AÖF DERS NOTLARINA HOŞ GELDİN!

Ders notlarına erişmek için lütfen ücretsiz kayıt olunuz.

Ücretsiz Kayıt ol!

FİNAL İktisat Tarihi Final Ders Özeti (Güncel)

Moderator
Mesajlar
419
Tepkime puanı
28
Puanları
18
İKTİSAT TARİHİ

Ünite 5 –

Sanayi Devrimi Modern Ekonomik Büyüme Sanayi Devrimi ile birlikte dünya tarihinde ilk kez nüfus artışı ile hayat standartlarındaki yükselme birlikte gerçekleşmiştir. Sanayi öncesi bir ekonomiyi sanayileşmiş bir ekonomiden ayıran en temel özellik refah ve üretkenlik düzeyinin değişmez olmasıdır. Sanayi öncesi toplulukların kişi başına gelirlerinde ortaya çıkan değişmeleri belirleyen temel faktör nüfusun artış oranıdır. T. Malthus tarafından ortaya konan modele göre sanayi öncesi toplumlarda doğum oranı kişi başına gelirin artan, ölüm oranı ise düşen bir fonksiyonudur. İki oranın birbirine eşit olduğu bir kişi başına gelir seviyesinde nüfusun sabit kaldığı bir denge kurulur. Yeni bir üretim tekniği veya yeni bir kaynağın keşfi ya da yeni bir pazarın açılması gibi herhangi bir nedenle üretim artarsa, kısa dönemde gelirler yükselir. Fakat artan gelir ölüm oranlarını düşürür, doğum oranları ölüm oranlarını aşar ve nüfus artar. Artan nüfusun toprak ve doğal kaynaklar üzerinde yarattığı baskı nedeniyle azalan verimler kuralı nın işlemesi sonucu kişi başına gelirler düşer. Sonuçta yeni denge durumunda gelirler, başlangıçtaki geçimlik düzeyine geri döner. Ortaya çıkan ekonomik büyüme uzun dönemde sadece geçimlik bir gelir düzeyinde yaşayan daha kalabalık bir nüfusa neden olur. Sanayi öncesi ekonomilerde nüfus ve gelirler arasındaki bu denge yüzünden nüfus artışı ekonomik büyümeyi sınırlamaktaydı. Sanayi Devrimi bu sınırlamayı aşmanın tarihteki tek başarılı örneğini teşkil etmektedir. Böylece nüfus ve hayat standartları arasındaki nüfustaki artışın gelirlerde düşmeye yol açması şeklindeki demir bağ kırıldı. İngiltere’de başlayan ve daha sonra diğer ülkeleri de etkileyen Sanayi Devrimi daha çok insanın daha fazla mal ve hizmet elde etmesini sağlamıştır. Nitekim 1770-1860 arasında İngiliz nüfusu 3’e katlanmasına rağmen gelirler önemli ölçüde yükselebildi. Sanayi Devrimi bazı yapısal değişmeleri de içeren ve tarihte ilk kez hayat standartlarında kalıcı ve sürekli yükselme sağlayan başarılı bir ekonomik büyüme örneğidir. Simon Kuznets daha önceki büyüme örneklerinden bu önemli farkını vurgulamak için sanayileşmeyi ‘modern ekonomik büyüme’ olarak nitelendirmiştir. Sanayileşmenin en orijinal örneği İngiltere’de gerçekleşmiştir. İngiltere’deki Sanayi Devrimi, daha sonraki sanayileşme örneklerinden farklı olarak teknoloji transferi ya da sermaye akışı şeklinde dış yardım ve hükümet desteği olmaksızın kendiliğinden ve hür teşebbüs ekonomisi kuralları içinde ortaya çıkmıştı. Sanayi Devrimi’nin Açıklamaları Aslında Sanayi Devrimi pek çok özel ve istisnai şartın İngiltere’de son derece uygun bir şekilde bir araya gelmesinin sonucuydu. W. S. Jevons’un da ifade ettiği gibi Sanayi Devrimi olarak adlandırılan büyük değişimi ortaya çıkartan bazı elverişli zihni özelliklerin son derece özel nitelikteki maddi kaynaklarla bir araya gelmiş olmasıydı. Ancak yine de iktisat tarihçileri bu büyük değişimi anlayabilmek için tek nedene dayalı pek çok açıklama ileri sürmüşlerdir: Ü Sermaye teşkili oranındaki artışı, Sanayi Devrimi’nin nedeni olarak ileri süren bazı iktisat tarihçileri, bu artışı da ya yatırımları teşvik eden düşük faiz oranlarına ya da muhtemel yatırımcılara tesadüfî kazançlar sağlayarak zorunlu tasarruflar yaratan kar enflasyonuna bağlamışlardır. Walt Rostow, yatırım oranının milli gelirin %5’inden yaklaşık %10’una yükselmesini sürekli ekonomik büyümeye geçişin bir ön şartı olarak göstermiştir. Ü Bazı iktisat tarihçileri Sanayi Devrimi’ni, 16. yüzyıldaki coğrafi genişlemenin bir sonucu olarak dünya ticaretinde modern zamanlarda meydana gelen artışla açıklamışlardır. Bu görüşe göre dünya ticaretindeki artıştan en büyük payı İngiltere almış ve bu da İngiliz ihracat sanayisini uyararak genel ekonomik büyümeyi sağlamıştır. Ü Sanayi Devrimi’nin diğer bir açıklamasını teknolojik değişmeler teşkil etmektedir. Joel Mokyr’e göre Avrupa’da insanların fizik çevreleri hakkındaki yararlı bilgi stokunun ve olaylar arasındaki sebep-sonuç ilişkisinin kurulduğu deneylerin artmasını sağlayan 17. yüzyıldaki Bilim Devrimi ve 18. Yüzyıldaki Aydınlanma, Sanayi Devrimi’nin temel hazırlayıcısı olmuştur. Bilim alanında ortaya çıkan bu gelişmelerin sağladığı bilgi birikiminin sınaî makinelere ve iş organizasyonuna uygulanması ekonomik verimliliği yükseltmiştir. 2 Ü Sosyal davranışlarda ortaya çıkan köklü değişmeler Sanayi Devrimi’nin açıklanmasında kullanılan bir başka nedeni oluşturmaktadır. Felsefi ve dini düşüncelerdeki değişmelerin bir sonucu olarak çalışma ve tutumluluk insani erdemler olarak yüceltilmiş, servete karşı daha rasyonel bir ahlak anlayışı doğmuş ve serbest ekonomi gelişmişti. Sıkı çalışma, sabır, dürüstlük, rasyonellik, merak ve öğrenme arzusu gibi orta sınıflara ait değerler toplumun bütününe yayılarak ekonomik büyümeye elverişli bir kültürel çevre oluşturmuştu. Bütün bu değişmeler kapitalist teşebbüs ruhunun canlanmasını sağlamıştı. Ü İktisadi gelişme uygun bir kurumsal çerçeve içinde gerçekleşebilir. Hukuki ve sosyal çevre, doğal çevre gibi maddi gelişmeyi teşvik edici ya da engelleyici rol oynayabilir. On dokuzuncu yüzyıl İngiltere’sinde ekonomik faaliyetlerin çerçevesini oluşturan kurumsal yapı kişisel girişimciliğe ve teşebbüslere geniş imkân tanıyan, mesleki özgürlük ile coğrafi ve sosyal hareketliliğe izin veren, özel mülkiyete ve yasaların üstünlüğüne dayanan, maddi amaçlara ulaşmak için bilim ve aklı esas alan özellikleriyle sanayileşme için uygun bir ortam oluşturmuştur. Tüm bu faktörlerin Sanayi Devrimi olarak nitelenen büyük değişimde belirli bir rol oynadığı açıktır. Ancak sanayileşme teknolojik değil, daha çok sosyo-kültürel bir değişim hadisesidir. Sanayileşmede rol oynayan diğer bütün faktörler uygun bir sosyo-kültürel ortamda ortaya çıkabilir. Sanayi Devrimi’nin Zamanı Sanayi Devrimi’nin kronolojisi, iktisat tarihi literatüründe verimli bir tartışma kaynağı olmuştur. Bu tartışmaların asıl amacı temel değişim sürecinin sebepleri, niteliği ve sonuçlarını değerlendirebilmek için İngiliz sanayileşme tarihinin bir kronolojisini çıkarmaktı. ø İngiliz sanayileşme tecrübesini devrim kavramı çerçevesinde ele alan ilk iktisat tarihçisi Arnold Toynbee idi. Ona göre 1750’lerde İngiliz ekonomisinde köklü bir değişim başladı ve bunu 1850’lere doğru tamamlanan hızlı ve genel bir sanayileşme süreci izledi. ø John U. Nef tarihte devamlılığın esas olduğunu belirterek büyük ölçekli sanayinin ve teknolojik değişmenin başlangıçlarının 16 ve 17. yüzyıllara kadar götürülebileceğini; bu dönemdeki ekonomik gelişmelerin 18. yüzyılın ikinci yarısı ile 19. yüzyılın ilk yarısındaki değişmeler kadar önemli olduğunu savundu. ø J. H. Clapham ise 1850’lerde henüz sanayileşmenin pamuklu dokuma ve demir sanayileri ile sınırlı olduğunu; makineleşmenin ve fabrika sisteminin diğer alanlara yayılması suretiyle genel bir sanayileşmenin çok daha ileri tarihlerde tamamlandığını ileri sürdü. Sonuç olarak 1750 sanayileşmenin başlangıcı için geç, 1850 ise değişimin tamamlanması açısından erken bir tarih olarak değerlendirilmiştir. ø Yakın zamanlarda yapılan çalışmalarda ise Sanayi Devrimi’nin zamanı ile ilgili yorumlara, ekonomik büyüme hızıyla ve dış ticaretin gösterdiği gelişmeyle ilgili istatistik bilgiler yön vermektedir. Bu yeni yaklaşım, Sanayi Devrimi’ni İngiliz uluslararası ticaretinin yukarıya doğru önemli bir sıçrama gösterdiği 1780’lerden başlatmaktadır. Hatta W. Rostow Sanayi Devrimi’ni uzun bir süreçten çok, Toynbee gibi ani ve hızlı bir değişme olarak görmüş ve onu 1783-1802 gibi çok kısa bir döneme sıkıştıran bir teori geliştirmiştir. Rostow, ekonomik gelişmenin safhalarıyla ilgili modelinde 1783-1802 dönemini, İngiliz ekonomisinin sürekli büyüme için “kalkış” a geçtiği, modernleşmeye dönük güçlerin kesin bir başarı ya ulaştığı ve ekonomik gelişmeye doğru otomatik ve geri dönülmez bir değişimin başladığı bir zaman olarak tanımlamıştır. Tarımsal Değişmeler Başarılı sanayileşme ile yüksek zirai verimlilik arasında sıkı bir ilişki bulunmaktadır. Nüfusun bir bölümünün tarım dışında çalışmasına imkân verecek şekilde bir yiyecek fazlası üretilmesi tarım dışı sektörlerin gelişebilmesinin ön koşuludur. W. Rostow, ekonomik gelişmenin safhalarıyla ilgili teorisinde, tarımsal verimlilikte önemli bir artışın başarılı bir ‘kalkış’ için temel şart olduğunu ileri sürmüştür. Sanayileşmenin ortaya çıkmasına izin verecek olan yiyecek fazlası, ham maddeler, pazarlar ve sermaye için sanayi öncesi bir ekonomi tarıma bağımlıdır. Bu konuda Sanayi Devrimi’ni ilk yaşayan ülkenin tarihi deneyi özel bir ilgiye değer bulunmaktadır. 3 Sanayi Devrimi’nin ortaya çıktığı dönemde fiyatların yükselmesi, şehir nüfusunun artması ve taşıma imkânlarının gelişmesi ekili alanların genişlemesini, maliyet düşürücü teknik gelişmelerin yaygınlaşmasını, çiftçiliğin profesyonelleşmesini ve tarımın ticarileşmesini teşvik etti. İngiltere’de 17 ve 18. yüzyıllarda eski malikane ilişkilerinde giderek yoğunlaşan değişmeler ortaya çıktı. Açık tarla sisteminin yol açtığı güçlükler ve şehir pazarlarının yarattığı yeni imkânlar geleneksel şekilde tarım yapılan toprakların süratle azalmasına yol açtı. Çevirme işlemleri sonucunda açık tarla sistemi süratle tasfiye olmaya başladı. Tarıma açılan yeni topraklar da ayrı tarlalar halinde bölündü. İngiltere’deki zirai gelişme, parlamentonun toprak sahiplerince gerçekleştirilen sayısız zorunlu çevirme hareketine izin vermesi ile de kolaylaştırıldı.1830’lara gelmeden çevirme hareketi büyük ölçüde tamamlandı. Yüzlerce hektardan oluşan büyük çiftlikler yaygın işletme haline geldi. Böylece üretken olarak kullanılan toprakların alanı genişledi ve daha önemlisi açık tarla sisteminin teknolojik değişmeye getirdiği sınırlar ortadan kalkmış oldu. Yeni üretim tekniklerinin temel özellikleri sürekli ekim, yeni ürün rotasyon sistemleri ve tarla tarımı ile hayvansal üretim arasında daha iyi bir uyumun sağlanmasıydı. Buğday ve köklü bitkilerin düzgün çizgiler halinde ve bu çizgilerin arasındaki sıraların atla çekilen bir çapa ile işlenmesine imkân verecek uzaklıkta ekilmesi metodu, yeni sürekli ekim tekniklerinin temeliydi. Tohum ekme makinesi 1700’de yapıldı ve 1730’ların başında yaygın hale geldi. Roma döneminden beri saban dizaynında en büyük gelişme olan ve iki at ve bir insan aracılığıyla toprağın hızlı ve etkin bir şekilde sürülmesini sağlayan Rotherham’ın üçgen sabanı, 4 veya 6 ya da 8 öküz tarafından çekilen ve bir öküz sürücü ile bir sabancı tarafından izlenen geleneksel, yavaş dörtgen sabanın yerini aldı. İlk harman makineleri 1780’lerde yapıldı. Tarımsal verimliliğin yükselmesinde makineleşme kadar başka değişmeler de rol oynadı. 1790-1870 döneminde elle kullanılan araçlar şekil olarak geliştirildi ve tahıllar daha erken biçilmeye başlandı. Sık nadas uygulamaları terk edilerek baklagillerin de yer aldığı çeşitli rotasyon şekilleri benimsendi. Aynı topraklardan sırasıyla tarla ve çayır olarak yararlanıldı. Böylece hem etkin olarak ürün alınan alanlar genişledi, hem de hayvanlar için daha bol kış yemi sağlandı. Bütün bu yeniliklerin uygulandıkları bölgelerde birim toprak ya da iş gücünden elde edilen ürün miktarını büyük ölçüde artırdığı kesindir. Yeni tarım teknikleri, daha önce üretken olmayan yumuşak kumlu toprakları, değerli buğday yetiştiricisi bölgeler haline getirmiştir Bütün bu gelişmeler İngiliz tarımında beş önemli değişmeye neden oldu. 1) Çitçilik Orta Çağın ortak yararlanılan açık tarlaları yerine büyük ölçekli işletmelerde yapılmaya başlandı. 2) Bitkisel üretim daha önce işlenmeyen alanlara doğru genişledi, yoğun hayvan besiciliği benimsendi. 3) Daha önce gelenekler ve topluluğun ortaklaşa kararları ile yürütülen tarımsal faaliyetlere artık bilime ve deneye dayalı metotlar uygulanmaya başladı. 4) Kendi kendine yeterli bağımsız küçük üreticilerin yerini temel hayat standartları bakımından hava şartlarından çok ulusal ve uluslararası pazar şartlarına bağımlı hale gelen tarım işçileri aldı. 5) Tarımsal verimlilikte büyük bir artış görüldü. İngiltere’de tarım artan nüfusu ve özellikle de sanayi merkezlerinin kalabalık nüfusunu besleyerek, İngiliz sanayinin ürünlerine olan satınalma gücünü artırarak, sanayileşmeyi finanse etmek için gerekli kaynağın önemli bir kısmını sağlayarak ve sanayide istihdam edilebilecek bir iş gücü fazlasını serbest bırakarak sanayileşmeye önemli katkı sağlamıştır. Sınaî Teknoloji ve Yenilikler Sınaî Teknoloji: Sanayi kesiminde yer alan yönetim, iletişim, bilişim, enerji ve imalata ilişkin bütün teknolojilerdir. Yeniliğin Kaynakları Modern ekonomik büyüme ile ilgili kesin olan bir husus sürekli teknik değişime bağlı olmasıdır. Sanayi öncesi ekonomilerde üretim teknikleri normal olarak değişmeksizin ya da değiştirme düşüncesi olmaksızın kuşaktan kuşağa aktarılır, buna karşılık teknolojik gelişme istisnai ve kesintilidir. Sanayi Devrimi’nin başarısı, yeniliklerin hızını artırması ve onu sürekli bir akım haline çevirmesiydi. Bir ülkede yeniliklerin hızlanabilmesi için ekonomik teşvik ve teknik imkân en temel koşullardır. Genişleyen bir pazarın varlığı üreticileri yeni metotları denemeye teşvik eder. On dokuzuncu yüzyılda İngiliz mallarına olan iç ve dış talep artışı üreticilere arzlarını artırmaları yönünde önemli bir teşvik sağlamıştı. 4 Bir buluşun ekonomik önemi üretimde mevcut bir darboğazı kaldırdığı ya da daha önce karşılanamayan bir talebe cevap verdiği ölçüde artar. İngiltere’de 18. yüzyılın ortasından itibaren üretim sürecine uygulanmaya elverişli buluş ve fikirlerin akışında önemli ölçüde artış olmuştur. Buluşların yeniliğe dönüşmesini teşvik eden önemli bir değişme de fabrika sistemine geçişti. Üretim kararları girdilerin yapısını değiştirmenin kar açısından sonuçlarını değerlendirmeye alışkın profesyonel kapitalist müteşebbisin tam kontrolüne geçince kazançlı olabilecek yenilik imkânlarının belirlenmesi ve uygulanması ihtimali büyük ölçüde yükseldi. Yenilik kararlarının niteliğindeki bu köklü değişme, Sanayi Devrimi ile birlikte teknolojik değişimin hızının artışının ve bu hızlanmanın daha sonra 19 ve 20. yüzyıllar boyunca da devam etmesinin çok önemli bir nedeniydi. Yeniliklerin yaygınlaşmasının önünde çok çeşitli engeller vardı. i. Bir yeniliğin başkalarınca kullanımını yasaklayan patent hakları, imalatçıların geliştirdikleri yeni metotları rakiplerinden sır gibi saklamaları ve pek çok makinenin başlangıçta yetersiz ve verimsiz olması yeniliğin yaygınlaşmasını geciktiriyordu. ii. Yeni tekniklerin yayılmasını yavaşlatan diğer bir faktör de eski lonca sınırlamalarıydı. iii. Ayrıca hükümetlerin yeni endüstrileri teşvik etmek ya da eskilerini korumak için yaptıkları ayrıntılı üretim düzenlemeleri, uyguladıkları yüksek gümrük tarifeleri ve kurdukları devlet destekli tekeller teknolojik değişimi geciktirici bir etki yaratıyordu. Buharlı Makine Sanayi öncesi bir ekonomide yararlanılabilir enerji kaynakları kas, su ve rüzgar gücüydü. Bunların hiçbiri modern bir sınaî ekonomiyi destekleyebilecek bir şekle dönüşme imkânına sahip değildi. Su ve rüzgâr değirmenlerinden yüzyıllarca yararlanılmış ve onların yapılış şekillerinde pek çok iyileştirme sağlanmıştı. İlk buharlı makine bir su pompası olarak düşünülmüştü. İngiltere’de sanayide kömür kullanımının yaygınlaşmasıyla birlikte üretimde büyük bir artış oldu. 1550’lerde 200 bin ton olan kömür üretimi 1700’de 3, 1800’de ise 10 milyon tona yükseldi. Bu çapta bir artış daha derinlere inmeyi gerektirdiğinden madenlerde toprak seviyesinin altında biriken suyu dışarı atabilmek için pompalara ihtiyaç vardı. Bu sorunu çözmek için buharlı makine icat edildi. Buharlı makine icadı ve geliştirilmesi tamamen bilimsel bir temele dayanan ilk teknolojik yenilikti. Önce 1706’da Thomas Newcomen, kaba ve etkin olmayan bir makine yapmıştı. Bu makinenin en büyük eksiği, yaptığı işe göre yakıt tüketiminin çok fazla olmasıydı. 