayesinde üretim fazlası satılabilir. Dış ticaretin teknoloji ve bilgi transferi gibi dinamik kaynakları teoriye dahil edilmemiştir.

Neo-klasik Büyüme Teorisi

Dış ticaret üretim faktörlerinin etkin kullanımını sağlar. Dış ticaret sadece düzey etkisine sahiptir, uzun dönemli büyüme üzerinde etkisi yoktur. Uzun dönemli büyümenin belirleyicisi dışsal teknolojik değişmedir.

Keynesyen Büyüme Modelleri

Keynesyen model, 1929 Büyük Bunalımı koşullarıyla ilgilendiği için ekonominin talep yönünü ön plana çıkarmış, arz yönüne odaklanmamıştır. Toplam harcama kalemleri arasında yer alan ihracat ve ithalatın pozitif bakiye vermesi durumunda millî gelirin artacağını tersi durumda azalacağını belirten Keynesyenler üretim faktörlerini ve teknolojiyi veri kabul ederek analizlerinde toplam arz ile ilgili sorunlara fazla yer vermemişlerdir. Neo-Keynesyenler’in de aynı görüşleri küçük farklılıklarla devam ettirdiği söylenebilir.

Post-Keynesyen Büyüme Modelleri

Post-Keynesyenler iktisadi büyümede toplam talebin önemine dikkat çekerler. Uluslararası ticaretin iktisadi büyüme üzerindeki etkisi değerlendirilirken talep artışındaki farklılıkların büyüme oranlarının da farklılaşmasına yol açtığı belirtilir. Talep üzerindeki en büyük kısıt ise ödemeler dengesidir.

Ödemeler dengesinin durumu ise ülkenin ihracatının mı yoksa ithalatının mı baskın olduğuna göre değişir. Talepteki değişmeler ödemeler dengesi sorunu ortaya çıkarmadığı sürece üretim kapasitesinin kullanımını artırır ve daha fazla yatırım ve teknik değişmeye, dolayısıyla büyümeye neden olur.

İçsel Büyüme Modelleri

Küreselleşme, dışa açıklık ve uluslararası ticaret büyüme oranı üzerinde sürekli bir etkiye sahiptir. Romer uluslararası ekonomik bütünleşme sonunda ülkelerin toplam beşerî sermaye stoklarının artacağını bunun da büyüme oranını yükselteceğini belirtir. G. Grossman ve E. Helpman, dış dünya ile iletişime/ticarete geçen ülkelerin uluslararası araştırma merkezlerinde oluşan bilgi birikimine ulaşmalarının önemini belirtir ve ar-ge harcamalarının artmasının ve sınırsız yeniliklerin ve yenilikçi ürünlere ulaşabilme imkânının iktisadi büyümeyi hızlandıracağını, bir ülkenin beşeri sermaye yoğun mal ithal ettiğinde yeniliğin maliyetinin azalması nedeniyle dolaylı olarak büyümenin artacağını savunur. A. Young “Yaparak Öğrenme” modelinde serbest ticaret durumunda kaynakların yaparak öğrenme potansiyeli yüksek mallara tahsis edilmesi ile birlikte ülkenin dışa kapalı bir ekonomiye göre daha fazla büyüyebileceğini ileri sürmektedir. İçsel Büyüme Modellerinin hemen hepsinde görüşleri destekleyici bir unsur olarak Doğu Asya ülkelerinin tecrübelerinden bahsedilir. Bir diğer görüşe göre ise ülkelerin dışa açılması ve uluslararası rekabet Firmalar arası rekabeti güçlendirecek, yenilikleri ve Ar-Ge harcamalarını teşvik edecek ve böylece iktisadi büyüme artacaktır.

İktisadi Büyümenin Dış Ticarete Etkisi

1-Faktör Arzında Artış ve Dış Ticaret

2- Teknolojide İlerleme ve Dış Ticaret

GSYH’deki toplam artıştan daha yüksek oranda genişleyecektir ki bu tip büyümeye ticareti artırıcı yanlı büyüme adı verilmektedir

Sadece tek bir üretim faktörü artırılsaydı bu üretim faktörü, bu üretim faktörünü yoğun olarak kullanan sektörde daha çok kullanılır ve tabii ki bu üretim faktörünün yoğun olarak kullanıldığı mal miktarının üre timi artar diğerinin üretimi azalırdı. Bu durum iktisat literatüründe “Rybczynski Teorisi”olarak bilinir.

Eğer ülkenin büyümesi yansız değil de ticareti artırıcı yanlı ise ülke daha fazla ihraç malı arz edeceği ve daha fazla ithal malı talep edeceği için ticaret hadlerindeki bozulma daha fazla olacaktır. Jagdish Bhagwati büyümenin ülke refahını azaltabileceği bu duruma “Yoksullaştırıcı Büyüme” adını verir.

Yoksullaştırıcı büyüme durumunda ticaret hadlerindeki bozulma nedeniyle oluşan refah kaybı iktisadi büyüme nedeniyle oluşan refah artışından daha fazladır ve ülke büyümesine rağmen “yoksullaşmaktadır”. Eğer ülkenin büyümesi yansız değil de ticarete karşı yönlü büyüme ise bu kez ticaret hadleri ülke lehine değişecek ve refah düzeyi yükselecektir.

Ticaret Hadleri: İhracat Fiyat endeksinin ithalat Fiyat endeksine oranına ticaret haddi denir.

Serbest Ticaretin Yararları ve Karşılaştırmalı Üstünlükler

Serbest dış ticaret ve ihracatın iktisadi büyümeyi uyaran yapısı birçok iktisatçının dikkatini çekmiş ve çeşitli teorilere konu olmuştur. Bunlar arasında en başta Mutlak Üstünlük Teorisi gelmektedir. Klasik Okulun belki de en çok bilinen ismi olan Adam Smith’in serbest ticaret ve uluslararası uzmanlaşmanın yararlarını açıkladığı

Mutlak Üstünlük Teorisi’nin temel önerisi, bir ülkenin karşı ülkeye göre hangi malları daha düşük maliyetle üretiyorsa o malların üretiminde uzmanlaşması ve bunları ihraç ederek daha pahalıya üretebildiğini dışarıdan ithal etmesinin iki ülkenin de yararına olacağıdır.

Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi varsayımları

(i) Ekonomik sistemdeki “reel” ve “parasal” değişkenler birbirinden bağımsız olarak belirlenmektedir, yani ekonomide para nötrdür. Ticaret trampa olarak yapılmaktadır.

(ii) Değer yaratan tek üretim faktörü emektir. 18



(iii) Üretim faktörleri ülke içinde tam hareketli, ülkeler arasında ise tamamen hareketsizdir.

(iv) Ticaret yapan her ülkede üretim faktörleri miktarı sabittir.

(v) Ekonomide tam rekabet şartları söz konusudur.

(vi) Taşıma maliyetleri sıfırdır.

(vii) Ekonomi tam istihdamdadır. (viii) Zevk ve tercihler değişmemektedir.

Klasik Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi, bir ülkenin uzmanlaşma sayesinde sahip olduğu üretim kaynaklarını en etkin biçimde kullanabileceğini, en kıt kaynakları kullanan malları kendisi üretmeyip dışarıdan satın aldığı için, üretim kaynaklarından reel tasarruf sağlayacağını ifade etmektedir.

Heckscher-Ohlin Teorisi’ne göre (Karluk, 2009: 58-64; Seyidoğlu, 2007: 79-80; Ertürk, 2001: 26-28) bir ülke hangi üretim faktörüne zengin olarak sahipse, üretimi o faktörü yoğun biçimde gerektiren mallarda karşılaştırmalı üstünlük elde eder, yani onları daha ucuza üretir ve o alanlarda uzmanlaşır. Dolayısıyla bu teori şu iki ana varsayıma dayanır:

(a) Ülkelerin faktör donatımları birbirinden farklıdır ve tersine dönmemektedir.