1760’larda James Watt, Newcomen’in makinesini önemli ölçüde geliştirdi. Birkaç yıl sonra Watt, pistonun karşılıklı hareketlerini dönme hareketine çeviren araçları icat edince buharlı makineler, tekstil fabrikalarının temel güç kaynağı haline geldi. Buharlı makine geniş bir alanda derhal uygulama imkânına sahipti. ® Su pompalama makinesine uygulanarak daha derin damarlardan ucuz olarak kömür çıkartılmasına imkân verdi. ® Körüklü ocaklara uygulanarak odun kömürü yerine kok kömürünün yakılmasını sağlayacak güçte hava basıncı sağladı. ® Demir ocakları mevsime ve bölgeye göre değişen su arzına bağımlı olmaktan kurtularak kömür ve demir kaynaklarının bulunduğu yerlerde sürekli işleyebildi. ® Buhar gücü sanayi makinelerine uygulanarak iplik ve dokuma fabrikalarına, bira imalathanelerine, un değirmenlerine ve kâğıt fabrikalarına enerji sağladı ve çok çeşitli sanayi dallarında büyük ölçekli işletmeler kurulmasını sınırlayan önemli bir engeli ortadan kaldırdı. ® On dokuzuncu yüzyılda lokomotiflere uygulanan buharlı makine, demir ve kömür gibi ağır ham maddelerin ülkenin her tarafına taşınmasını mümkün hale getirdi. ® Demir gemilere uygulanmasıyla Yeni Dünya’dan ucuz yiyecek ithalatını sağladı ve böylece sanayileşme sürecinin nihai sonucu olan uluslararası ihtisaslaşmayı teşvik etti. Buharlı makine, ucuz ve kolaylıkla kontrol edilebilen bir güç kaynağıydı: Kömürden sağlanan kimyasal enerjiyi, mekanik enerjiye dönüştürüyordu. Sınai teşebbüslerin artık nehir kenarlarında kurulması gerekmiyordu. Yakında bir kömür madeninin bulunması sanayinin yerini tayin eden temel faktör oldu. Bu gelişme, nüfusun ve üretimin geniş ölçüde coğrafi olarak yer değiştirmesine yol açtı. Avrupa’nın kömür bulunan alanları, başlıca nüfus yığılma merkezleri haline geldi. Fakat bu değişmeler uzun bir zaman aldı. On dokuzuncu yüzyıla kadar İngiltere’de bile buharlı makinenin sanayi üzerindeki etkisi tam olarak ortaya çıkmış değildi. 5 Pamuklu Dokuma Sanayi Profesör Rostow’un “ilk kalkışta sürükleyici sektör” olarak nitelediği, J. A. Schumpeter’in “İngiliz sanayileşme tarihi tek bir sanayinin tarihine indirgenebilir” derken kastettiği sanayi, pamuklu dokumaydı. Sanayi Devrimi öncesinde önem kazanan ve putting-out sistemi çerçevesinde organize olan dokuma sanayi, finansman ve dağıtım açısından büyük ölçekli sanayiye elverişli bir altyapıya sahipti. Ancak önemli olan yünlü kumaş üretimiydi. İngiliz çayırlarında yetişen koyunlar yüksek kaliteli bir yün sağlıyordu. Pamuklu kumaş sanayi, 17. yüzyılda iş gücünün bol ve bu nedenle ucuz olduğu Lancashire bölgesinde başlamıştı. Bölgenin nemli iklimi ve kireçsiz suyu, iplik yapma ve temizleme işlemlerine elverişliydi. Ayrıca bölgenin keten üreticisi olması üretimde keten ve pamuğun bir arada kullanıldığı bir dönemde pamuklu sanayinin bu bölgede yoğunlaşmasının bir diğer nedeniydi. Sanayinin bu şekilde bir merkezde toplanması, ölçek ekonomisinden doğan tasarrufların artması ve yeniliklerin hızlanması açısından elverişli bir ortam oluşturmaktaydı. Kumaş üretimi önce iplik yapımı ve daha sonra da dokuma olmak üzere iki ayrı safhada gerçekleşir. On yedinci yüzyılın başlarında iplik yapımı dokumaya göre çok daha emek yoğun bir faaliyetti. Bir dokuyucuya yeterli iplik üretmek için 3-4 iplik işçisine ihtiyaç vardı. Gerek iplik yapma ve gerekse dokuma safhasında iş gücünden tasarruf sağlayacak makineler icat etme çabaları daha 1730’larda başlamıştı. 1733’te John Kay, bir dokuyucunun iki kişinin işini yapmasına imkân veren uçan mekiği icat etti. Bu gelişme iplik talebini daha da artırarak iplik yapma dalında teknolojik buluşları teşvik etti. 1764’te James Hargreaves’in icat ettiği iplik yapma makinesi, mekanik güç gerektirmeyen basit bir alet olmasına rağmen iplik işçisinin verimini önemli ölçüde artırdı. Pamuklu kumaş alanındaki büyük değişimi sağlayan en önemli yenilik 1769’da patenti alınan Richard Arkwright’ın su gücüyle çalışan pamuk ipliği makinesi oldu. Böylece keten ipliği kadar dayanıklı bir pamuk ipliği elde edilebildiğinden artık pamuklu kumaşlarda keten ipliği kullanma zorunluluğu ortadan kalktı. İplik yapımı ile ilgili en önemli son yenilik Samuel Crompton’un çıkrık makinesiydi. 1774 ile 1779 arasında icat edilen ve Arkwright ile Hargreaves’in makinelerinin özelliklerini bir araya getiren bu makine, yalnız iş gücünden tasarruf sağlamakla kalmadı; aynı zamanda insani hünerlerin yerini aldı ve nispeten daha hünersiz iş gücü ile daha dayanıklı ve kaliteli iplik üretimine imkân verdi. Bu makine ile İngiliz üreticisi, Hintli üreticiyi kumaş kalitesi açısından geçti. 1790’larda buhar gücüyle çalıştırılmaya başlanmasından sonra pamuk ipliği yapımının temel aracı oldu. Böylece yeni bir üretim organizasyonu şekli olarak büyük ölçekli fabrika sistemine geçildi ve pamuk ipliği fabrikaları, kömürün ucuz ve iş gücünün bol olduğu şehirlerde kurulmaya başlandı. Tarihte ilk kez büyük bir temel sanayi, ithal bir ham maddeye dayalı olarak kurulmuştu. Pamuklu dokuma ürünleri yalnız pazar için değil, aynı zamanda ham madde için de uluslararası ticarete bağımlıydı. Pamuklu kumaş üretimindeki artış beraberinde ham pamuk talebi artışını getirdi. İngiltere’de pamuk üretilmediğinden ham pamuk ithalatındaki artış sanayinin gelişme hızının iyi bir göstergesidir. Ham pamuk talebindeki bu artış Amerika’nın güney bölgelerinde pamuk üretimini teşvik etti. Ancak kısa elyaflı Amerikan pamuğunu köle emeğiyle de olsa ayırmanın yol açtığı yüksek maliyetler nedeniyle, 1793’te Eli Whitney tarafından mekanik çıkrığın icadına kadar önemli bir artış görülmedi. Bundan sonra ABD’nin güney bölgeleri İngiliz pamuklu sanayine en çok ham pamuk sağlayan bölge oldu. 1860’ta İngiltere 500.000 tondan fazla ham pamuk ithal etmişti. Ayrıca pamuklu dokuma sanayi daha etkin beyazlatma malzemelerine, iplik makinelerine ve dokuma tezgâhlarına talep yaratarak kimya ve makine sanayilerinin gelişmesine önemli katkıda bulundu. Fabrika üretimi yeni pamuklu dokuma ürünleri en düşük gelirli grupların alabileceği kadar ucuz, yoksullar kadar zenginlerin de talep edebileceği kadar kaliteliydi; yumuşak iklimlerde olduğu kadar tropik bölgelerde de alıcı bulabiliyordu. Pamuklu ürünlerin fiyatlarındaki büyük düşüşler, yünlü ve keten kumaş sanayilerinin talebini etkileyerek onlarda da teknolojik gelişmeleri teşvik etti. Ancak bu ürünlerin gelenek ve düzenlemelere bağlı olmaları ve ham maddenin işlenmesinin mekanikleştirilmesinin arz ettiği güçlükler başarıyı geciktirdi. 6 Demir Sanayi 18. yüzyılın son çeyreğinde teknolojisi önemli ölçüde değişen bir diğer İngiliz sanayi kolu demir sanayi idi. Pamuklu dokumadaki gibi çok uzun zamandır mevcut olan bir ihtiyaç, teknolojik değişmenin sonucu olarak fiyatı ve kalitesi tamamen farklı bir malla karşılandı. Demir sanayindeki değişmeler pamuklu dokumada olduğundan daha az radikaldi. Demir alanındaki değişmenin pamuklu dokuma sanayinden ayrılan bir diğer özelliği de yerli ham maddelerin önemini artırmasıdır. Pamuklu dokuma sanayi, büyük çaptaki maliyet düşüşlerini iş gücünden tasarruf ederek başardı. Demir sanayinin pamuklu dokumadan bir diğer farkı, talebi dolaylı bir yatırım malı olması ve kısmen bu nedenle esnek olmayan bir talebe sahip bulunmasıdır. Bir yatırım malı sanayinin genişlemesi, genel ekonomik şartlara ve ürünlerini tüketen sanayilerin gelişmesine bağlıdır. Bu nedenle 19. yüzyılın ortalarına doğru demiryolları, lokomotifler, gemiler ve makineler demire talep yaratıncaya kadar demir fiyatı önemli ölçüde düştüğü halde demir talebindeki artışlar sınırlı kaldı. Demir sanayinin gelişerek pamuklu dokuma sanayine benzer bir hız kazanabilmesinden önce sanayileşmenin belirli bir düzeye ulaşması gerekliydi. 18. yüzyılın başlarında demiri kok kömürü ile eritme metodu keşfedildi. Daha önce ham kok kömürün ihtiva ettiği maddeler, onun kömür eritme işlerinde kullanılmasını güçleştiriyordu. Demir yapımında kömür kullanmak için ilk patent 1589’da alındı. Benzer patentler 17. yüzyılda da alınmaya devam etti. Onların hiçbiri Abraham Darby’nin kok kömürü ile demiri eritmeyi başardığı 1709’a kadar ticari olarak elverişli bir ürün elde edemedi. Darby’nin buluşu odun kömürüne dayalı demir sanayi için sonun başlangıcı oldu. İngiltere, demir üretimi için azalan odun kömürü arzına bağımlı olmaktan kurtulmuştu. Darby’nin tekniğinin yaygınlaşmasıyla demir, daha ucuz olarak üretilmeye başlandı. 1760’da 30.000 ton olan demir üretimi 19. yüzyılın ilk on yılında yıllık olarak çeyrek milyon tonun üzerine çıktı. Demir üretiminde başka önemli gelişmeler de oldu. 1780’lerde büyük miktarlarda yumuşak demir üretme imkânı doğdu. Bu demir işlenmeye daha elverişli olduğundan çok kolay kırılan dökme demire göre her amaç için daha uygundu. On sekizinci yüzyılda sanayinin önemli problemlerinden biri de doğru madeni parçalar üretmenin güçlüğüydü. Makine parçalarını ustalar, eğeler ve çelik kalemlerle işleyerek uyumu sağlıyorlardı. Madenleri çok ince olarak kesebilen torna tezgâhlarının icadı, bu güçlüğün çözümü konusunda önemli bir adım oldu. Demir sanayi İngiliz sanayileşmesinde hem geniş kapsamlı hem de teşvik edici önemli bir rol oynadı. Modern sanayinin ihtiyaç duyduğu bir malı bol ve ucuz olarak sağladı. Sanayileşme 18. yüzyılın sonunda dokuma alanındaki yeniliklerle başladı. Sanayileşmenin sürdürülebilmesi demir sanayindeki gelişmelerle mümkün oldu. 20. yüzyılda geri kalmışlıktan kurtulmak isteyen ülkeler çelik sanayini kurmayı ekonomik başarının temel bir şartı olarak gördüler. Uluslararası Ticaretin Katkıları Uluslararası ticaret, İngiltere’nin sanayileşmesine büyük katkılarda bulunmuştur. Bu katkılar özetle şöylece sıralanabilir: Ä Dış ticaret, İngiliz sanayinin ürünlerine talep yarattı. Ä Sanayi ürünlerinin sayısını artıran ve fiyatlarını ucuzlatan ham maddeleri elde etmesini sağlayan dış ticaret sayesinde İngiltere, nispeten esnek olmayan bir talebe sahip yünlü sanayine bağımlılıktan kurtularak daha esnek talepli ve teknolojik olarak benzer nitelikteki pamuklu sanayine geçebildi. Ä Uluslararası ticaret, yoksul ve az gelişmiş ülkelere İngiliz mallarını satın alma gücünü sağladı. Ä Uluslararası ticaret, sınaî ve zirai gelişmeyi finanse etmeyi kolaylaştıran ekonomik bir fazla yarattı. Uluslararası ticaretin kazançları tarıma, madenciliğe ve imalata aktı. Ä Uluslararası ticaret dış ticaretin olduğu kadar ülke içi ticaretin de gelişmesinde etkili olan kurumsal yapı ve iş ahlakının doğmasına yardımcı oldu. Dış ticaretin gereklerinden doğan düzenli pazarlama, sigorta, kalite kontrol ve ürünün standartlaştırılması sistemleri ülke içinde verimliliğin yükselmesine önemli ölçüde katkıda bulundu. Ä Uluslararası ticaretin genişlemesi büyük şehirlerin ve sanayi merkezlerinin gelişmesinin ana nedeniydi. Londra, Liverpool, Manchester ve Glasgow büyümelerinin önemli bir kısmını dış ticarete borçluydular. İngiliz sanayileşmesinin ilk safhalarının önemli bir özelliği olan taşıma alanındaki büyük ölçekli yatırımları doğrudan teşvik eden önemli bir faktör de bu gerçekten büyük şehirlerin ihtiyaçlarıydı. 7 Herhangi bir alanda sürekli ekonomik gelişmenin temel şartları olan sağlam iş ahlakı ölçüleri, ticari atılımcılık ve riske girmeye hazır maceracı bir tutum, uluslararası ticaret alanında nispeten daha süratle gelişti. Onlar olmaksızın dış ticaret mümkün olmazdı. Uluslararası ticaret İngiliz ekonomisini kaynak sınırlamalarından kurtararak ve sanayi için gerekli girdi fiyatlarının yükselmesine engel olarak sürekli iktisadi büyümeyi sağladı. Sanayi Devrimi’nin Sonuçları Sanayi Devrimi, Tarım Devriminden farklı olarak kısa sayılabilecek bir sürede önemli sonuçlara yol açtı. Bu sonuçlar şöylece özetlenebilir: Nüfus çok hızlı oranda artmaya başladı. Nüfus artışının nedenleri insanları n daha az hastalığa yakalanması, doğum oranlarının yükselmesi ve insan ömrünün uzamasıydı. Batı dünyası geçmişte benzeri olmayan bir hayat düzeyine ulaştı. Batı dünyasında tarım hâkim ekonomik faaliyet olma özelliğini yitirdi. Batı dünyası bir şehir toplumu haline geldi. Sürekli teknolojik değişme bir kural haline geldi. Modern bilim ve deneysel bilginin pazar için üretim sürecine geniş ölçüde ve sistematik olarak uygulanmasıyla yeni ürünler ve yeni üretim süreçleri ortaya çıktı. Üretimde daha çok makineden yararlanılması nedeniyle sabit maliyetlerin önemi arttı. Gelir ve servet dağılımında önemli değişmeler oldu. Avrupa’da Sanayi Devrimi öncesinde servet ve gelir eşitsizliği aşırı düzeydeydi. Sanayileşmenin ilk safhalarında gelir bölüşümü daha da eşitsiz hale geldi. Ancak zamanla sanayileşen toplumlarda insanlar arasında nispeten eşit dağılan ve toprak ve sermaye gibi devralınarak biriktirilemeyen tek gelir kaynağı olan emeğin önemi arttı. Böylece gelir ve servet eşitsizliği azaldı. Ekonomik faaliyet aile içi veya mahalli kullanımlardan çok ülke çapında ve uluslararası pazarlar için üretime doğru ihtisaslaşmaya yöneldi. Toprak dışındaki üretim araçları yani sermaye sahipliğinin ya da bu araçlarla ilişkinin belirlediği yeni sosyal ve mesleki sınıflar doğdu. Çok ortaklı şirketler ortaya çıktı. Ünite 6 – 19. Yüzyılda Ekonomik Değişmeler Nüfus ve Sosyal Yapı Nüfus Artışı 17. yüzyılın ortasından 18. yüzyılın ortasına kadar süren durgunluktan sonra Avrupa nüfusu yeniden artmaya başladı. On dokuzuncu yüzyılda dünya nüfusu % 70 artış göstererek 978 milyondan 1.650 milyona yükseldi. Yüz yıl içinde Asya’nın nüfusu üçte bir, Afrika’nın nüfusu dörtte bir oranında artarken Avrupa nüfusu iki katından fazla artarak 208 milyondan 430 milyona yükseldi. Böylece Avrupa nüfusunun dünya nüfusu içindeki oranı %21.2’den %26.8’e yükseldi. Ayrıca kitle halinde göçlerle Avrupalılar Latin Amerika, Avustralya ve Okyanusya’nın nüfusunun 3, Kuzey Amerika’nın nüfusunun ise 13 kat artmasına neden oldular. Avrupa ve bir bütün olarak dünya için bu artış oranları daha önce görülmemiş şeylerdi. Kısa dönemli dalgalanmalar dışında dünya nüfusu tarımın ortaya çıkışından 18. yüzyılın sonuna kadar her bin yılda ikiye katlanmıştı. On dokuzuncu yüzyılda Avrupa nüfusunun ikiye katlanması için yüzyıldan daha kısa bir süre yeterli oldu. 19. yüzyıldaki bu hızlı nüfus artışının temel nedeni ortalama hayat süresinin uzamasıydı. Bebeklerin ve yaşlıların ölüm oranlarında önemli bir değişme olmasa da çocukların ve orta yaşlı insanların ortalama hayat ümidi önemli ölçüde arttı. Yüzyıllarca 30 yılda sabit kalan Batı insanının ortalama hayat süresi 40’a yükseldi. Hayat süresindeki bu artış beslenme, sağlık ve özellikle de hijyen şartlarında ortaya çıkan köklü değişmelerden kaynaklanıyordu. Sanayi Devrimi kolay yıkanabilir ve ucuz pamuklu kumaş ve bitkisel yağlardan bol sabun üretilmesini mümkün kıldı. İlk defa sıradan insanlar da iç çamaşırı giyebildi, sabunla yıkanabildi. 