(b) Mallar faktör yoğunlukları ya da nispi faktör oranları açısından farklılık arz ederler

Bazı mallar sermaye-yoğun, bazı mallar da emek yoğun olabilir. Teorinin diğer varsayımları ise Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi’nin varsayımlarıyla örtüşmektedir.

Heckscher-Ohlin Teorisi, “bir ülkenin diğer üretim faktörüne göre nisbi olarak daha zengin olduğu faktörü yoğun olarak kullandığı mal üretiminde uzmanlaşması ve bu malları ihraç etmesi gerektiğini öne süren bir genel denge teorisidir”

Serbest Dış Ticaretin Sağlayabileceği Diğer Olumlu Etkiler

a)Ölçek ekonomilerinden yararlanma

b) Ekonomik dinamizmin artması

c) Rekabet yapısının gelişmesi

d) Teknoloji ve bilgi transferinin kolaylaşması:

e) Kaynak dağılımının küresel boyutta optimizasyonunun sağlanması

f) Çarpan etkisi ile millî gelirin artması

g) Döviz darboğazına girmeyi engellemesi

Serbest dış ticaretin ve dolayısıyla küreselleşmenin büyüme üzerinde olumsuz etkilerinin

de olabileceğine dair çeşitli görüşler bulunmaktadır.. Bunlar


1-“Yoksullaştırıcı Büyüme” adı verilen olgu (en başında)

2-R. Nurkse’

3-Karşılaştırmalı üstünlüğe göre uzmanlaşmaya karşı çıkan bir diğer düşünür G. Myrdal’dır. Myrdal, ülkeler arasındaki teknoloji düzeyi farklılığının büyümeyi engelleyici bir faktör olduğuna dikkat çekmektedir. Myrdal’a göre dünya ülkeleri ekonomik açıdan “ikili yapı” özellikleri göstermektedir.

**İthal ikamesinin ilk aşamasına tüketim malları sanayisinde başlanır ve bir süre sonra yurtiçi piyasa kapasitesinin sınırına ulaşılır. Bundan sonra ülke ekonomisinin önünde iki seçenek vardır: Dış piyasalara açılmak ve ihracata yönelmek ya da kapsamı ara ve yatırım mallarına doğru genişletmek. İlk seçenek için Güney Kore ve Tayvan, ikinci seçenek için Türkiye örnek olarak verilebilir.

**İthalat ikamesine dayalı kalkınma sıklıkla içe dönük kalkınma ile aynı anlamda kullanılmaktaysa da aslında farklı olgulardır. İçe dönük kalkınma ithalat ikamesine dayalı kalkınmadan daha geniş kapsamlı bir kavramdır. İthalat ikamesine dayalı kalkınma içe dönük kalkınma kavramı içinde yer alır. Bunun yanında yurtiçi talep artışından kaynaklanan kalkınma da içe dönük kalkınma kapsamında ele alınmaktadır.

IMF, Dünya Bankası ve ABD Hazinesi gelişmekte olan ülkelere bir politikalar demeti önermiş ve bu politikalar demetine “Washington Uzlaşması” adı verilmiştir. Bu uzlaşmanın en önemli iki temel ilkesi dış ticaretin ve uluslararası sermayenin önündeki engellerin kaldırılması yani aslında bir bakıma “ekonomik küreselleşme”dir.

Devletçi ekonomik yapıdan piyasa ağırlıklı bu yapıya geçiş süreci literatürde “yapısal uyum” şeklinde adlandırılmaktadır.

** Asya Kaplanları olarak da anılan Güney Kore, Hong Kong, Singapur ve Tayvan başarılı dış ticaret politikası uygulamaları ile dışa açık bir şekilde yüksek büyüme oranları yakalamışlardır. Başarılı Japonya,

Çin, Tayland ve Malezya deneyimleri de bu kapsamda değerlendirildiğinde “Doğu Asya” bölgesi dışa açık başarılı kalkınma deneyimleri ile anılmaktadır.