19. yüzyılda Avrupa’nın en önde gelen sanayi ülkeleri olan İngiltere ve Almanya’da nüfus her yıl %1 artıyordu. Avrupa’nın en az sanayileşmiş ülkelerinden biri olan Rusya, Avrupa ülkeleri içinde %2 ile en yüksek nüfus artış oranına sahip ülkeydi. Bu rakamlar sanayileşme ile nüfus artışı arasında bir paralellik olmadığını göstermektedir. 19. yüzyılın son çeyreğinde deniz aşırı bölgelerden büyük miktarlarda tahıl ithaline imkân verecek şekilde taşımacılığın gelişmesinden önce, Avrupa’da nüfus artışını sınırlayıcı önemli bir faktör zirai 8 kaynakların yetersizliğiydi. On dokuzuncu yüzyılda ekim alanlarının genişlemesi ve zirai prodüktivitenin yükselmesi yiyecek kaynaklarını zenginleştirerek nüfus artışının önündeki engelleri kaldırdı. Ucuz ulaşım aynı zamanda göç hareketlerini de hızlandırdı. Göçler hem ülkelerin içinde, hem de uluslararası ölçülerde cereyan ediyordu. 1815 i1e 1914 arasında 60 milyon insan Avrupa’dan ayrıldı. Avrupa içinde ülkeler arası göç hareketleri de oldu. Şehirleşmenin Hızlanması 19. yüzyılda daha önemli bir göç hareketi ülkelerin içinde gerçekleşti. Tüm ülkelerde nüfusun bölgesel dağılımında önemli değişmeler görüldü. Fakat en önemli değişme şehirlerin nüfusunun büyümesiydi. On dokuzuncu yüzyılın başında, şehirleşme oranının yüksek olduğu İngiltere’de, nüfusun %30’u 2.000 ya da daha fazla nüfuslu merkezlerde yaşıyordu. Aşağı Ülkeler’de de durum aynıydı. İtalya, Batı Almanya ve Fransa’da şehirli nüfusun oranı, dörtte bir ile beşte bir arasındaydı. Avrupa’nı n diğer ülkelerinde ise şehirli nüfusun oranı %10’un altındaydı. Şehirleşme, sanayileşme ile birlikte 19. yüzyılda hız kazandı. 1850’de İngiliz nüfusunun yarısı 2.000 ya da daha fazla nüfuslu şehir veya kasabalarda yaşıyordu. 1900’de bu oran dörtte üçe yükseldi. Bu tarihte diğer sanayileşen ülkelerde de bu oran, en azından %50’ye yükselmişti. Şehirleşmeyle birlikte ortaya çıkan diğer bir önemli gelişme de büyük şehirlerde yaşayan nüfusun artışıydı. Tarihsel olarak şehirlerin büyümesinin önündeki ana engel şehirli nüfusun temel ihtiyaçlarının karşılanmasındaki güçlüklerdi. Sanayi öncesi toplumlarda tarım dışı faaliyetlerle uğraşan nüfusun bile çoğu kırsal bölgelerde yaşıyordu. Çünkü dokuma ve demir gibi sınai malların uzak pazarlara nakli, yiyecek ve ham maddelerin işçi merkezlerine taşınmasından daha kolaydı. Ancak: ³ Buhar gücünün ve fabrika sisteminin doğuşu ³ Demir sanayinde odun kömüründen kok kömürüne geçiş ve ulaştırma ³ Haberleşme alanındaki gelişmeler durumu değiştirdi. Fabrikalar iş gücünün belirli merkezlerde toplanmasını gerektirdi. Kömürün kazandığı büyük önem, çoğu büyük sanayi merkezlerinin kömür yataklarının yakınında kurulmasına neden oldu. Sosyal Yapıda Değişmeler Sanayileşme ve şehirleşme, nüfusun sosyal özelliklerinde de değişmelere yol açtı. Orta Çağda Avrupa toplumu üç sınıfa ayrılmıştı: è Asiller è Din adamları è Sıradan halk Modern Çağ’ın başlarında bu sınıflar çok az değişme göstermişti. Sosyal piramidin tepesindeki toprak sahibi yönetici sınıf içinde asiller ve yüksek din adamları yanında soylu olmayan kişiler de bulunuyordu. Sosyal piramidin ikinci tabakasında büyük tüccarların, yüksek devlet memurları ile avukat ve noter gibi meslek sahiplerinin yer aldığı üst orta sınıf bulunuyordu. Daha aşağıdaki alt orta sınıfa esnaf ve sanatkâr, perakendeci tüccar ve bağımsız küçük çiftçiler giriyordu. Piramidin en altını ise kiracı çiftçilerle hizmetkârlar ve tarım işçileri oluşturuyordu. Fransız İhtilalı’nın etkilerine rağmen 19. yüzyılda toprak sahibi aristokrasi, sosyal statüsünü ve gücünü koruyordu, ancak hızla büyüyen orta sınıflar, onların liderliklerini tehdit etmeye başlamışlardı. Yüzyıl içinde Avrupa ülkelerinde orta sınıflar önemli güç ve prestij kazandı. Tarımdan sanayiye kayış ve şehirlerin gelişmesi yeni sosyal sınıfların doğmasına neden oldu. On dokuzuncu yüzyılın başında nüfusun oldukça küçük bir bölümünü oluşturan şehirli işçi kesimi büyük bir sayısal üstünlük kazandı. Bu sınıfa ait grupların aralarında önemli farklar bulunmakla birlikte, ortak özellikleri geçimlerini sağlamak için emeklerini satmak zorunda olmalarıydı. Artık kişinin sosyal hiyerarşideki yerini büyük ölçüde hayatını nasıl kazandığı belirliyordu. 19. yüzyılda sanayileşmenin yol açtığı sosyal yapıyla ilgili bir diğer değişme de eğitimin yaygınlaşmasıydı. Avrupa ülkelerinin sanayileşme konusunda kazandıkları başarı ile nüfusun okuryazarlık düzeyi arasında büyük bir paralellik bulunuyordu. En ileri derecede sanayileşmiş Batı Avrupa ülkeleri, 1850’lerde %70-80’lere varan bir okuryazarlık oranına sahipti. 9 Eğitimin niteliği de değişti. Fransız İhtilalı’ndan sonra bedava eğitim fikri ve uygulaması Avrupa’da yaygınlaştı. Pek çok devlet kamu kaynaklarıyla finanse edilen yaygın ve etkin eğitim sistemleri kurdular. Ayrıca iyi eğitim veren özel bilim ve mühendislik okulları açıldı. Taşıma ve Haberleşme Alanındaki Gelişmeler Sosyal Sabit Sermaye Yatırımları Sanayileşmiş bir ekonomiyi, sanayi öncesi bir ekonomiden ayıran en önemli özelliklerden biri de daha zengin bir sermaye stokuna sahip olmasıdır. Bu ‘sosyal sabit sermaye’nin büyük bölümü limanlar, yollar, köprüler, kanallar, demiryolları gibi taşıma tesislerine yatırılmış sermayeden oluşur. ® Sosyal sabit sermaye yatırımları kişisel teşebbüsün normal olarak finanse edebileceğinden çok daha fazla sermaye harcamasını gerektirir. ® Tamamlanmaları ve yeterli bir kazanç getirmesi uzun zaman alır ve yatırımı gerçekleştiren müteşebbisten çok, dolaylı şekilde bir bütün olarak topluma yarar sağlar. Bu nedenlerle sosyal sabit sermaye yatırımları kişilerden çok hükümetler veya uluslararası şirketler tarafından yapılır ve gerekli olan büyük miktarlara ulaşan sermaye en kolay olarak vergileme ya da dış borçlanma yoluyla sağlanır. Sanayileşme güvenilir, yüksek kapasiteli ve ucuz maliyetli bir taşıma sistemine gerek gösteriyordu. Yollar ve kanallar 18. yüzyılın ikinci yarısı ile 19. yüzyılın başlarında çoğu Avrupa ülkelerinde sürekli bir gelişme gösterdi. Mallar ve insanlar bu yollarda ve kanallarda daha süratli bir şekilde ve daha ucuza taşınmaya başlandı. Demiryolları 1830’da ilk başarılı buharlı tren demiryolu açıldı. On dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren demiryolları sosyal sabit sermaye yatırımlarının önemli bir bölümünü oluşturdu. On dokuzuncu yüzyılda sanayileşme kömür ve demire dayalı olarak gelişmişti ve demiryolları bu hacimli ve ağır ham maddelerin süratle ve ucuz olarak taşınabilmesi için gerekliydi. Buharlı lokomotif 19. yüzyılda sanayileşmenin yalnız sembolü değil, aynı zamanda onun en önemli aracıydı. Demiryolları ucuz, hızlı ve güvenilir bir taşıma imkânı sağlamakla kalmadı; demir, kömür, kereste, tuğla ve makinelere yarattığı taleple bunları sağlayan sanayilere önemli bir teşvik unsuru oldu. Demiryollarının tüm dünyadaki gelişme hızı da olağanüstüydü. 1840’da dünyadaki demiryollarının uzunluğu 7.200 km iken, bu sayı 1910’da 935.300 km’ye ulaştı. Bu demiryollarının %70’i özel teşebbüse aitti. Özellikle Avrupa ve Kuzey Amerika oldukça yoğun bir demiryolu şebekesi ile kaplanmıştı. Demiryolu inşasının sonuçları büyük oldu. Yalnız hafif mallar ve insanlar değil, aynı zamanda kömür, buğday ve demir cevheri gibi ağır ve hacimli malların da ucuz ve hızlı olarak kara üzerinden taşınması mümkün hale geldi. Daha önce taşıma güçlükleri yüzünden kısmen işletilen demir ve kömür alanları zengin sanayi merkezleri oldu. Ticari ziraat yaygınlaştı. Artık uzak köyler bile demiryolu sayesinde şehir pazarlarına kolaylıkla mallarını taşıyabiliyorlardı. Demiryollarının insanlar tarafından inşa edilmesi, pratik mühendislik problemlerine bilimin uygulanmasını temsil etmesi, bir kitle pazarını beslemesi ve uzun bir zaman ufkunu dikkate alan büyük sermaye harcamasını içermesi Sanayi Devriminin özünde de olan özelliklerdi. Büyük demiryolu şirketleri yeni bir yönetim modelini de ortaya çıkardı. Bir demiryolu sistemini işletmenin pek çok karmaşık teknik, idari ve mali problemin çözümünü zorunlu kılması profesyonel yöneticiliğin doğmasına zemin hazırladı. Böylece bu tür şirketlerde yönetimle mülkiyet birbirinden ayrıldı. Öte yandan demiryolları sermaye-yoğun yatırımlar olduğundan 19. yüzyılda uluslararası sermayenin en önemli ilgi alanlarından biriydi. Dönemin sermaye borsalarında işlem gören hisselerin büyük bir bölümü demiryolu şirketlerine aitti. Buharlı Gemi Taşımacılığı Buharlı gemiler, lokomotiflerden daha önce gelişmekle birlikte yüzyılın sonuna kadar sınaî ve ticari genişlemede daha sınırlı bir rol oynadılar. İlk başarılı buharlı gemi l807’de yapıldı, fakat uzun yıllar kısa mesafeler arasında kullanılabildi.1840’larda buharlı gemiler, insan ve posta taşıma aracı olarak yelkenli gemilerin yerini almaya başladı. Ancak bu gemilerde makineler ve kömür çok yer kapladığından, 19. yüzyılın sonlarına kadar yelkenli gemiler çok uzak mesafelerde yük taşıma aracı olarak üstünlüklerini korudular. 10 Buharlı gemilerde hız artışı oldu. 1838’de saatte 10 mil yol alınabilirken 1907’de bu hız 29 mile yükseldi. 1839’da demir ve 1879’da çelik iskeletlerin yapılmaya başlanmasıyla gemilerin büyüklüğü artırıldı. 1869’da Süveyş ve 1914’te Panama kanallarının açılması okyanuslarda mesafeleri önemli ölçüde kısalttı. Böylece Avrupa ile Asya pazarları birbirine yakınlaştı. Bütün bu teknolojik gelişmeler 1900’e kadar okyanus ötesi taşıma maliyetlerinde önemli düşmeler sağladı. Taşıma alanındaki bu gelişmelerin bir başka önemli sonucu, sermaye tasarrufu sağlamasıydı. Taşıma sisteminin yetersiz olduğu dönemde ani bir talebi karşılayabilmek için tüccar sermayesinin önemli bir kısmını mal stoklarına bağlamak zorundaydı. Malların ülkenin her tarafına düzenli ve süratli bir şekilde akması, hem mal stoklarının küçültülmesine imkân verdi hem de herhangi bir anda yoldaki malların miktarını azalttı ve bozulma, soygun ya da hırsızlık gibi nedenlerle uğranılan kayıplardan kısmen kurtulmayı mümkün kıldı. Taşıma alanındaki gelişmeler, aynı zamanda ağır ham maddelerin taşıma maliyetlerinde çok büyük düşüşler sağladı. Haberleşme Alanındaki Gelişmeler Haberleşme alanında da önemli gelişmeler oldu. Ñ Düzenli posta hizmetleri kuruldu. Ñ 1844’te telgrafın icadından sonra kısa sürede Amerika ve Avrupa’daki büyük şehirlerin önemli bir bölümü telgrafla birbirine bağlandı. Ñ 1876’da patenti alınan telefon, haberleşmede önemli bir adım oldu. l895’te telsiz haberleşme mümkün hale geldi. Taşıma ve haberleşme alanındaki bu değişmelerin etkisi dünyanın ekonomik açıdan bütünleşmesi oldu. Londra ve Chicago’daki fiyatlar dünyanın her tarafında alınan kararlar üzerinde etkili olmaya başladı. Tarımsal Gelişme ve Organizasyon Bilimsel Tarım ve Verimlilik Artışı Bilimsel tarımın gelişmesinden önce gerçekleştirilen en önemli zirai yenilik, toprakların ekili arazi ve çayır olarak ayrılması yerine aynı topraklara sırasıyla tarla ürünleri ve çayır bitkileri ekilmesi uygulamasının başlamasıydı. Bu yeni uygulama önemli gelişmelere yol açtı. ° Baklagilleri de içeren gelişmiş rotasyon şekilleri toprağın verimliliğinin yenilenmesine yardımcı olurken beslenen hayvan sayısının artışı daha çok et, süt ve yün elde edilmesine imkân verdi. Ayrıca pek çok çiftçi ve toprak sahibi hayvan besiciliğine başlamıştı. ° Gelişmiş rotasyon sistemlerinin ve hayvan besiciliğinin önünü açan temel gelişme, açık tarla sisteminin tasfiye edilerek tarlaların toplulaştırılmasıydı. ° Tarlalar yabani otlardan çok daha iyi temizlendi. ° Hayvan besiciliği sayesinde çekim hayvanlarının gücü ve ağırlığı artırıldı. ° Çiftlik aletleri önemli ölçüde geliştirildi. ° Drenaj alanındaki gelişmeler sayesinde geniş bataklık alanların kurutularak tarıma açılması sağlandı. ° Çeşitli ürünlerle, makinelerle, gübrelerle, rotasyonlarla, hayvan besiciliğiyle, tohum çeşitleriyle ilgili denemeler yapıldı. ° En son gelişmeleri yansıtan tarım dergileri yayınlanmaya başlandı. ° Yeni ürünler, ileri tarım metotları, tohum geliştirme ve hayvan besiciliği çalışmaları ile etkin rotasyon sistemleri, Batı Avrupa’da yiyecek üretiminin büyük ölçüde artmasını sağladı. İki yeni ürün, tarımdaki üretim artışında önemli rol oynadı. ° Patates bir dönüm topraktan elde edilebilen ürünün kalori miktarını 4 katına çıkardı. Şeker pancarı ise insanlar için şeker sağlamakla kalmadı, artıkları ile değerli bir sığır besi yemi oldu. ° Avrupa’da zirai üretim çeşitli kimyevi gübrelerin kullanılışı ile de arttı. Toprağın verimliliğinin sürekli ekime rağmen korunması mümkün oldu. 1840’lardan itibaren kimyevi gübreler, Avrupa çiftçisi tarafından yaygın kabul gördü. Zirai teknolojideki bu değişmeler tüm Avrupa’da aynı dönemde benimsenmedi. 1870’lere kadar İngiltere, Almanya, Hollanda, Belçika ve Danimarka zirai gelişmede önde geliyorlardı. Zirai Organizasyon Tüm Batı Avrupa’da ve Doğu Avrupa’nın bazı kısımlarında, Orta Çağın dağılmış çizgi şeklindeki tarlaları birleştirilerek tek parça halinde toplandı. Böylece kişisel mülkiyet altındaki toprakların sınırları açıkça 11 belirlenmiş oldu, malikânenin ortaklaşa ziraat geleneğinin getirdiği sınırlar ortadan kalktı; her çiftçi istediği ürünü üretme serbestliğine kavuştu. İşletmelerin bu şekilde bütünleştirilmesiyle iki farklı zirai organizasyon tarzı ortaya çıktı. Yüzlerce hektardan meydana gelen büyük çiftliklerin hakim işletme tipi haline geldiği İngiltere ve Kuzeydoğu Almanya’da 18. yüzyılın sonlarında ve 19. yüzyılın başlarında pek çok küçük çiftçi ya topraklarından kovuldular ve yığın halinde sanayi şehirlerine göç ettiler ya da büyük çiftliklerde çalışan ücretli işçi durumuna düştüler. Serflik: Latince "köle" anlamını taşıyan "servus"tan gelme bir kelime olan serf, feodal toplumda bir toprağa ve bir lorda bağlı kişiye denirdi. Serfler efendileri olan lordların birer malı gibiydiler ve özgürlükleri, iyi yaşama hakları yoktu ve yaşamak için üretirlerdi. Köleden tek farkları üzerinde yaşadıkları, işleyip ürün elde ettikleri toprakla satılmalarıydı. Fransız İhtilali Fransa’da serfliğe son verirken 1810’da Prusya’da, 1848’de Avusturya’da, 1861’de de Rusya’da serflik son buldu. Serflerin daha önce tabi olduğu birtakım hukuki sınırlamalar kaldırıldı. Topraklar ise toprak sahipleri ile eski serfler arasında her hükümet tarafından belirlenen farklı esaslara göre paylaştırıldı. Serfliğin kaldırılmasının uzun dönemdeki sonucu, toprakların köylülerin eline geçmesi oldu. Özellikle Avusturya ve Rusya’da toprak sahiplerinin büyük bir çoğunluğu ücretli iş gücü kullanarak çiftçilikle uğraşmaktansa, küçük parçalar halinde topraklarını satmayı ya da kiraya vermeyi ve rantiye bir hayat sürdürmeyi tercih ettiler. Ayrıca 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında hükümet politikaları da toprağın köylü lehine bölüşümünü teşvik ediyordu. Yalnız Batı Avrupa şehirlerine arz etmek üzere büyük ölçüde hububat fazlası üreten Macaristan, Ukrayna ve Romanya’nın zengin tarım alanlarında, toprak sahipleri topraklarını işleterek dış pazarlara ürün ihraç etmeyi karlı buldular. Sınaî Teknoloji ve Organizasyon Bilim ve Teknoloji İlişkisinin Gelişmesi Sanayi Devrimi ile birlikte insan sistematik olarak ve bilerek fen bilimleriyle ilgili teorileri, ekonomik üretim süreçlerine uygulamaya başladı. Artık “insan, icat etmenin metodunu keşfetti.” Teknolojinin bilimsel tecrübeler ışığında sürekli olarak geliştirilmesi fikri bir anda doğmadı. Ancak bilimin ekonomik süreçlere uygulanması 18. yüzyılda ve hatta 19. yüzyılın başlarında çok sınırlıydı. 18. yüzyılın sınaî yenilikleri, fen bilimleri ile çok az yakınlığı olan sanatkâr esnaf ve müteşebbislerce geçekleştirilmişti. 19. yüzyılda bu durum değişti. m Teori ve pratiğin bir araya geldiği mühendis okulları açıldı. m Bilim adamları sanayi ve tarımın pratik problemlerine daha fazla ilgi göstermeye başladılar. m Bilimsel ilerleme teknolojik ilerlemenin ön şartı haline geldi. m Bilim adamları ve mühendisler ile müteşebbisler arasında sıkı bir iş birliği doğdu. m Bilim yalnız elektrik, optik ve organik kimya gibi yeni sanayilerde değil, metalürji, enerji üretimi ve gıda gibi sınaî alanlarla tarımda da teknik gelişmeyi etkiledi. On dokuzuncu yüzyılın sonunda sınaî teşebbüsler artık özel araştırma elemanları bulunduruyorlardı. Enerji Alanındaki Gelişmeler 19. yüzyılda sanayide teknolojik gelişmelerin en önemli alanlarından birisi enerji üretimiydi. İlk önemli gelişme Watt’ın emniyetsiz ve uygulanamaz bulduğu yüksek basınçlı makinelerin icadı oldu. Böylece buharlı makinelerden gemilerde ve lokomotiflerde yararlanılabilirken sanayide güç kaynağı olarak kullanımı da yaygınlaştı. Elektrik enerjisi üretiminde 19. yüzyılın başlarında önemli gelişmeler oldu. Fakat ekonomik olarak etkin bir elektrik üretiminin gerçekleştirilememesi onun sınai kullanımını engelliyordu. 1873’te hidrolik türbinin dinamoya bağlanması yoluyla elektrik üretilmesi, su kaynakları bakımından zengin fakat kömür yataklarından yoksun bölgelerin enerji ihtiyaçlarını sağlayabilmelerine imkân vererek uzun dönemde önemli sonuçlara yol açan bir buluş oldu. Daha sonra buhar türbinlerinin icadı, elektrik üretimini su kaynaklarına bağımlı olmaktan kurtardı ve enerji dengesini yeniden kömür ve buhara kaydırdı. Ancak hidroelektrik enerji, kömür kaynakları bakımından yetersiz ülkeler için önemini korudu. Elektrik enerjisinin pratik kullanımıyla ilgili de önemli gelişmeler oldu. Elektrikten ilk önce fabrikalarda, mağazalarda ve kamu binalarında aydınlanma amacıyla yararlanıldı. Ancak kısa süre içinde elektriğin aydınlanma dışında kullanımı da yaygınlaştı. 1879’da elektrik lambası ile elektrikli tramvay icat edildi. Elektrik motorları pek çok sınai kullanım alanı buldu. Elektrikten ısı kaynağı olarak yararlanılmaya başlandı. Böylece madenlerin, özellikle de yeni keşfedilen alüminyumun eritilmesinde elektrik kullanıldı. 12 Petrol, 19. yüzyılın ikinci yarısında önem kazanan bir diğer enerji kaynağı idi. Daha önce keşfedilmiş olmasına rağmen petrolün ticari kullanımı 1860’larda başladı. Çeşitli petrol ürünleri önce aydınlanmada, ısınmada ve makinelerin hareketli parçalarının yağlanmasında kullanıldı. Benzin veya mazotu yakıt olarak kullanan içten yanmalı motorların icadı, petrole yepyeni bir önem kazandırdı. Bu motorların en yaygın kullanım alanı otomobil, kamyon ve otobüs gibi taşıma araçlarıydı. Bu motorlar Fransız Armand Peugeot, Louis Renault ve Andre Citroen, İngiliz William Morris ve Amerikalı Henry Ford gibi müteşebbislerin elinde 20. yüzyılın en büyük sanayi kollarından birinin doğuşunu mümkün kıldı. İçten yanmalı motorlardan 20. yüzyılda uçak sanayinde de yararlanıldı. Kimya Sanayinin Doğuşu ve Etkileri 19. yüzyılda ticari kullanıma yönelik pek çok yeni maddenin üretimine başlandı. Kimya sanayi, yeni ürün ve süreçlerin doğuşuna öncülük etti. Suni soda, sülfürik asit ve dokuma sanayinde kullanılan pek çok kimyevi madde daha önce ortaya çıkmıştı. ø 1856’da bir İngiliz kimyacısı, mor boyayı elde etti. Yirmi yıl içinde sanayide doğal boyaların yerini alan sentetik boyalar, organik kimya sanayinin de başlangıcı oldu. ø İlaçlar, patlayıcılar, fotoğraf malzemeleri ve sentetik dokuma ham maddeleri gibi çok çeşitli ürünler elde edildi. Daha önce kok kömürünün yakılması sonucu çıkan zararlı bir yan ürün olarak kabul edilen katran, bu sanayilerin çoğunun ana ham maddesiydi. ø Kimya sanayi tarımı da etkiledi. Toprağın bilimsel olarak incelenmesi, daha gelişmiş tarım tekniklerine ve suni gübrelerin doğuşuna yol açtı. ø Konserve olarak ve dondurularak yiyeceklerin saklanabilmesi hem beslenme alışkanlıklarını değiştirdi hem de Yeni Dünya’dan, Avustralya’dan ve Asya’dan daha önce ithal edilemeyen pek çok yiyeceğin ithalini kolaylaştırarak Avrupa nüfusunun kendi zirai imkânlarıyla besleyebileceğinden daha fazla artmasını mümkün kıldı. ø Kimya sanayinin gelişmesi organik üretim sistemlerinin yerini modern dünyanın inorganik üretim sistemlerine bırakmasına neden oldu. Yiyecek, giyecek, enerji ve inşa malzemelerinin büyük bölümü 1800 öncesinde organik yöntemler kullanan tarım sektöründe üretilmekteydi. Organik üretim sisteminde üretimi sınırlayan önemli bir faktör, kullanılan girdinin uzun dönemde aynen geri kazandırılmasının zorunlu olmasıydı. Metalürji Alanında Gelişmeler Kimya, metalürji sanayinde de önemli gelişmelere neden oldu. On dokuzuncu yüzyılın başlarında ekonomik önemi olan madenler İlk Çağda bilinenlerden ibaretti: Demir, bakır, kurşun, kalay, cıva, altın ve gümüş. ] On sekizinci yüzyılın büyük kimyacısı Antoine Lavosier’ye atfedilen kimya devriminden sonra çinko, alüminyum, nikel, magnezyum ve krom gibi pek çok yeni maden keşfedildi. ] Bilim adamları ve sanayiciler bu madenler için yeni kullanım alanları ve daha ekonomik üretim metotları buldular. Pek çok maden alaşımı elde edildi. ] On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında pek çok farklı alaşımlı çelik türü üretildi. ] Metalürji alanındaki ana değişme çeliğin ucuzlaması ve bunun sonucu olarak kullanımının yaygınlaşmasıydı. On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında demir sanayindeki tek önemli teknolojik yenilik sıcak hava tazyikiydi. Fırında kullanılan havanın önceden ısıtılmasıyla yakıtın daha mükemmel yanması sağlandı. Böylece yakıt tüketimi azaltıldı ve eritme süreci hızlandırılmış oldu. Ancak demir sanayindeki en çarpıcı teknolojik değişme yüzyılın ikinci yarısında çelik üretiminde gerçekleşti. Çelik demirin özel bir şeklidir: Dökme demirden daha az fakat işlenmiş demirden daha çok karbon içerir. Bu nedenle de çelik, dökme demirden daha zor kırılır; işlenmiş demire göre daha sert ve dayanıklıdır. Çelik yüzyıllardan beri üretilmekteydi fakat yüksek maliyetli olduğu için kullanımı sınırlıydı. ] 1856’da Henry Bessemer adlı bir İngiliz mucit, eritilmiş demirden doğrudan çelik üretme metodunun patentini aldı. Yeni metotla eritilmiş madenin içine hava üşenerek fazla karbonun yanması sağlanıyordu. Böylece tavlama işine gerek kalmıyor ve kalite olarak daha üstün bir ürün elde ediliyordu. Üretimi süratle artan yeni çelik çeşitli kullanımlar için demirin yerini aldı. Bu alanda daha sonra ortaya çıkan teknolojik gelişmeler hem kalitenin yükselmesini sağladı hem de fosfor bakımından zengin demir cevherlerinden de yararlanmaya imkân verdi. 13 ] Çelik sanayinin gelişmesi gerek çelik kullanan, gerekse çelik sanayine ham madde sağlayan sanayilerde derin etkilere yol açtı. Çelik raylar, demir raylardan daha uzun ömürlü ve daha sağlamdı. Çelik, gemi sanayinde daha büyük, daha hafif ve daha hızlı gemilerin yapılmasına imkân verirken savaş gemilerinin daha sağlam bir zırha kavuşmasını sağladı. Binalarda çelik kullanılması gökdelenleri mümkün kıldı. Çelik kısa sürede, pek çok kullanım alanında demir ve ağacın yerini aldı. ] Bu temel değişmelere ilaveten binlerce yenilik, makine üretiminin etkinliğini artırdı. Her üretim alanı mekanizasyondan büyük ölçüde etkilendi. Makinede yapılan üretim malların fiyatlarını düşürdü ve günlük tüketime elverişli malların sayısı oldukça çoğaldı. ] İnsanların hayat standardı yükseldi. ] Ekonomik hayatın sosyal organizasyonunda yapılan bir dizi ayarlama, yüzyılın sonuna doğru hayat şartlarındaki iyileşmelerden daha geniş kesimlerin yararlanmasını mümkün kıldı. Sınaî Organizasyonda Değişmeler Makineleşme sınaî organizasyonu da etkiledi. ; Enerjiyle çalışan makinelerin yaygınlaşması ile fabrikalar sınaî organizasyonun hâkim şekli oldu. Buna karşılık el imalatı ve putting-out sistemi önemini yitirdi. ; El imalatı, hafif makinelerin ve usta insanların kitle üretiminden daha kaliteli mallar çıkardığı bazı alanlarla sınırlı kaldı. ; 1830’lardan sonra fabrikalar ve kitle üretimi, tekstil ve metalürji sanayilerinden diğer alanlara yayıldı. ; Sanayileşme, sabit sermayenin önemini artırdı. Değişken sermayenin avantajı daha kolaylıkla paraya çevrilebilir ve bundan dolayı da kullanım alanları arasında daha akışkan olmasıydı. 19. yüzyıl öncesinde bir müteşebbis ticaretin veya sanayinin bir dalından diğerine kısa bir süre içinde kolaylıkla geçebilirdi. Çünkü o sermayesinin küçük bir bölümünü belirli bir sanayi dalına ait pahalı binalara ve makinelere yatırmıştı. Yeni sistem altında ise müteşebbis artan ölçüde ihtisaslaşmak ve yatırım kararlarını alırken çok daha büyük riskler üstlenmek zorunda kaldı. ; Öte yandan sabit sermaye değişken sermayeye göre çok daha uzun bir sürede geri döneceği için uzun dönemli finansman araçlarına ihtiyaç doğdu ve bu da yatırım bankalarının önem kazanmasına neden oldu. ; Sınaî organizasyonla ilgili diğer bir gelişme, ilk sınaî gelişme safhalarını karakterize eden ortakların tüm mal varlıklarıyla borçlardan sorumlu olduğu anonim ortaklıkların ve kişisel firmaların yerini sınırlı sorumluluğa dayalı şirketlerin almasıydı. Yapılan düzenlemelerle şirketlere hukuki bir şahsiyet kazandırıldı ve yatırımcıların sınırlı sorumluluğu esası getirildi. Böylece küçük yatırımcıların, şirketin iflas etmesi halinde bütün borçlardan sorumlu olma riski altına girmeksizin tasarrufları ile hisse senedi satın alarak sanayiye ortak olmaları sağlandı. Bu ise sanayiye sermaye akışını kolaylaştırdı. ; Şirketlerle ilgili değişmenin diğer bir yönü ise büyüklüklerinin artmasıydı. Güçlü şirketler arasında piyasayı daha iyi denetlemek için yatay ve ham madde arzı ile ürünlerin satışını kontrol etmek için dikey birleşmeler oluştu. Birinci Dünya Savaşı’na yakın zamanlarda özellikle petrol ve kimyevi maddeler alanlarında uluslararası karteller oluştu. ; Ticaretin gelişmesi, sanayide sermaye ihtiyacının artışı ve sanayileşme sonunda tüm ekonomik faaliyetlerin birbirine bağımlı hale gelişi, mali çevrelerin tüm ekonominin koordinasyonunun ve kontrolünün sağlanmasında büyük bir etkinlik gücü kazanması sonucunu doğurdu. ; Holdingler ve benzeri şirket türleri, 19. Yüzyılın sonuna doğru sınaî birleşmeler ve kartellerce yürütülen teşebbüslerin merkezi mali denetimini sağlamak amacıyla kuruldu. Bu durum bankerlerin elinde büyük bir ekonomik gücün toplanmasına yol açtı. Böylece imalatın teknik yönünü iyi bilen, fabrikalardaki çalışma şartlarını yakından tanıyan müteşebbisin yerini sanayi ile yalnızca mali bir bağa sahip olan ve başarıyı bilançolardaki kar rakamlarına bakarak değerlendiren insanlar aldı. Sanayileşmeye uyum, yalnızca sanayi idarecilerinin bir çabası değildi. İşçiler de işverenlerle pazarlıklarda çıkarlarını korumak için örgütlenme yoluna gittiler. 19. yüzyılın ilk yarısında sendikalara karşı resmi tavır üç safhadan geçmiştir. 1. İlk safha baskı ve yasaklama dönemiydi. 2. İkinci safhada hükümetler sendikalara sınırlı ölçüde hoşgörü gösterdiler. Sendikaların kurulmasına izin verildi, fakat grev gibi eylemlerine tutuklama ile cevap verildi. 14 3. Son safhada çalışan insanlara örgütlenme ve toplu faaliyetlerde bulunma hakkı tanındı. Ancak bu sonuç 20. Yüzyıla kadar yalnızca birkaç ülkede başarılabildi. Sınaî şartlara farklı bir uyum hareketini de kooperatifçilik temsil ediyordu. Kooperatifler, çok çeşitli tüketim mallarının imalat ve dağıtımında rol aldılar. Pek çok Kıta Avrupa’sı ülkesinde küçük çiftçinin çoğunlukta olması çiftçi kooperatiflerinin kurulmasına neden oldu. Toplu pazarlama ve toptan satın alma sayesinde kooperatifler, çiftçilerin aracılardan kurtulmalarını sağladı. Danimarka gibi ülkelerde, kooperatifler tüm ekonominin hakim unsuru haline geldi. Uluslararası Ticaret ve Dünya Ekonomisinin Gelişmesi Uluslararası Ticaretin Serbestleşmesi 19. yüzyılın başında uluslararası ticaretin serbestçe cereyan etmesinin önünde biri tabii, diğeri suni iki engel bulunuyordu. Yüzyıl ilerledikçe bu iki engel de önemini yitirdi. Yüksek taşıma maliyetlerinden kaynaklanan tabii engeli, demiryolları ile deniz taşımacılığında meydana gelen ilerlemeler hafifletti. İthalat ve ihracat üzerine konan tarifeler ve bazı mallara uygulanan ithalat yasakları gibi suni engeller ise yüzyılın sonunda bazı ülkelerde korumacılığa dönüş daha yüksek tarife uygulamalarına yol açmış olmakla birlikte azaldı. Serbest uluslararası ticaret için fikri temeller 19. yüzyıl öncesinde atılmıştı. Bu alanda en önemli düşünsel katkıyı, ülkeler arasındaki mutlak üretim maliyetlerinin farklılığından hareket ederek kişiler arasında olduğu gibi milletler arasında da iş bölümü ve ihtisaslaşmanın yararlı olacağını belirten A. Smith yaptı. Daha sonra David Ricardo, mukayeseli üstünlük teorisiyle modern uluslararası ticaret teorisinin temelini attı. Her iki açıklama da teorik iddialardı. Politik olarak güç kazanabilmeleri için serbest ticaretten yararlanacak geniş ve etkili gruplarca benimsenmeleri gerekliydi. İşte uluslararası ticaretle uğraşan tüccar, bu desteği sağladı. İngiltere’de 1840’lardan sonra yeniden serbest ticaret fikri güç kazandı. Parlamento eski merkantilist yasaların pek çoğunu temizledi. 1846’da Hububat Yasaları, 1849’da Denizcilik Yasaları iptal edildi. Pek çok tarife tamamen kaldırılırken mevcutlarının oranı da düşürüldü. 