Küreselleşme ve iktisadi büyüme

Bugüne kadar yapılmış olan araştırmaların sonuçlarına göre istisnalar olmakla birlikte genelde iktisadi büyüme ile dışa açıklığın, özellikle de iktisadi büyüme ile dış ticaretin birbiriyle ilişkili olduğu görülmektedir. Ama bu ilişkide nedensellik konusu kesin çizgilerle belirlenememiştir. Yani dışa açıklığın mı iktisadi büyümeye yoksa iktisadi büyümenin mi (yani ekonomideki gelir artışı, talep artışı ve canlılığın) dışa açıklığa yani dış ticarete neden olduğu açık değildir. Burada birbirine geçmiş bağlantılar söz konusudur ve tartı firmalar hâlen devam etmektedir.

Yakınsama: Solow modelinde aynı yapısal özelliklere ve eşit teknoloji düzeyine, aynı nüfus artış haddine, aynı yıpranma oranına sahip ülkelerden kişi başına düşen millî geliri düşük olanların kişi başına

düşen geliri yüksek olanları onlardan daha hızlı büyüyerek yakalayabileceğini ileri süren öngörüdür. 19



8.ÜNİTE

İKTİSADİ BÜYÜMENİN ÖNEMİ


İktisadi büyüme temel olarak bir ülkede, belli bir dönemde genellikle bir yılda üretilen tüm nihai mal ve hizmetlerin parasal ifadesi olan GSYH’de ya da kişi başına düşen gelirde meydana gelen artış olarak tanımlanır.

Bir ülkenin iktisadi büyümesi iki şekilde ortaya çıkar.

1-Birincisi, tam istihdamda bulunan ekonominin iktisadi kaynaklarını daha etkin kullanmasıyla büyüme gerçekleşebilir.

2-İkinci olarak büyüme, tam istihdamda kullanılan kaynak miktarına yeni kaynakların eklenmesi sonucunda meydana gelir.

70 Kuralı: Lucas tarafından kullanılan temel kurala göre, yılda g oranında büyüyen bir ülke, her 70/g yılda kişi başına gelirini iki katına çıkaracaktır. Başka bir ifadeyle 70 rakamını ülkenin yıllık büyüme hızına bölerek bir ülkenin kaç yıl sonra gelirini ikiye katlayacağını bulabilirsiniz.

Örneğin eğer bir ekonomi % 4’lük bir büyüme oranını 17.5 yıl boyunca sürdürürse yaşam standardı ikiye

katlanacaktır. Oysa % 2’lik bir büyüme oranı ile yaşam standardının ikiye katlanabilmesi için 35 yıl geçmesi gerekir.

İktisadi büyüme ekonominin birçok alanında değişime yol açmakta ve bu değişimi hızlandırmaktadır.: Büyüme üretimin sektörel kompozisyonunu, istihdamı, Finansal sistemi, gelir ve servetin dağılımını, demografik yapıyı, çevreyi etkilemekte aynı zamanda bu değişimler iktisadi büyüme sürecinden etkilenmektedir.

*İktisadi büyüme mal ve hizmetlere yönelik talebi etkileyen ve değiştiren önemli bir unsurdur.

*Başlıca beşerî sermaye yatırımları eğitim ve sağlık harcamalarıdır.

-Wagner Yasası’nın da belirttiği gibi iktisadi büyüme ile birlikte kamu harcamaları artma yönünde değişecektir.

Taymaz ve Suiçmez(2005) büyüme hızlarındaki gelişmeye bağlı olarak 1923 sonrası gelişimi dört döneme ayırmaktadır.

1-
1923-40 tek parti dönemi, 2-1945-1960 çok partili döneme geçiş,

3-1960-80 ithal ikameci kalkınma dönemi, 4-1980-2001 dışa açık büyüme dönemidir

TÜRKİYE’DE İKTİSADİ BÜYÜMENİN TARİHSEL GELİŞİMİ

1923-38 Dönemi


Bu dönemde iktisadi anlamda en önemli gelişmeler yeni Türk devletinin dünya içindeki konumunu belirleyen Lozan Anlaşması ile 1929 yılında ortaya çıkan ve dünya ekonomilerini derinden etkileyen Büyük Buhran’dır. 1923-1929 dönemini açık ekonomi koşullarında yeniden inşa dönemi olarak adlandırılabilir.

1923-1930 dönemini de hükûmet demir yollarına öncelik vermiş, yabancı şirketlerin millîleştirilmesine başlanmıştı.

T.C. Merkez Bankası 1931 yılında, Sümerbank, Etibank, Maden Tetkik Arama Enstitüsü ve Halkbank kurulmuştur. Devlet öncülüğünde planlı sanayileşme amacıyla Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı(BBYSP)

1934-1938 yıllarını kapsayacak şekilde hazırlanmıştır.

BBYSP’nin başlıca amaçları

1. Temel hammaddeleri yurtiçinde üretilen veya üretilecek olan sınai tesislerinin kurulması,

2. Özellikle ithalat konusu olan temel tüketim mallarının yerli üretimine(özellikle dokuma sanayine) öncelik verilmesi,

3. Sanayi işletmelerinin kuruluş yerlerinin hammadde ve işgücü kaynaklarına yakın olması.

BBYSP ile kurulması planlanan sanayi beş ana grupta toplanmaktaydı

1-Dokuma(pamuk, yün), 2-Maden işleme(demir, çelik, bakır), 3-Kâğıt, 4-Kimya, 5-Taş, toprak(

cam, çimento)

**1936’dan sonra İkinci Sanayi Planı hazırlanmış ancak II.Dünya Savaşı nedeniyle söz konusu

Plandan vazgeçilerek İktisadi savunma Planı yürürlüğe konulmuştur.

1939-46 Dönemi

II.Dünya Savaşı yıllarına kadar 1927 ve 1932 yılları dışında sabit Fiyatlarla GSMH’nın sürekli arttığı görülmektedir. Yıllık ortalama yaklaşık % 8’lik bu hızlı büyüme, özellikle

**Bu dönemde Türkiye ekonomisinin ilk devalüasyonu 7 Eylül 1946 yılında yapılmıştır. Bir ABD dolarının T Fiyatı, T1.30’den T2.80’ye çıkarılmış, T % 115.4 oranında devalüe edilmiş başka bir deyişle değer yitirmiştir

*1939-46 yılları arasında büyüme oranı ortalama % 0.1 olmuştur. Bu dönemin sonu olan 1946 yılında siyasi açıdan önemli bir gelişme gerçekleşmiş, tek partili rejimden çok partili rejime geçilmiştir.

*Türkiye’nin 1929 Bunalımı ve İkinci Dünya Savaşı nedeniyle yaşadığı çok olumsuz koşullara rağmen, 1924-1946 yılları arasında gerçekleşen % 5.1 oranındaki büyüme hızı ve % 3,2 oranındaki kişi başına büyüme hızına ulaşması başarılı bir büyüme sergilemiştir.

1947-1960 Dönemi


Çok partili döneme geçiş ve liberal gelişmelerin yaşandığı iktisadi genişleme dönemidir.

Bu dönemde 1946-53 yılları temel olarak tarımsal gelişme yılları olmuş, tarımın ortalama büyüme hızı sanayinin büyüme oranını belirgin bir biçimde aşmıştır. 20



1961-1980 Dönemi

Planlı kalkınma dönemi başlamıştır.

**1980-1998 döneminde önce ticari ve daha sonra Finansal serbestleştirme gerçekleştirilerek dışa açık kalkınma stratejisi izlenmiştir. Türkiye temel olarak 1980 öncesi dönemde ithal ikamesine dayalı kalkınma stratejisini benimserken, 1980 sonrasında dışa açık, ihracata dayalı kalkınma stratejisini benimsemiştir.