1860’tan sonra pek az ithalat vergisi kalmıştı. Serbest ticarete doğru ikinci bir adım, 1860 tarihli Fransız-İngiliz anlaşmasıyla atıldı. Anlaşmaya göre İngiltere şarap dışında Fransız mallarına uyguladığı tarifeleri kaldıracak, Fransa ise İngiliz dokuma ürünlerinin ithaline izin verecek ve uyguladığı tarifeleri indirecekti. Fransa aşırı koruyuculuktan ılımlı koruyuculuğa geçiyordu. Bu anlaşmanın önemli bir özelliği “en çok korunan millet olma” ilkesinin benimsenmesiydi. Yani taraflardan biri üçüncü bir taraşa anlaşma yaparak daha düşük tarifeler bağışlarsa, karşı taraf da bu yeni şartlardan aynen yararlanacaktı. 1860’larla 1870’ler arasında pek çok Avrupa ülkesi en çok korunan millet olma ilkesini içeren karşılıklı ticaret anlaşmaları yaptılar. Bu yüzden yapılan her yeni anlaşma, tarifelerde genel bir indirime yol açtı. Böylece Avrupa tam bir serbest ticarete oldukça yaklaşmış oldu. Uluslararası Ekonomik Bütünleşme ve Sonuçları Uluslararası ticaretin serbestleştirilmesi ve okyanus ötesi taşıma maliyetlerindeki büyük düşüşler uluslararası ekonomik bütünleşmeyi hızlandırdı. Bu değişimin önemli bir sonucu uluslararası fiyat farklılıklarının büyük ölçüde azalmasıydı. Dünya ekonomisinin bütünleşmesi uluslararası ticaret konusu olan malların niteliğinde de önemli bir değişimi beraberinde getirdi. Uluslararası ekonominin bütünleşmesinin diğer bir sonucu ülkeler arası fiyat dalgalanmalarının paralellik kazanmasıydı. Sanayi öncesi ekonomilerde ani fiyat hareketleri genellikle mahalli ya da bölgesel çapta ortaya çıkıyor ve kuraklık veya sel baskını gibi ürünü etkileyen doğal felaketlerden kaynaklanıyordu. Öte yandan sanayileşme ve uluslararası ticaretin genişlemesi fiyat hareketlerini talep dalgalanmaları ile yakından alakalı hale getirdi. Böylece fiyat hareketleri hem devri bir nitelik kazandı hem de ticari kanallarla ülkeden ülkeye aktarıldı. o Devri hareketler: İktisadi faaliyetlerin hacminin birbirini takip eden yükselmeler ve alçalmalar şeklinde dönemsel dalgalanmalar halinde değişmesine verilen addır. 19. yüzyılın başlarında Avrupa’da fiyatlar, savaş döneminin problemleri nedeniyle en doruk noktasına ulaşmıştı. Yüzyılın ortasına kadar teknik yenilikler ve ekonomik etkinliğin artışı nedeniyle uzun dönem eğilim fiyatların düşmesi yönündeydi. Daha sonra bir süre fiyatlar belirgin bir değişme göstermedi. 1873’ten sonra birkaç yıl süren bir canlanmanın ardından Viyana ve New York borsalarında mali bir panik baş gösterdi ve süratle diğer sanayi ülkelerine yayıldı. Bunu izleyen fiyat düşüşleri 1890’ların ortalarına, hatta sonlarına kadar devam etti ve 1930’larda görülen Büyük Bunalım’a kadar en büyük ekonomik felaket olarak bilindi. 15 Daha sonra Güney Afrika’da, Alaska’da, Kanada’da ve Chicago’da yeni altın keşifleri fiyat eğilimlerini tersine çevirdi ve I. Dünya Savaşı’na kadar fiyatlar yavaş da olsa artış gösterdi. 1870’lerin ekonomik krizini izleyen depresyon, sınaî dönemin en şiddetli ve en yaygın bunalımıydı. Sanayiciler bunalımı ticaret anlaşmaları nedeniyle şiddetlenen uluslararası rekabete bağladılar ve koruyuculuğa dönüş için ısrarlı taleplerde bulunmaya başladılar. o Depresyon: Devri hareketlerin alçalma döneminde, ekonomik faaliyet hacminin düştüğü, toplam talebin tam istihdam seviyesinin altında kaldığı dönemdir. İlk kez 1879’da Almanya’da sanayi ve tarıma koruma sağlayan yeni bir gümrük tarifesi yasası kabul edildi. Bu koruyuculuğa dönüşün ilk önemli adımı oldu. Daha sonra Fransa ve diğer Avrupa ülkeleri koruyuculuk politikasına döndüler. Koruyuculuğa dönüş eğilimlerinin hakim olduğu bu dönemde de İngiltere, Hollanda, Belçika ve Danimarka gibi ülkeler serbest ticaretten vazgeçmediler. 1913’te 1750’ye göre uluslararası mal piyasaları daha bütünleşmişti; dünya ticareti dünya gayrisafi hâsılasının daha büyük bir oranını oluşturuyordu, hacimli malları da kapsamak üzere çok daha geniş bir mal yelpazesi kıtalar arasında taşınıyordu. Bu gelişmeler dünya ölçeğinde kaynak dağılımında ve iş bölümünde köklü bir değişime neden oldu. Sanayi ürünleri ile temel mallar üreten ülkeler arasında, keskin bir farklılık oluştu. Kıtalar arası ticaret artan bir ölçüde sanayi ürünlerinin yiyecek ve ham maddelerle değiştirildiği bir yapıya dönüştü. Afrika ve özellikle de Asya ülkelerinin önceki yüzyıllara göre sanayi ürünleri üretimi ve ihracatı azaldı. Artık onların ihracatının önemli bir bölümü sanayileşmiş ülkelere gönderilen temel mallardan oluşuyordu. Uluslararası gelir eşitsizliği 19. yüzyıl boyunca önemli ölçüde arttı. 1820’de dünyanın en zengin bölgesi olan Batı Avrupa’nın kişi başına geliri dünya ortalamasının %81 üzerindeydi. Buna karşılık en yoksul bölge olan Afrika’nın kişi başına geliri dünya ortalamasının üçte ikisi civarındaydı. Batı Avrupa’nın kişi başına geliri Afrika’nınkinin üç katından daha azdı. 1913’te ise durum çok farklıydı. 1913’te Batı Avrupa’nın kişi başına geliri dünya ortalamasından %127 daha yüksekti. Dünyanın en zengin bölgesi haline gelen Kuzey Amerika’nın kişi başına geliri dünya ortalamasının %243 üzerindeydi. Kuzey Amerika’nın kişi başına geliri Afrika’nın kişi başına gelirinin 8 katına ulaşmıştı. 1820- 1913 arasındaki büyük gelir farklılaşmasının temel nedeni ekonomik açıdan geri kalmış ülkelerin yoksullaşması değil, Avrupa ve Kuzey Amerika’daki çok hızlı ekonomik büyüme ve gelir artışıydı. 1820-1913 döneminde sanayileşmenin bir sonucu olarak hayat standartları Batı Avrupa’da üçe ve Kuzey Amerika’da dörde katlanmıştı. Sömürgeciliğin Hızlanması Sanayileşme ekonomik eşitsizlikle birlikte mevcut politik ve askeri asimetriyi de büyüttü: On dokuzuncu yüzyıl boyunca Avrupa’nın politik ve askeri gücünde önemli bir artış oldu. 19. yüzyılın sonlarında sömürgecilik faaliyetlerinin hız kazanmasının nedenleri çok çeşitlidir. Emperyalizm teorisi sömürgecilik faaliyetlerini kapitalist ülkelerin ekonomik ihtiyaçları ile açıklamıştır. Bu görüşe göre aşırı rekabet sonucu ekonomiye hâkim konuma gelen büyük ölçekli işletmelerin elinde biriken mal ve sermaye için yeni pazarlar ve daha yüksek karlı yatırım alanları bulma ihtiyacı kapitalist ülkeleri dünyanın çeşitli bölgeleri üzerinde politik kontrol kurmaya sevk etmişti. Sömürgecilik faaliyetlerinin bu açıklaması önemli eleştirilere uğramıştır. Öncelikle kapitalist ülkelerin politik kontrol kurmadan da bütün bu ekonomik amaçlara ulaşmaları mümkündü. Öte yandan sömürgelerin üretim fazlaları için bir Pazar oluşturma potansiyelleri nüfusun seyrekliği ve yoksulluğu nedeniyle oldukça sınırlıydı. Nitekim 1914’ten önce Fransız ihracatının yalnızca onda birinden biraz fazlası ayrıcalıklı statülerine rağmen Fransız kolonilerine yapılmıştı. Koruyucu tarifelere rağmen kapitalist ülkelerin dış ticaretinin büyük bölümü kendi aralarında cereyan ediyordu. İngiltere ve Almanya birbirlerinin en önemli pazarıydı. Sömürgelerin kapitalist ülkelerin sermaye fazlaları için bir yatırım alanı olarak önemi de iddia edildiği kadar büyük olmamıştır. Dönemin en fazla sermaye ihraç eden ülkesi olan İngiltere’nin dış yatırımlarının yarısından fazlası bağımsız ülkelere gitmişti. Fransa yatırımlarının önemli bir bölümünü başta Rusya olmak üzere diğer Avrupa ülkelerine yapmıştı. Almanların sömürgelerine yatırımları önemsiz düzeydeydi. Rusya, İtalya, İspanya, Portekiz, Japonya ve ABD gibi diğer kapitalist ülkeler ise borç alan ülke konumundaydı. 16 Sömürgecilik faaliyetlerinin ekonomik gerekçeleri yanında politik ve askeri nedenleri de önemliydi. Devletlerarası rekabet sömürgecilik faaliyetlerini besleyen ana kaynaklardan biriydi. Sömürgeciliğin kültürel nedenleri de söz konusuydu. Avrupalılar tarihleri boyunca ahlaki ve kültürel üstünlük iddiasıyla daima diğer toplumlara karşı yayılmacı bir eğilim içinde olmuşlardı. Emek ve Sermaye Hareketlerinin Artışı 19. yüzyılda malların serbestçe dolaşımı yanında insan ve sermayenin uluslararası dolaşımı da büyük bir artış gösterdi. On dokuzuncu yüzyılın başında köle nakli dışında uluslararası göç hareketleri son derece sınırlıydı. 1820’lerde Amerika’ya göç eden insan sayısı yıllık olarak sadece 15.380 idi. 1900’den sonra bu rakam 1 milyona yükseldi. On dokuzuncu yüzyıl boyunca 60 milyon insan Avrupa’dan ayrıldı. Bunların 35 milyonu ABD’ye, 12 ya da 15 milyonu ise Latin Amerika’ya gitti. Bu göçlerin olumlu sonuçları oldu. Göçler, Avrupa ülkelerinde nüfus baskısını hafifletirken kaynakları zengin fakat iş gücü kıtlığı çeken ülkelerin emek arzını artırdı. Ekonomik bağlar yanında, insani ve kültürel araçlarla da uluslararası ekonomik bütünleşme güçlenmiş oldu. Sermaye ihracı da uluslararası ekonomik bütünleşmeyi güçlendirdi. On sekizinci yüzyıl ve öncesinde de var olan dış yatırımlar 20. yüzyılın başlarında çok büyük boyutlara ulaştı. 1870’te dünya gayrisafi hâsılasının %7’si düzeyinde olan yabancı yatırımlar Birinci Dünya Savaşı öncesinde hemen hemen %20’ye yükseldi. Bu tarihten sonra aynı orana ancak 1980’lerde ulaşılabildi. 1914’te dünyanın en fazla dış yatırıma sahip ülkesi İngiltere’ydi. Bu tarihte İngiltere’nin gayrisafi hâsılasının iki katına yükselen dış yatırımları dünya toplamının %43’ünü oluşturuyordu. İngiliz yatırımcıları sermayelerinin üçte birini ülke dışında değerlendirmişlerdi. Büyük miktarlara ulaşan dış yatırımlar Londra’yı 1914’ten önce dünyanın en önde gelen mali merkezi haline getirdi. Devlet ve Ekonomik Hayat Hükümetler ekonomide çeşitli roller oynayabilir. Hükümetin ekonomik alandaki en önemli fonksiyonu ekonomik faaliyetlerin cereyan ettiği hukuki çerçeveyi belirlemesidir. Başta mülkiyet olmak üzere çeşitli hakların tanımlanması, sözleşmelerin ve hukuki kuralların uygulanması hükümetlerin sorumluluğundadır. Hükümetler gümrük tarifeleri ve vergi muafiyetleri gibi uygulamalar aracılığıyla iktisadi faaliyetleri teşvik edici ya da sınırlayıcı politikalar izleyebilirler. Yine hükümetler fiyat ve ücret kontrolleri gibi uygulamalarıyla ekonomik faaliyetleri düzenleyici roller üstlenebilirler. Son olarak hükümetler doğrudan üretim faaliyetlerine katılabilirler. Bu faaliyetler ya tüm üretim araçlarının devlet mülkiyeti altına alınması şeklinde son derece sınırlayıcı ya da özel teşebbüsle birlikte ona yol gösterici ve teşvik edici nitelikte olabilir. Liberalizmin Güç Kazanması 19. yüzyılın başları hala ekonomik milliyetçiliğin zirvede olduğu bir dönemdi. Ancak 18. yüzyılın sonlarında bu politikaya karşı cereyanlar da doğmaya başlamıştı. 1760’larda fizyokratlar ekonomik serbestliğin ve rekabetin yararlarından söz etmeye başlamışlardı. 1776’da Adam Smith, kişisel ekonomik özgürlüğü savunduğu Milletlerin Zenginliği adlı kitabını yayınladı. Onun kitabı ölümüne kadar 5 baskı yaptı, çok sayıda dile çevrildi. 1820 ve 1830’larda İngiltere’de Smith’in fikirleri, uygulamaları etkilemeye başladı. Özellikle İngiltere’ye tahıl ithalatını düzenleyen Hububat Yasaları’nın kaldırılması bu etkinin açık bir göstergesiydi. Ekonomik liberalizm, serbest ticaret yanında ekonomide devletin rolünün azaltılmasını da öngörüyordu. Buna göre vergi sistemi basitleştirilmeli; Dernekler Yasası, Denizcilik Yasası ve Faiz Yasası gibi müdahaleci sisteme ait tüm düzenlemeler kaldırılmalıydı. Devlet yalnızca toplumu şiddet ve istilaya karşı korumalı, adalet hizmetlerini yerine getirmeli ve kişilerin ilgi göstermeyeceği bazı kamu işlerini yürütmeliydi. Laissez-faire olarak adlandırılan bu ekonomik felsefeye göre tüm kişiler, özellikle de müteşebbisler ceza yasalarının suç saydığı eylemler dışında herhangi bir resmi sınırlamayla karşılaşmaksızın menfaatleri peşinde serbestçe koşma özgürlüğüne sahip olmalıydı. Ekonomik düşünce alanındaki bu değişmeler, 19. yüzyılda ekonomik hayatın kontrolünde devletin rolünün azaltılmasına neden oldu. Ancak bu azalma Kıta Avrupa’sında, İngiltere’ye göre daha sınırlı kaldı. İngiltere laissez-faire’in vatanı olarak bilinir. 17 o Laissez-faire: Bu ekonomik felsefeye göre tüm kişiler, özellikle de müteşebbisler ceza yasalarının suç saydığı eylemler dışında herhangi bir resmi sınırlamayla karşılaşmaksızın menfaatleri peşinde serbestçe koşma özgürlüğüne sahip olmalıydı. o Adam Smith, kişisel teşebbüse konan sınırlamaların kaldırılması halinde ekonomide rekabetin artacağını ve bunun da milletleri zenginleştireceğini belirtiyordu. İngiliz hükümeti gümrük tarifeleri ve devlet işletmeciliği konularında da oldukça liberal bir politika izledi. Koruyucu gümrük tarifeleri 19. yüzyılın ikinci yarısında törpülendi. 1846’da Hububat Yasaları’nın kaldırılmasıyla İngiliz tarımının devlet tarafından korunması sona ermiş oldu. Devlet işletmeciliği alanında da İngiliz hükümeti oldukça liberal bir politika izledi. Demiryollarının ve çeşitli belediye hizmetlerinin özel teşebbüsçe üstlenilmesine izin verildi. Hatta şehirlerin su ve kanalizasyon idareleri bile başlangıçta hükümetin görev alanı içinde düşünülmedi. Kıta Avrupa’sında da laissez-faire taraftarları vardı ve ekonomiye devlet müdahalesinin azaltılması söz konusuydu. Ancak Kıta Avrupa’sında ekonomik liberalizmin başarısı İngiltere’ye göre çok daha sınırlı oldu. Bunun önemli bir nedeni çoğu Kıta Avrupası ülkesinin uzun bir devletçilik geleneğine sahip bulunmasıydı. Bir kısmında ormanlar ve madenler devlet mülkiyetindeydi. Fransa’da ve diğer ülkelerde devlet fabrikaları askeri malzeme yanında porselen ve kristal ürünler ile halı ve kilimler de üretiyorlardı. Kıta Avrupa’sındaki devletçi tutumun önemli bir uygulama alanı demiryollarıydı. Hızla gelişen taşıma teknolojisi, özellikle de demiryolları, tüm hükümetleri bu alana müdahale etmek zorunda bıraktı. İngiltere’de demiryolu inşa ve işletmesi tamamen özel teşebbüse bırakılmıştı. Ancak İngiltere’de bile 1844 tarihli Demiryolları Yasası bir dizi kural ve düzenleme getirmişti. Kıta Avrupa’sı ülkelerinde ise hükümetler, demiryollarına karşı daha büyük bir ilgi gösterdiler. 1830’larda Belçika hükümeti işletmesini de üzerine aldığı ana bir demiryolu şebekesi kurdu ve bu hat tamamlandıktan sonra özel şirketlere ara hatlar inşa etme izni verdi. Kıta Avrupa’sındaki devletçi geleneğin en çarpıcı örneği ise Almanya idi. Alman hükümetinin idari geleneği İngiliz hükümetinden çok farklıydı. Alman bürokrasisi etkinliğiyle meşhurdu. İngiliz sanayileşmesinde hemen hemen hiç rol oynamayan askeri düşünceler, Alman hükümetinin yöneticilerinin temel hareket noktalarından biri oldu. Bu yüzden 1850’lerde Almanya sanayileşmeye başladığı zaman görevliler oldukça aktif bir rol oynadılar. Yeni gelişen sanayileri İngiliz rekabetine karşı korumak için devlet tarafından koruyucu gümrük tarifeleri konuldu. Demiryollarının inşasında sermayeye kar garantisi veren ve belirli tekel hakları bağışlayan devletin katkısı önemliydi. Alman demiryollarının büyük bir bölümü özel şirketlerce inşa edilse de önemli bir bölümü devletin mülkiyetindeydi ve resmi olarak işletiliyordu. Bu durum hükümetin elinde ekonomiyi etkilemek için önemli bir araç oldu.