**Temel olarak 1923- 1979 döneminde ortalama büyüme oranı % 5.4 iken 1980-2011 döneminde ortalama büyüme oranı % 4.11 olarak gerçekleşmiştir. Bu çerçevede 1980 öncesi dönemde ortalama

büyüme oranı 1980 sonrası döneme göre daha yüksek oranda gerçekleşmiştir.

2001 yılında sabit Fiyatlarla GSMH % 9.5 oranında daralmıştır. Mali piyasalarda başlayan iktisadi krizle birlikte hızlı sermaye çıkışları yaşanmış, ekonomide artan belirsizlikler, ekonomiye yönelik güven

kaybı iç talebin daralmasına ve iktisadi küçülmeye yol açmıştır.

2002-2007 Dönemi, Küresel Kriz ve Sonrası

2002 yılının ilk çeyreğinden itibaren hızlı büyüyen Türkiye ekonomisinde, 2002-2007 dönemi yıllık ortalama % 6.8 büyüme oranıyla nispeten yüksek büyüme performansının gösterildiği bir dönem olmuştur. Büyüme konusunda bu başarılı performansın gerçekleştirilmesinde, temelde Türkiye’de uygulanan yapısal reformlar ve makroekonomik politikalara paralel olarak ekonomide güven ortamının yaratılmasının yanında, önemli ölçüde sermaye girişine olanak sağlayan uluslararası piyasalarda olumlu koşullar etkili olmuştur.

Satınalma Gücü Paritesi (SGP): Ülkeler arasındaki Fiyat düzeyi farklılıklarını ortadan kaldırarak, farklı para birimlerinin satın alma gücünü eşitleyen bir değişim oranıdır. SGP, belirli bir mal ve hizmet sepetinin satın alınabilmesi için gereken ulusal para tutarlarının oranı şeklinde hesaplanmaktadır. Bu oran kullanılarak farklı para birimlerine dönüştürülen harcamalar, satın alınan mal ve hizmet hacmindeki farklılıkları yansıtarak, ülkeler arasında karşılaştırmaların daha güvenilir bir biçimde yapılmasına olanak sağlayan veriler sunmaktadır(

**Kişi başına gelirin yüksek olması ülkenin iktisadi ve sosyal yönden kalkınmış olduğunu göstermez. Petrol ihraç eden ülkelerde kişi başına gelir düzeyi yüksek olmasına rağmen düşük kalkınma düzeyine sahiptir. Bu nedenle uluslararası karşılaştırmalarda millî gelir ya da kişi başına düşen gelir düzeyi yanında ülkelerin okullaşma oranları, çocuk ölüm oranları, doğumda yaşam beklentisi, araştırma ve geliştirme harcamaları, sosyal güvenlik harcamaları, İnternet’e erişim, okunan gazete kitap sayısı, işgücünün sektörel dağılımı, elektrik tüketimi, gelir dağılımı gibi iktisadi ve sosyal göstergeler de dikkate alınır.

Türkiye daha düşük büyüme performansı göstermiştir. 1991, 1994, 1999, 2001 ve 2008 ve 2009 kriz yılları göz ardı edildiğinde Türkiye’nin dünya ve gelişmekte olan ülkelere kıyasla çok daha yüksek yaklaşık % 14 oranında büyüme performansı gösterdiği görülmektedir.

Türkiye’nin GSYH’sının Dünya GSYH’sı içindeki payı 2010 yılında % 1.17 olarak gerçekleşmiş, Türkiye 17. sırada yer almıştır(T.Kalkınma Bakanlığı, 2011:13).

2011 yılında Türkiye’nin GSYH’daki payı % 1.09 olacağı tahmin edilmekte ve ülke sıralamasında 18. sırada yer almaktadır.

**2000’li yıllarda makroekonomik istikrar sağlanmış, kronik enflasyon sorunu ortadan kaldırılmış, kamu net borç stoku ve kamu kesimi borçlanma

gereği önemli ölçüde azalmıştır.