Ünite 7 –

Sanayileşmenin Yayılması ve Etkileri Sanayileşmenin Yayılması Sanayi Devrimi 18. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’de başladı ve 19. yüzyıl boyunca Avrupa’nın diğer kısımlarına yayıldı. Sanayileşme farklı bölgeleri değişik zamanlarda etkiledi. Sanayi Devrimi’nin özünü oluşturan mekanizasyon, iki yüzyıl boyunca sürekli olarak yeni coğrafi alanlara ve yeni sanayilere girdi. Sanayi Devrimi, Tarım Devriminin aksine çok kısa sürede yayılma gösterdi. 1850’ye kadar Belçika, Fransa, Almanya, İsviçre ve ABD; 1900’lere doğru ise Kuzey İtalya, Rusya ile Japonya sanayileşmeye başladı. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında ise Asya’nın önemli bir kısmı sanayileşme sürecine katıldı. Böylece sanayileşmenin başlangıcından iki yüzyıl sonra dünya nüfusunun yarısı modern ekonomik büyüme ile tanışmış oldu. 19. yüzyılın ortalarına kadar sanayileşme açısından kömür kaynakları önemliydi. Nitekim Belçika’nın sanayileşmesi, kömür kaynaklarının zenginliği ile yakından ilgiliydi. Ancak 19. yüzyılın ortalarından itibaren kömürün taşıma maliyetinin düşürülmesi ve alternatif enerji kaynaklarının ekonomik kullanımı ile kömür yatakları sınırlı bölgelerin de sanayileşmesi mümkün oldu. 18 19. yüzyıldaki sanayileşme tecrübeleri arasında önemli bölgesel farklılıklar görülmüştür. Bu yarışa katılan ülkelerin sanayileşme hızı, sanayileşme potansiyelleri ile sanayileşme düzeyleri arasındaki farka bağlı olmuştur. Bir başka ifadeyle geri kalmışlığın avantajını iyi kullanabilen disiplinli ve özverili toplumlar çok daha hızlı ve başarılı bir sanayileşme süreci yaşamışlardır. Sanayileşmeye İngiltere’den daha sonra başlayan ülkeler hem avantajlı, hem de dezavantajlı bir durumdaydılar. Avantajları önlerinde izleyecek açık bir örneğe sahip olmalarıydı. Yeni sanayileşen ülkelerin dezavantajları İngiltere gibi büyük bir sınaî güçle rekabet etmek zorunda kalmalarıydı. Buna rağmen 1870’lere doğru Almanya, İngiltere’ye rakip bir sınaî güç olarak ortaya çıktı. Yüzyılın sonunda Alman sanayi, pek çok alanda İngiltere’yi geride bıraktı ve sınaî kapasite ve organizasyon bakımından Avrupa’da ilk sıraya yükseldi. ABD de, 1890’lara doğru Almanya gibi güçlü bir sanayi ülkesi haline geldi. 1750’de dünya sanayi üretiminin dörtte üçü Avrupa dışındaki ülkelerde gerçekleşiyordu. Dünya sanayi üretimi içinde Çin’in payı üçte bir, Hindistan’ın payı ise dörtte birdi. 1913’te ise dünya sanayi üretimi içinde Hindistan’ın payı sadece %1.4 ve Çin’in payı %3.6 iken Avrupa ve Kuzey Amerika’nın payı %89.8 düzeyine yükselmişti. İngiltere İlk sanayi devleti olan İngiltere, 19. yüzyılda dünyanın en önde gelen sınaî ve ticari gücüydü. 1815’te İngiltere, toplam dünya sınaî üretiminin dörtte birini gerçekleştiriyordu; toplam uluslararası ticarette dörtte bir ile üçte bir arasında değişen bir paya sahipti. İngiltere, 19. yüzyılın büyük bir bölümünde bu sınaî ve ticari üstünlüğünü korudu. İngiliz refahının temelleri olan dokuma, kömür, demir ve makine imalatı sanayileri 19. yüzyıl boyunca önemlerini korudular. 1880’lerde pamuklu iplik ve kumaş üretimi tüm Avrupa’nınkinden daha fazla olan İngiltere 1913’te toplam Avrupa üretiminin üçte birini gerçekleştiriyordu ve bu oran en yakın rakibinin iki katıydı. Demir sanayinde de İngiltere en doruk noktasına dünya ham demir üretiminin yarısından fazlasını ürettiği 1870’lerde ulaştı. İngiltere’nin öncü olduğu bir diğer sanayi kolu 18. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan makine imalatı sanayi idi. Dokuma, demir ve kömür sanayilerinin gerek duyurduğu makineler, bu sanayinin hızla genişlemesine neden oldu. Taşımacılık alanındaki gelişmeler ise buharlı motorların ve demiryollarının yaygınlaşmasına yol açtı. Demiryolları, 19. yüzyılda en önemli yeni sanayi idi. İngiltere’nin demiryolları nın gelişmesindeki öncü rolünün sonucu olarak tüm dünyadan büyük bir talep vardı. Makine imalatı sanayi dalındaki gelişmenin diğer bir alanı, yelkenlerden buharlı motorlara, tahtadan demir ve çelik iskeletlere geçişin sonucu olarak hızlı gelişmelerin yaşandığı gemi inşa sanayi idi. İngiltere sınai üstünlüğünün en doruk noktasına 1850 ile 1870 arasında ulaştı. Daha sonra İngiltere hem kişi başına, hem de toplam üretim itibariyle liderliği rakiplerine kaptırdı. Toplam üretim itibariyle İngiltere’nin geride kalışını açıklamak güç değildir. İngiltere sınaî zaferini sınırlı bir kaynak donatımı ile başarmıştı. Dünyanın daha az gelişmiş, fakat daha zengin kaynak donatımına sahip diğer ülkeleri sanayileşmeye başlayınca 19 İngiltere’nin nispi olarak geriye düşmesi kaçınılmazdı. ABD ve Almanya gibi geniş kaynaklara ve hızla artan bir nüfusa sahip ülkelerin İngiltere gibi küçük bir ada devletini toplam üretimde geride bırakması tabiiydi. İngiltere’de 1870’lerden sonra kişi başına üretimin de oldukça düşük bir oranda artmasıdır. İngiltere’nin bu nispi düşüşünün bir nedeni müteşebbis başarısızlığıdır. Organik kimya, elektrik, optik ve alüminyum gibi yüksek teknolojili sanayilerde yeniliklerin çoğu İngiliz mucitlere ait olmasına rağmen, İngiltere’ye gecikmeli ve gönülsüz bir şekilde aktarılması, müteşebbis başarısızlığının bir göstergesiydi. İngiliz sınaî gelişme hızının yavaşlığı ve teşebbüs yetersizliği, kısmen İngiliz eğitim sisteminin geriliğiyle de alakalıydı. ABD 19. yüzyıldaki en çarpıcı ekonomik büyüme örneklerinden birisi ABD’nin ekonomik gelişmesiydi. 1790’da 4 milyon insanın yaşadığı bu ülke 1870’te 40 milyon nüfusa ulaşmıştı. 1915’te ise nüfus 100 milyonu aştı. Nüfus artışının nedeni oldukça yüksek hızlı doğal nüfus artışı yanında Avrupa’dan yapılan kitlesel göçlerdi. Ülkenin gelir ve serveti nüfusundan çok daha hızlı arttı. 1500-1820 döneminde Kuzey Amerika dünyada kişi başına gelirlerin en hızlı arttığı bölge olarak Batı Avrupa’nın gelir düzeyini yakaladı. Toprağa ve diğer kaynaklara göre emeğin nispi kıtlığı, yüksek ücretlere ve dolayısıyla Avrupa’dan daha yüksek bir hayat standardına yol açtı. ABD’de 1860-69’da kişi başına düşen tarım alanı İngiltere’dekinin 10 katı idi. Geniş topraklar ve zengin doğal kaynaklar, ABD’nin Avrupa’dan çok daha yüksek bir kişi başına gelir düzeyine ulaşması için yeterliydi. Hızlı teknolojik gelişme ve artan bölgesel ihtisaslaşma, ABD’nin ekonomik büyüme oranı itibariyle de Avrupa’yı geride bırakmasına yol açtı.Amerikalılar, kıt işgüçleri ve göçmen bir toplumun özelliği olan müteşebbis tutumlarıyla emekten tasarruf sağlayıcı gelişmeleri kabule son derece yatkındılar. 19. yüzyılda dokuma sanayinde bazı yenilikler İngiltere’de ortaya çıktığı halde pratik olarak ABD’de uygulandı. Emeğin kıtlığı ve yüksek maliyeti, iş gücünden tasarruf sağlayıcı yeni tekniklerin sanayide olduğu kadar tarımda da benimsenmesini kolaylaştırıyordu. ABD’nin genişliği, ikliminin çeşitliliği ve kaynak zenginliği Avrupa ülkelerinden daha ileri düzeyde bir bölgesel ihtisaslaşmaya imkân veriyordu. Ülkenin coğrafi büyüklüğünün bir diğer avantajı, suni ticaret sınırlamalarından uzak, geniş bir pazarın var olmasıydı. Sanayinin gösterdiği hızlı gelişmeye rağmen 19. yüzyılda ABD bir tarım ülkesi olma özelliğini sürdürdü. Tarım Amerikan sanayileşme sürecinde pek çok şekilde dinamik bir rol oynamıştır. Amerikan tarımının önemli bir özelliği Avrupa tarımına göre olağanüstü yüksek bir iş gücü verimliliğine sahip olmasıydı. Tarım diğer sektörlere yiyecek ve ham madde sağlaması yanında Amerikan ihracatının büyük bölümünü oluşturmuştur. Tütün, pirinç, çivit karşılığında ihtiyaç duyulan mamul mallar ithal edilebilmiştir. Balık, un ve diğer yiyecekler karşılığında şeker ve Amerikan para sisteminin temelini oluşturan İspanyol gümüş dolarları elde edilmiştir. Aynı yüzyılın ikinci yarısında demiryollarının ve buharlı gemilerin gelişmesiyle taşıma maliyetlerinin düşüşünden sonra mısır ve buğday temel ihraç ürünleri arasına katılmıştır. Amerikan tarımında üretim daha başlangıçtan itibaren pazara dönüktü. 1830’larda toplam tüketim harcamalarının dörtte üçünden fazlası kırsal kesimdeki hanelerce yapılıyordu. Tarım araçları için talebin büyüklüğü Amerikan makine sanayinin gelişmesinin önemli bir nedeniydi. Hızla artan kırsal nüfus, tarım dışı sektörlere iş gücü sağlayarak da ekonomik gelişmeye destek olmuştur. Birçok ünlü iş adamının, politikacının ve kamu görevlisinin kırsal orijinli olması bir tesadüf değildi. Tarı m sektörü ABD’nin sınaî dönüşümüne önemli bir katkı sağlamıştır. Almanya Almanya; İngiltere, ABD, Belçika ve Fransa’dan daha sonra sanayileşme yarışına giren bir ülkeydi. Almanya 19. yüzyılın ilk yarısında politik olarak bölünmüş, geri ve yoksul bir tarım ülkesiydi. Bazı küçük sanayi merkezleri vardı ancak bunlar el sanayi düzeyindeydi. Taşıma imkânlarının yetersizliği ekonomik gelişmeyi engelliyordu. Politik bölünmüşlüğün sonucu olan ayrı para sistemleri ve para politikalarıyla diğer ticari engeller gelişmeyi daha da geciktiriyordu. Alman Gümrük Birliğinin Doğuşu ve Etkileri 19. yüzyıl Alman ekonomik tarihi kabaca üç döneme ayrılabilir. 1.Dönem: İlki yüzyılın başından 1833’te Zollverein’in teşekkülüne kadar süren dönemdir. Bu dönemde İngiltere, Fransa ve Belçika’da olan ekonomik değişmelerin farkına varıldı ve modern sınaî düzene geçişin fikri ve hukuki şartları oluşturuldu. 2. Dönem: 1870’lere kadar süren ikinci dönemde bilinçli bir taklit ve ödünç alma politikası ile sanayi, taşımacılık ve maliye alanlarında modern bir yapının maddi temelleri atıldı. 3. Dönem: Son dönemde ise Almanya Kıta Avrupa’sının sınaî liderliğine yükseldi. 20 Bütün bu dönemlerde yabancı etkisi önemli rol oynadı. Başlangıçta değişmeler kadar etkiler de fikri ve hukuki idi. İkinci döneme yabancı sermaye, teknoloji ve teşebbüs akışı damgasını vurdu. Son dönemde ise Alman sınaî gelişmesinin yabancı pazarları etkilemesi söz konusuydu. Almanya’nın ekonomik gelişmesi açısından önemli bir dönüm noktası, 1833’te Prusya’nın önderliğinde, Alman devletleri arasında kelime olarak gümrük birliği anlamına gelen Zollverein’in kurulmasıydı. Bu sayede ülke içinde tüm iç gümrük engelleri kaldırılmış, bir Alman ortak pazarı yaratılmış ve dışa karşı ortak bir gümrük tarifesi uygulanmaya başlanmıştı. Birleşik bir Alman ekonomisini mümkün kılan Zollverein’di. Ancak onu fiilen gerçekleştiren demiryollarıydı. Alman devletleri arasındaki rekabet, demiryollarının hızla gelişmesini sağladı. Demiryolları ülkeyi bütünleştirmesi, iç ve dış ticaretin gelişmesini teşvik etmesi yanında sanayinin gelişmesine de çok büyük katkıda bulundu. Almanya’nın ekonomik gelişmesinde yaygın ilkokul eğitimi ile sanayi işletmelerindeki laboratuarlar ve araştırma merkezleriyle desteklenmiş eğitim kurumları ve teknik üniversiteler önemli rol oynamıştır. 1870-71’deki Fransa-Prusya savaşı daha önce ekonomik bütünleşmesini tamamlamış olan Almanya’nın bir imparatorluk olarak siyasi birliğini de gerçekleştirdi. Savaş sonunda zengin demir rezervlerine sahip Alsace- Lorraine bölgesinin ele geçirilmesi Alman ekonomik gelişmesine önemli katkı sağladı. 1870-1913 arasında Almanya toplam gayrisafi hasılasını yıllık olarak %2.8 artırarak Kıta Avrupa’sının en hızlı büyüyen ekonomisi oldu. Almanlar yeni teknolojiler geliştirme konusunda son derece başarılı oldular. Prusya eğitim politikası, 19. yüzyılın ikinci yarısında doğan kimya ve elektrik gibi yeni sanayilerin gerektirdiği gönüllü araştırmacılar ordusunu sağladı. 1856’da bir İngiliz kimyacısı sentetik boya maddesi elde etme metodunu keşfettikten sonra bu buluştan yeni bir sanayi yaratma başarısını Almanlar gösterdi. 1879’da Alman kimya sanayi İngiltere’nin dört katı kadar üretimde bulunuyordu. Alman Sanayinin Özellikleri Alman sanayinin en dinamik sektörleri yatırım ve ara malları üreten sektörlerdi. Kömür, demir ve çelik yanında kimya ve elektrik gibi iki yeni sanayi en hızlı genişleyen dallardı. Almanya’da yatırım ve ara mallarına verilen bu ağırlık, Alman sanayinin önemli bir özelliğiydi. Alman sanayinin bir diğer özelliği de işletmelerin büyüklüğüydü. Demir, kömür ve çelik endüstrilerinde olduğu gibi kimya ve elektrik sanayilerinde faaliyet gösteren pek çok firmada çalışanların sayıları binleri buluyordu. Alman sanayi ile bankacılık sistemi arasındaki sıkı iş birliği, firmaların büyümesini sağlayan temel unsurdu. Alman sanayinin nihai bir özelliği de kartellerin ekonomiye hâkim olmasıydı. Almanya’da firmalar arasında zararlı rekabeti önleyen iş birliği geleneği gelişmişti. Karteller fiyatların tespiti, üretimin sınırlandırılması, pazarların paylaşılması gibi tekelci uygulamaların gerçekleştirilebilmesi için bağımsız firmalar arasında yapılmış anlaşmalardı. Birinci Dünya Savaşı arifesinde birleşmiş Alman İmparatorluğu, Avrupa’nın en güçlü sanayi ülkesiydi. Almanya demir, çelik, elektrik, makine ve kimya gibi alanlarda en geniş ve modern sanayilere sahipti; kömür üretiminde İngiltere’nin hemen ardından geliyordu; cam, optik araçlar, çeşitli madenler, dokuma ve diğer pek çok mamul malların en önde gelen üreticisi durumundaydı; yaygın bir demiryolu şebekesine ve yüksek bir şehirleşme oranına sahipti. Fransa Sanayileşmenin Başlangıcı Fransa’da modern ekonomik büyüme 18. yüzyılda başladı. Yüzyıl boyunca toplam ve kişi başına üretim İngiltere ile aynı ya da muhtemelen biraz daha yüksek bir oranda arttı. Ancak yüzyılın başında Fransa’da kişi başına üretim İngiltere’nin gerisindeydi. Yüzyılın sonlarında İngiltere, Sanayi Devrimi sürecini yaşarken Fransa, Fransız İhtilalı’nın yol açtığı büyük politik çalkantılarla uğraştı. On dokuzuncu yüzyılın büyük bölümünde iki ekonomi arasındaki nispi performans farkının temel nedeni Fransız İhtilali ve buna bağlı gelişmelerdi. 1790’dan 1815’e kadar Fransa büyük insan gücüne ihtiyaç gösteren ilk ‘modern’ savaşla karşı karşıya kaldı. Savaş süresince üretim artsa da teknolojik değişim çok yavaştı. Tüm Kıta Avrupa’sını ve hatta İngiltere’yi de etkileyen savaş sonrası durgunluğuna rağmen, 1815-48 döneminde Fransız ekonomisi 18. yüzyılda olduğundan daha yüksek bir oranda büyümeye devam etti. On dokuzuncu yüzyıl boyunca Fransız toplam gayrisafi milli hasılası yılda ortalama olarak %1.5-2 oranında büyüdü. Demir sanayinde yeni teknolojiler yaygınlaşırken enerji kaynağı olarak odun kömürünün yerini kok almaya başladı. Çok sayıda makine sanayi tesisi kuruldu. 21 On dokuzuncu yüzyılın ortasında değer olarak makine ihracatı ithalatının üç katını aştı. Yeni makinelerin büyük bölümü özellikle de istihdam ve katma değer itibariyle en önemli sanayiler olan yünlü ve pamuklu dokuma tesislerine kuruldu. Bu dönemde aydınlatma, kibrit ve fotoğraf gibi yeni sanayiler de ortaya çıktı. Kanallar, buharlı gemiler, demiryolları ve telgrafla taşıma ve haberleşme alanında sağlanan gelişmeler iç ve dış ticaretin büyümesini kolaylaştırdı. Dış ticaretin cari fiyatlarla değeri 1815’ten 1847’ye kadar yılda ortalama %4.5 artış gösterdi. Fiyatlar dönemin büyük bölümünde düşme gösterdiği için miktardaki artış çok daha yüksekti. Ayrıca Fransa, dönem boyunca dış ticarette önemli oranda ihracat fazlası vererek büyük miktarlara ulaşan dış yatırımlarını finanse edebildi. 19. yüzyılın ikinci yarısında Fransız ekonomisinin performansı dalgalı bir seyir izledi. 1848-51’de patlak veren siyasi ve ekonomik kriz ekonomik gelişmenin önünü kestiyse de 1851’den sonra ekonomik büyüme eski hızıyla devam etti. 1870-71 Prusya savaşı askeri ve ekonomik bir felaketle sonuçlandı. Fakat toparlanma çabuk oldu. Fransa, 1873 durgunluğundan da diğer sanayileşen ülkelere göre daha az etkilendi. Bu dönemde demiryolu ağı 3.000’den 27.000 km’nin üzerine, telgraf şebekesi ise 2.000’den 88.000 km’ye çıktı. Demiryolu inşası ekonominin bütünü için güçlü bir teşvik sağladı. Taşıma ve haberleşme alanındaki gelişmelerin etkisiyle Fransa’nın dış ticareti yıllık olarak %5’ten fazla artış gösterdi ve dünya ticaretindeki payı %10’dan 11’e yükseldi. 1851’den 1881’e kadar Fransız servet ve geliri yüzyıl boyunca ulaştığı en yüksek oranlarda arttı. 1882’de başlayan durgunluktan muhtemelen en fazla etkilenen ülke Fransa oldu. Mali bir panikle başlayan krizin derinleşmesinde koruyuculuğa dönüş, yabancı yatırımlarda uğranılan büyük kayıplar, 20 yıl boyunca ipek ve şarap üretimini olumsuz etkileyen hastalıklar gibi nedenler etkili oldu. Dış ticaret azaldı ve 15 yıldan fazla bir süre bu düzeyinde sabit kaldı. Dış pazarların kaybı yerli sanayinin durgunlaşmasına neden oldu. Sermaye birikimi yüzyılın ikinci yarısındaki en düşük noktasına indi. 1871-1914 döneminde Fransız gayrisafi milli hasılası ortalama olarak yılda %1.6 oranında arttı. Birinci Dünya Savaşı öncesi Fransa için maddi refah ve kültürel canlanma dönemi oldu. 1913’te ortalama bir Fransız, en azından Kıta Avrupa’sındaki diğer insanlar düzeyinde ve hatta onlardan daha yüksek bir hayat standardına sahipti. Fransız Ekonomisinin Özellikleri Fransız ekonomik büyümesi bazı kendine özgü özellikler göstermiştir. Fransa sanayileşen ülkeler arasında en düşük şehirleşme oranına sahip olanıdır. Bunun temel nedeni, nüfus artış hızının yavaşlığı olmakla birlikte tarımsal iş gücü oranının yüksekliği ve sınaî teşebbüslerin yeri gibi faktörlerin de rol oynamasıydı. 1913’te sanayileşen ülkeler arasında en yüksek tarımsal nüfus oranına (%40) sahip olan Fransa’nın bu özelliği, ekonomik geri kalmışlığının bir göstergesi olarak yorumlanmıştır. Ancak 20. yüzyılın başında Fransa gıda maddeleri açısından Avrupa’da kendine yeterli ve hatta ihracat için fazlası olan tek sanayi ülkesiydi. Fransız ekonomisinin ikinci özelliği işletmelerin ölçeğiyle ilgiliydi. 1906 sayımına göre sanayi işletmelerinin %71’i ücretli işçi istihdam etmiyordu. Bu işletmelerde çalışanlar, sınaî iş gücünün %27’sini meydana getiriyordu. Fransız ekonomisinin son bir özelliği de doğal kaynaklar açısından nispeten yoksul olmasıydı. Fransa ilk sanayileşen ülkeler arasında kömür kaynakları açısından en yetersiz olanıydı. Fransa kömürün kıtlığı ve yüksek maliyeti nedeniyle enerji alanında su gücüne daha büyük ağırlık vermek zorunda kaldı. 1860’ların başında su gücünden elde edilen enerji buhar motorlarından sağlananın iki katıydı. Fakat güç kaynağı olarak suyun kullanımının ortaya çıkardığı problemler ekonomik gelişmeyi engelliyordu. Su kaynakları nüfusun yoğun olduğu merkezlere uzaktı, kullanıcılarının sayısı ve tesislerin büyüklüğü sınırlıydı. Bu nedenle Fransız sanayileşmesi açısından su gücü önemli olmakla birlikte işletmelerin küçüklüğü ve coğrafi olarak dağınıklığı ile düşük şehirleşme oranının önemli bir nedeniydi. Rusya 20. yüzyılın başında Rus İmparatorluğu, nüfus ve toprakları itibariyle Avrupa’nın en önde gelen ülkesiydi. Toplam rakamlar ölçü alındığında ekonomik olarak da oldukça büyüktü. Toplam sınaî üretim bakımından dünyada ABD, Almanya, İngiltere ve Fransa’nın ardından beşinci sırada bulunuyordu. Başta pamuk ve keten olmak üzere yaygın bir dokuma sanayi yanında kömür, ham demir ve çelik gibi ağır sanayilere sahipti. Petrol üretiminde ABD’nin hemen ardından geliyordu. Bu mutlak büyüklükler, Rusya’nın ekonomik gücünün yanıltıcı bir göstergesiydi. Rusya tüm alanlarda kişi başına üretim ve tüketim rakamları itibariyle çok gerideydi. 22 Rusya’nın kişi başına kömür üretimi ve tüketimi, Avusturya’nın bile gerisindeydi. Rusya hala bir tarım ülkesiydi: İşgücünün üçte ikisi tarımla uğraşıyor ve milli gelirin yarısından fazlasını tarım sağlıyordu. Rusya’nın kişi başına geliri Fransa ve Almanya’nın yarısından, ABD’nin ve İngiltere’nin üçte birinden daha azdı. Sermaye kıtlığı ve ilkel teknoloji nedeniyle ekonomik verimlilik düzeyi son derece düşüktü. Rus sanayileşmesinin başlangıçları 18. yüzyıla kadar götürülebilir. Urallar’daki demir sanayi dışında bu ilk sınaî teşebbüslerin büyük bölümü, devletin ihtiyaçlarından kaynaklanan verimsizdi. On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısından itibaren, özellikle de 1830’lardan sonra sanayileşme çok daha belirgin bir nitelik kazandı. Kırım Savaşı’nda uğranılan yenilgi, Rus sanayi ve tarımının geriliğini ortaya koydu ve başta 1861’de serfliğin kaldırılması olmak üzere pek çok reformun başlatılmasına neden oldu. Aynı tarihlerde hükümet yabancı sermaye ve teknoloji yardımıyla bir demiryolu inşa programı başlattı ve Batılı mali tekniklerin ülkeye girişine imkân vermek üzere bankacılık sistemini tamamen yeniden düzenledi. Yeni politikaların sonucu 1880’lerin ortalarında alınmaya başladı. 1890’larda sınaî üretimde görülen ortalama %8 artış, Batı ülkelerinde gerçekleştirilen en yüksek oranların bile üzerindeydi. Bu büyük sınaî patlamanın temelinde, demiryolu inşası programları ve bundan kaynaklanan madencilik ve metalürji sanayilerindeki büyük genişleme yatıyordu. Sanayileşmeyi çeşitli şekillerde teşvik eden hükümet demiryolu inşası için gerekli mali kaynakları sağlamak üzere dışarıdan borç aldı, şirketlere ait demiryollarının tahvillerine kar garantisi verdi, kendisi pek çok demiryolu yaptı ve özel şirketleri de buna teşvik etti. Çelik ve demir ithaline yüksek gümrük tarifeleri uygulanırken demir ve çelik ürünleri imalatı için gerekli makine ve araçların girişi kolaylaştırıldı. Japonya On dokuzuncu yüzyılda sanayileşme yarışına katılan bir diğer ülke Japonya idi. Japonya’yı sanayileşme tecrübesi açısından ilginç kılan önemli özelliği tamamen Batı geleneği dışında olduğu halde oldukça erken bir tarihte sanayileşmeyi başaran tek ülke olmasıydı. 19. Yüzyıl Öncesindeki Gelişmeler Japonya’nın ekonomik gelişmesi Tokugawa döneminde (1603-1868) başladı. 1467’de başlayan iç savaştan sonra yeni bir rejim doğdu. Tokugawa Şogunları 1615’ten itibaren askeri elitin üyeleri arasında denetim ve dengelere dayanan bir sistem kurarak rakipsiz bir yönetme gücüne sahip oldular. Feodal beyler ve onlara bağımlı samuraylar, kontrollerindeki bölgelerde belirli bir merkezde yaşamaya zorlandı ve daha önce sahip oldukları tarımın organizasyonu yetkisi ellerinden alındı. Politik değişmeler ekonominin tüm sektörleri üzerinde etkili oldu. Tokugawa yönetimi ekonomik büyüme ve kaynak dağılımı açısından ideal olmasa da önceki dönemlere göre daha etkindi. 1720’lerde kısmen tüccarlar tarafından finanse edilen büyük ölçekli tarla açma faaliyetleri başladı ve ekim alanları genişledi. En etkin tarım yöntemleri ile ilgili kitaplar yayınlandı. On sekizinci yüzyılın başlarına gelindiğinde bu tür yüzlerce kitap vardı. Hızlı yetişen tohumlarla yıl içinde iki kez ürün alınmaya başlandı. Ticari gübrelerin kullanımı arttı. Harman aletleri geliştirildi. Pamuk, tütün, yağlı tohumlar ve şeker gibi ticari ürünlerin ekimi genişledi; ipek böceği beslenmesinde büyük artış oldu. Şehirli nüfusun artışı ticari faaliyetlerde ve hizmet sektörlerinde de etkisini gösterdi. Şehir merkezleri, çevrelerindeki kırsal bölgeler için bir pazar durumundaydı. Tüccarlar ordunun iaşe memurları olmaktan çıkıp pazarlamacılık ve bankerlik işiyle uğraşmaya başladılar ve ticaretin gelişmesinde büyük rol oynadılar. Eğitimde ve kitap yayınında da önemli gelişmeler söz konusuydu. 1700’e gelmeden kitaplar 10 bin adet baskı yapmaya başlamıştı. On sekiz ve 19. Yüzyıllarda köy okulları ülke çapında yaygınlaştırıldı. Böylece okuryazarlık toplumun çeşitli katmanlarına yayıldı. 17. yüzyıldan itibaren dış ticaret ve yabancı ülkelere seyahat yasaklandı. On dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar süren dışa kapalılık politikası Japonya’yı Batı nüfuzuna karşı korudu. Teknoloji düzeyi 17. yüzyılın başındaki Avrupa ile hemen hemen aynıydı. Japonya’nın ekonomik organizasyonu, aktif pazarlar ve kredi sistemiyle oldukça karmaşık bir düzeye ulaşmıştı. Tokugawa döneminde Japonya’da olumlu ekonomik gelişmeler yanında olumsuzluklarda vardı. Tokugawa yönetim sistemi yüksek maliyetliydi. Yönetici kesim nüfusun yalnızca %6.5’ini oluşturmasına karşılık gayrisafi hasılanın dörtte birini tüketiyordu. Liyakat esasına dayanmayan kalıtımsal bir yönetim sistemi yeteneklerin israfına yol açıyordu. Tokugawa rejimi yeni teknolojilerin yayılmasına sınırlamalar getirmişti. Bunun önemli bir örneği yollarda tekerlekli araçların işlemesinin güvenlik nedeniyle yasaklanmasıydı. Seyahatler yüksek maliyetli ve yavaştı. Denizciliğin ve dış ticaretin gelişmesini engelleyen uygulamalar yaygındı. Toprağın alınıp satılması başta olmak üzere mülkiyet hakları ile ilgili sınırlamalar vardı. Meiji Dönemi ve Japonya’nın Sanayileşmesi 23 1853 ve 1854’te ABD’nin askeri tehdidiyle Japonya, dışa kapalılık politikasını değiştirerek Batı ülkeleriyle diplomatik ve ticari ilişki kurmak zorunda kaldı. Bu ülkelere tanınan imtiyazlar, Japon hükümetinin %5’ten daha fazla gümrük vergisi koymasını yasaklıyor ve yabancılara Japon yasalarına tabi olmama imkânını tanıyordu. Batı nüfuzu karşısında hükümetin çaresiz kalması, ülkede yaygın yabancı düşmanı ayaklanmalara neden oldu. Siyasi gelişmeler sonucunda daha önce temsili bir nitelik taşıyan imparator yönetimin en güçlü kişisi durumuna geldi. 1867’de genç, ihtiraslı ve akıllı bir imparator olan Mutsihito iktidarı eline geçirdi. Modern Japonya, 1912’ye kadar hüküm süren bu imparatorun yönetiminde (Meiji dönemi ) doğdu. Yeni hükümet, yabancı düşmanlığı hareketinin mahiyetini değiştirerek yabancılarla dikkatli ve seviyeli bir iş birliği başlattı. Eski feodal sistem tasfiye edilerek yerine Fransız modeline uygun merkezi bürokratik bir yönetim oluşturuldu. Prusya tipi bir ordu ve İngiliz örneğine uygun bir deniz filosu kuruldu. En etkin sınaî ve mali metotlar, başta ABD olmak üzere çeşitli ülkelerden alındı. Akıllı genç adamlar politika, yönetim, askerlik, sınaî teknoloji, ticaret ve maliye alanında en etkin metotları araştırmak üzere dışarı gönderildi. Batılı modellere uygun olarak yeni okullar kuruldu. Mali alanda pek çok reform yapıldı. Hükümet, Batılı tipte sanayiler kurmaya çalıştı; tersaneler, makine parkları açtı ve işletti; dokuma ürünleri, cam, kimyevi maddeler, çimento, şeker, bira ve daha pek çok malın üretimi için örnek niteliğinde fabrikalar kurdu; Batılı teknisyenler getirerek yerli işçi ve yöneticilerin, Batılı araçların kullanımını öğrenmeleri için eğitim yaptırdı. Devletin girişimleri Batı teknolojisinin kabulü açısından son derece önemliydi. Ancak Japon hükümetinin bu çabaları özel teşebbüsü sınırlayıcı bir amaç gütmedi. Aksine hükümet sanayiyi geliştirirken özel teşebbüsü de destekledi. Madenler, model fabrikalar ve diğer modern kuruluşlar tatminkâr bir gelişme gösterdiğinde hükümet onları özel teşebbüse sattı. Tarım, sanayileşmede başka hiçbir ülkede Japonya’da olduğu kadar önemli bir rol oynamamıştır. 