2000’li yıllarda Polonya, Macaristan, Kore, Romanya, Bulgaristan, Tayland, Şili, Peru, Çin gibi ülkelerin kişi başına GSYH’nın büyüme oranı Türkiye’den daha yüksek düzeyde gerçekleşmiştir.

Büyüme olgusu arz ve talep veya harcamalar kaynaklı olmak üzere iki şekilde incelenebilir.

1-İktisadi büyüme talep kaynaklı olduğunda başka bir deyişle talep veya harcamalardaki artışlar yoluyla ortaya çıkan büyümenin ekonomi üzerinde kısa dönemli etkileri olacaktır.

2-Ülkelerin uzun vadeli büyüme potansiyeli ve performansında belirleyici olan ekonominin arz kaynaklı unsurları yani üretim faktörleridir.

Üretim faktörleri: Toprak, doğal kaynaklar, sermaye donanımı ve teknoloji düzeyi büyümeyi belirleyen temel üretim faktörleridir.

**Üretim faktörlerindeki artışlar uzun dönemde gerçekleştirilebileceğinden iktisadi büyüme analiz ve değerlendirmeleri çoğunlukla arz kaynaklı yapılmaktadır.

Türkiye ekonomisinde arz yanlı Kaynakları

Ülkelerin uzun vadeli büyüme potansiyeli ve performansında belirleyici olan ekonominin arz kaynaklı

unsurları yani üretim faktörleridir. Üretim faktörlerinin miktar ve verimliliklerindeki artışlar ile teknolojik değişme, iktisadi büyümenin temel belirleyicileridir. Türkiye ekonomisinde büyümenin arz yönlü kaynakları tarım, sanayi ve hizmetler sektörlerinin Gayrisafi Yurtiçi Hasıla(GSYH) içindeki paylarına bakılarak ortaya koyulabilir.

Bu çerçevede Türkiye’de tarımın payı 2011’de % 9.2, sanayinin payı % 27.2 hizmetlerin payı ise % 63.3 olarak gerçekleşmiştir. İktisadi büyümenin arz yönlü kaynakları üretim faktörlerinde niceliksel ve niteliksel artışlar dikkate 21



alınarak da değerlendirilebilir. Bu çerçevede sermaye stoku artışı, istihdam artışı ve toplam faktör verimliliğindeki artışa bakılarak, iktisadi büyümenin temel belirleyicileri görülebilir. Bu bağlamda Türkiye ekonomisi için Saygılı ve Cihan’ın yapmış oldukları çalışma bulguları ve DPT hesaplamaları büyümenin temel belirleyicisi olarak sermaye birikimini göstermektedir.

Türkiye ekonomisinde talep yanlı büyümenin Kaynakları

Ekonomide talep kaynaklı bileşenler de büyüme üzerinde etkilidir. Özellikle iç ve dış talep, bunların nispi büyüklükleri ülke büyümesinin iç talebe ya da ihracata başka bir deyişle dış talebe bağlı olarak gerçekleştiğini göstermesi bakımından önemlidir.

Türkiye ekonomisinde büyümenin talep açısından en önemli belirleyicileri tüketim, özellikle özel tüketim ve ağırlıklı olarak özel yatırımlardan oluşan nihai yurtiçi taleptir. 1998 yılında GSYH’nın % 56.9’unu oluşturan tüketim harcamaları zaman içinde artarak 2011 yılında GSYH’nın % 94’üne ulaşmıştır. Tüketim harcamalarının çok büyük bir kısmı özel tüketim harcamalarından oluşmaktadır. Kamu ve özel sektör

yatırım harcamalarının GSYH’daki payı 2011 yılında yaklaşık % 30 olarak gerçekleşmiş, bu yatırım harcamalarının % 25.6’sı özel yatırımlar %4.3’ü kamu yatırımlarından oluşmaktadır. Bu bağlamda talep yanlı büyümenin sürükleyicileri olarak özel tüketim ve yatırım harcamaları görülebilir.

Türkiye’nin orta vadeli amaçları ve öncelikleri ile ilişkili olarak oluşturulan Ön

Ulusal Kalkınma Planı(ÖUKP)’nın gelişme eksenleri

Gelişme Ekseni 1:
İşletmelerin rekabet gücünün artırılması

Gelişme Ekseni 2: İnsan kaynaklarının geliştirilmesi ve istihdamın artırılması

Gelişme Ekseni 3: Altyapı hizmetlerinin iyileştirilmesi ve çevrenin korunması

Gelişme Ekseni 4: Bölgelerin iktisadi gücünün artırılması, bölgeler arasındaki

gelişmişlik farklarının azaltılması ve kırsal kalkınmanın hızlandırılmasıdır

2012-2014 dönemini kapsayan Orta Vadeli Program (OVP)’de,

Ülkemizin refah seviyesinin artırılması nihai hedef doğrultusunda istikrarlı bir büyüme sürecinde istihdamı artırmak, mali disiplini sürdürmek, yurtiçi tasarrufları artırmak, cari açığı azaltmak ve böylece makroekonomik istikrarı güçlendirmek temel amaç olarak belirtilmektedir.

Türkiye’nin 2011 yılında büyüme hızı % 8,5 olarak gerçekleşmiştir. OVP’nin (2012-2014) 2011 yılı için öngördüğü büyüme oranı % 7,5’tir

Uzun Vadeli Kalkınma Amaç ve Stratejileri

*Türkiye’de 2001-2023 yılları arasında geçerli olacak uzun vadeli gelişme stratejisinin temel amacı; Türkiye’nin dünya standardında üretim yapan, gelirini daha adil paylaşan, insan hak ve sorumluluklarını güvence altına alan, hukukun üstünlüğünü, katılımcı demokrasiyi, laikliği, din ve vicdan özgürlüğünü en üst düzeyde gerçekleştiren, küresel düzeyde etkili bir dünya devleti olmasıdır.

*Bilgi toplumuna dönüşümün sağlanarak dünya hasılasından daha yüksek oranda pay alınması, toplumun

yaşam kalitesinin yükseltilmesi, evrensel bilim ve kültüre katkı ile bölgesel ve küresel düzeylerdeki kararlarda etkin söz sahipliği uzun dönemli gelişme stratejisinin önemli amaçları arasında yer almaktadır.

Türkiye’de 2007-2013 yıllarını kapsayan Dokuzuncu Kalkınma Planı ise “İstikrar içinde büyüyen, gelirini daha adil paylaşan, küresel ölçekte rekabet gücüne sahip, bilgi toplumuna dönüşen, AB’ye üyelik için uyum sürecini tamamlamış bir Türkiye” vizyonu ve Uzun Vadeli Strateji (2001-2023) çerçevesinde hazırlanmıştır. Dokuzuncu Kalkınma Planı döneminde iktisadi büyümenin ve sosyal kalkınmanın

istikrarlı bir yapıda sürdürülmesi ve plan vizyonunun gerçekleşmesi yolunda aşağıda belirtilen stratejik amaçlar, gelişme eksenleri olarak belirlenmiştir. Bunlar:

• Rekabet Gücünün Artırılması,

• İstihdamın Artırılması,

• Beşerî Gelişme ve Sosyal Dayanışmanın Güçlendirilmesi,

• Bölgesel Gelişmenin Sağlanması,

• Kamu Hizmetlerinde Kalitenin ve Etkinliğin Artırılmasıdır.,

*Günümüzde Türkiye’nin GSYH’sına en yüksek katkıyı Hizmetler sektörü yapmaktadır.

*2001-2010 döneminde büyümeye en büyük katkısı Sermaye Stokudur

*Wagner Yasası’na göre “İktisadi büyüme ile birlikte kamu harcamaları Artar”

*Türkiye’nin uzun vadeli gelişme stratejisi 2001-2023 yıllarını kapsar.
 
Üst