1870’lerde 30 milyon nüfusuyla Japonya, Batı standartlarına göre yoğun nüfuslu bir ülkeydi. Birinci Dünya Savaşı öncesinde nüfus 50 milyona ulaşmıştı. Ekilebilir arazi kıtlığına rağmen Japon tarımı hem bu kalabalık nüfusu beslemiş hem de ihracatın büyük bir bölümünü sağlamıştır. Tarım sektörü hükümet harcamalarının büyük kısmını karşılamış ve böylece dolaylı şekilde de olsa sermaye birikimine katkıda bulunmuştur. Japon köylüsü yoksulluğuna rağmen sanayinin en büyük pazarını oluştururken sanayi için gereken iş gücü de yine kırsal kesimden sağlanmıştır. Japonya’nın yerli ham maddelere dayalı geleneksel iki sanayi kolu ipekli ve pamuklu dokumaydı. Japonya’nın dışa açılmasından sonra bu iki sanayinin gösterdiği gelişmeler farklı oldu. Mevcut yerli pamuklu sanayi, Batı’dan akan makine imalatı malların rekabeti ile tamamen tasfiye olurken ipek sanayi ayakta kaldı. Özellikle ham ipek üretimi canlandı. Pamuklu dokuma sanayi de kısa süre sonra hızla gelişerek çöken yerli sanayinin yerini aldı. Demir, çelik, makine ve kimyevi maddeler gibi bazı temel sanayiler, büyük miktarlara varan devlet sübvansiyonları ve gümrük korumalarıyla daha yavaş olarak gelişti. Ancak 1914’te Japonya bu alanlarda bile kendi kendine yeterli hale geldi. Birinci Dünya Savaşı bu ürünlere büyük bir talep yarattı. Savaş Japon ekonomisi için büyük bir nimet oldu. Savaş öncesi yıllarda ticaret dengesi açığı büyümüştü. Fakat savaş zamanında artan talep, Japon ihracatının süratle genişlemesine imkân verdi. Japonya müttefikler kanadında savaşa girmekle, Pasifik’teki Alman sömürgelerini ele geçirdi. On Dokuzuncu Yüzyılda Osmanlı Ekonomisiyle İlgili Gelişmeler Osmanlı Devleti’nin son 150 yıllık siyasal tarihini iki etki şekillendirmiştir: Türk olmayan unsurların milli bağımsızlık hareketleri ve büyük güçlerin sürekli baskıları. Bu tehlikelere karşı koymak için imparatorluk kendini sürekli savaş içinde bulmuştur. On dokuzuncu yüzyılda Fransa bir yana bırakılırsa imparatorluk dünyanın diğer herhangi bir ülkesinden daha sık savaş içinde kalmıştır. Bu çatışmaların maliyeti bile tek başına bu dönemdeki ekonomik gelişmenin yetersizliği için yeterli bir açıklama sağlar. Bütün savaşlar yenilgi ile sonuçlandı. Sonuç devletin sınırlarının devamlı küçülmesiydi. 1800’de 3 milyon km2’lik bir alana yayılan imparatorluk, 1880’de 1.5 ve 1914’te de 1.3 milyon km2’lik alana sahipti. Bu ayakta kalma mücadelesinde Osmanlılar kurtuluşu modernleşme ve merkezileşmede buldular. Modernleşme gerekli insani ve ekonomik kaynakları ortaya çıkartacak, merkezileşme ise hükümete olayların kontrolünü eline geçirme ve kaynaklardan daha fazla pay alma imkânını verecekti. Nüfus Nüfus bütün dönem boyunca yılda binde 8 civarında büyüdü. Fakat büyük toprak kayıpları bu artışları dengeledi. 1913’te 26 milyon civarında olan imparatorluk nüfusu, 1800’ler dolaylarındaki sayının aynıydı. 24 Anadolu ve İstanbul’un 1831’de 7.5 milyon olan nüfusu, 1884’te 11.3 milyona ve 1913’te 15 milyona yükseldi. Nüfusun bölgesel dağılımıyla ilgili elde mevcut bilgiler, nüfusun büyük bir bölümünün kıyı bölgelerinde toplandığını göstermektedir. Dönem içinde şehirlerde yaşayan nüfus, genel artış oranıyla aynı oranda büyüdü. Ancak önemli bir şehirleşme olmadı. Yirminci yüzyılın başında Avrupa ile karşılaştırıldığında Osmanlı Devleti daha düşük bir şehirleşme oranına sahipti. Ancak şehir nüfusunun dağılımında önemli bir değişme ortaya çıktı. Dış ticaretin gelişmesine paralel olarak liman kentlerinin nüfusu büyürken iç kısımlardaki pek çok şehir esnaflık ve ticaret faaliyetlerinin gerilemesi nedeniyle durağan bir nüfus özelliği kazandı. İstanbul diğer şehirler karşısındaki üstün durumunu korudu. Nüfus artışını tayin eden faktörlerden biri olan doğum oranları yüksekti. Ancak ölüm oranları da yüksekti. Savaş, kıtlık ve salgınlar nüfus artışını tamamen durdurmasa bile sınırlıyordu. Fakat salgınların sıklığı ve ölüme yol açma oranı giderek düşme gösterdi. Bunun nedeni tıbbi imkânlardaki gelişmelerdi. Ölüm oranları, gayri-müslim gruplarda daha düşüktü. Buna rağmen toplum içinde Müslümanların oranı göçler nedeniyle daha hızlı arttı. Rusya’nın Kafkasları işgalinden ve Avrupa’daki bazı toprakların kaybından sonra yüz binlerce Müslüman göç etti. Böylece 19. yüzyılın başlarında önemli bir Hristiyan azınlığa sahip olan imparatorluk nüfusu, yüzyılın sonlarında büyük ölçüde Müslümanlardan oluşan bir toplum haline geldi. Toplum dini ve etnik kompozisyonundaki bu değişmeye karşın ekonomik açıdan giderek daha karmaşık ve farklılaşmış bir nitelik kazandı. Dış ticaretin, taşımacılığın, sanayinin ve kapitalist tarımın gelişmesi sonucu çoğunluğu gayri-müslim olan bir tüccar ve sanayici ile birlikte bir işçi kesimi doğmaya başladı. Öte yandan modern eğitimin yaygınlaşması silahlı kuvvetlerde, yönetimde ve devlet işletmelerinde gerek duyulan profesyonel bir idareci grubun yetişmesini sağladı. 19. yüzyılın başlarında mesleki nitelikli askeri okullar yanında tıp, mühendislik, tarım, veterinerlik ve öğretmen okulları açıldı. 1840’lardan sonra Avrupai metotlarla eğitim yapan okullar kuruldu. Gayri-müslim gruplar içinde eğitim oranı daha yüksekti. Azınlıklar iş alanlarında ve çeşitli mesleklerde çoğunluğu teşkil ediyordu. Ancak ekonomide Müslümanların oynadığı rol de önemliydi. Tarım sektörü tamamen onların elindeydi. Bütün topraklar Müslümanlara aitti. İç ve dış ticaretin bir bölümü Müslümanların kontrolündeydi. Az sayıda da olsa Müslüman sanayici, tüccar ve gemi sahibi bulunmaktaydı. Taşımacılık Anadolu uzun bir kıyı bölgesine, küçük tabii limanlara sahipti ve nüfusun büyük bir kesimi de kıyılarda yaşıyordu. Bundan dolayı malların önemli bir kısmı küçük yelkenli gemilerle taşınıyordu. İstanbul’un ihtiyaçları da deniz yoluyla sağlanıyordu. İç kısımlarda ise Anadolu’yu boydan boya geçen uzun kervan yollarında yapılan deve taşımacılığı önem kazanmıştı. Buharlı taşıma 1820’lerin sonlarında geldi ve 20 yıl içinde çok sayıda buharlı gemi hattı Akdeniz, Ege ve Karadeniz limanlarını birbirine, ülkeyi de Güney ve Batı Avrupa ile Rusya ve Güney Akdeniz limanlarına bağladı. 1850’lere kadar buharlı gemiler esas olarak yolcu, posta ve diğer değerli malların taşımasında kullanıldı fakat daha sonra hacimli malların da temel taşıma aracı oldu. İlk buharlı gemiler kömür depoları dışında özel bir liman düzenlemesine gerek göstermiyordu. Fakat gemilerin hacimleri büyüdükçe limanlar yetersiz kaldı. İzmir ancak 1875’lerde, İstanbul ise 1890’larda modern bir limana sahip oldu. Daha sonra Beyrut ve Selanik’te de modern limanlar inşa edildi. Kıyılar boyunca fenerler yerleştirildi. Deniz trafiğinin gelişmesi ve taşıma ücretlerinin düşmesi dış ticareti teşvik etti fakat iç bölgelerdeki taşıma imkânları üzerine bir etkisi olmadı. Dar bir kıyı bölgesi dışında yüksek taşıma maliyetleri hububat ve maden gibi ağır malların ihracını önlüyordu. Birkaç yol projesi 1840 ve 1850’lerde düşünüldü. Çok fazla kullanılan bazı yollarla ilgili çalışmalar yapıldı. Fakat en önemli gelişme demiryollarıyla sağlandı. 1914’te toplam 5.991 km’ye ulaşan demiryolu ağının 3 bin km’ye yakın bir bölümü Anadolu’da bulunuyordu. Demiryolları iyi planlanmıştı ve ülkenin ihtiyaçlarına cevap veriyordu. İnşa maliyetleri uygundu. Taşıma ücretlerinin geleneksel taşıma şekillerinden daha düşük olması üreticilerin eline daha fazla gelir geçmesini sağladı ve demiryollarının geçtiği bölgelerde ekim alanlarının önemli ölçüde genişlemesini sağladı. İlk telgraf hattı Kırım savaşı sırasında İstanbul-Edirne arasına döşendi. 1882’de 23 bin, 1900’da 50 bin km’lik telgraf hattı bulunmaktaydı. Telefon ilk kez 1881’de geldi. Modern bir posta hizmeti 1834’te başlatıldı. Tarım Ekonominin bütün sektörleri içinde en az değişme göstereni tarımdı. Ancak 19. yüzyıl boyunca ekim alanlarının genişlemesi, pazara dönük ürünler üretiminin artışı, pazara arz edilen ürün oranının artışı, tarımda 25 daha kapitalist nitelikli ilişkilerin yaygınlaşması gibi önemli değişmeler de oldu. Yüzyılın sonuna doğru sulama sistemlerinin oluşturulması ve tarım tekniklerinin geliştirilmesi amacıyla sınırlı ölçüde de olsa yatırım yapıldı. Bütün bu değişmelerin önemli bir bölümünün kaynağı yabancılar ve azınlıklar kanalıyla etkili olan piyasa güçleriydi. Ancak yüzyılın ikinci yarısında devletin tarımsal gelişmeyi amaçlayan ekonomik politikaları da önemli bir rol oynamaya başladı. Sermayenin kıt bir faktör olması tarımda emekten tasarruf sağlayıcı teknolojilerin benimsenmesini güçleştirmiştir. 1913-14’te bugünkü Türkiye sınırları içinde tüm ekili alanların %80’i tahıllara, %7’si baklagillerle köklü bitkilere, diğer bir %7’si sanayi ürünlerine ve %6’sı ise çayırlara ayrılıyordu. Demiryolları ve taşıma alanındaki gelişmeler sonucunda tahıl üretimi ve ekimi büyük gelişme gösterdi. Pamuk, ayçiçeği, tütün, ipek böceği, üzüm ve afyon üretimi ve ihracatı da arttı. Fındık önemli bir ihraç ürünüydü. Gül üretimi Rumeli bölgesinde önemliydi. Balkanlardan göç edenler Anadolu’da da gül üretimini geliştirdiler. Patates üretimi gelişen diğer bir üründü. 1880’lerden sonra hükümet patates üretimini teşvik etti. Pirinç üretimi su ve iş gücü kıtlığı yüzünden sınırlanıyordu. Pirinç, şeker kamışı ve pancar üretimiyle ilgili teşviklere rağmen önemli miktarlarda pirinç ve şeker ithal ediliyordu. Toprak mülkiyeti ile ilgili gelişmeler açık değildir. Bu alanda iki faktör etkili olmuştur: pazar güçleri ve hükümet politikaları. Bazı kıyı bölgeleri dışında toprak nispi olarak bol bir faktördü. Bu yüzden her köylünün elinde bir miktar toprağı bulunuyordu. Taşıma imkânlarının gelişmesiyle piyasa ilişkilerinin güçlenmesi toprağın ve ürünün değerini artırdı ve artan ölçüde şehir ve kır sermayesini toprağa yöneltti. Toprak mülkiyeti ile ilgili bir gelişme, 1858’de esas olarak bütün toprakları vergilendirmeyi amaçlayan Arazi Kanunnamesi’nin kabul edilmesiydi. Kanun önemli bir yenilik getirmemekle birlikte toprak üzerindeki özel mülkiyet haklarını güçlendirici bir etki yapmıştır. 1867’de yabancılara toprak sahibi olma hakkı tanınmışsa da satın alınan miktarlar sınırlı kalmıştır. Anadolu’da mülkiyet de olduğu gibi işletme tipi de küçüktü. 1914’te çok sınırlı sayıda topraksız köylü bulunmaktaydı. 19. yüzyıl boyunca çiftçilerin büyük çoğunluğu basit araçlar kullanmaya ve geleneksel metotlarla tarım yapmaya devam ettiler. Ancak 1880’lerden sonra bu alanda da bazı değişmeler oldu. Sınırlı ölçüde de olsa zirai makineleşme çabası görüldü. Pamuk üretiminin süratle genişlediği ve iş gücü kıtlığının hissedildiği Adana’da önemli miktarda modern araç talebi oldu. Diğer bölgelerde de aynı eğilim görüldü. Hükümet gerek doğrudan ve gerekse Ziraat Bankası aracılığıyla modern araç girişini teşvik etti. Modern araçlara gümrük vergisi bağışıklığı tanındı, devlete ait örnek çiftliklerde bu araçlar teşhir edildi. Anadolu demiryolları da bu yöndeki gelişmeyi teşvik etti. Fakat en önemli etken emek kıtlığı ve yükselen zirai iş gücü ücretleriydi. Ücret yüksekliği modern makine kullanımını ekonomik hale getirmişti. Devletin zirai teknikleri geliştirme ve ürünlerin kalitesini yükseltme gayretleri oldukça erken başladı. Ancak bu alanda büyük başarılar zirai bir bürokrasinin oluşturulduğu II. Abdülhamid döneminde gerçekleşti. Okullar, örnek tarlalar ve diğer uygulamalar bu dönemde başlatıldı. Ziraat Bankası kuruldu. Düyun-u Umumiyye İdaresi de ipek üretiminin, Reji ise tütün üretiminin gelişmesine katkıda bulundu. Anadolu demiryolları da geçtiği bölgelerde zirai gelişmeye büyük bir hız kazandırdı. Hayvancılık tiftik gibi önemli bir ihraç ürünü sağlayan, hayvan ürünlerine olan iç talebi karşılayan tarımın önemli bir koluydu. Özellikle küçükbaş hayvancılık göçebe toplulukların temel geçim kaynağıydı. Dış Ticaret Geleneksel olarak Osmanlı yönetimi ithalatı teşvik edici, buna karşılık ihracatı engelleyici bir politika izliyordu. İster merkantilist ister serbest ticaret taraftarı olsun çağdaş kişileri şaşırtan bu politika ordu ile bürokrasinin menfaatlerinin çiftçi, esnaf ve tüccarın çıkarlarından daha üstün tutulmasının bir sonucuydu. Ayrıca İstanbul’un ve diğer şehirlerin ihtiyaçları, imparatorlukta Avrupa’ya göre fiyatların düşüklüğü nedeniyle Avrupa ile olan ticaretteki ihracat fazlası ve ithalat üzerindeki gümrük vergilerinin imparatorluk maliyesi içindeki önemi de bu politikayı etkileyen ekonomik faktörlerdi. 1838’de İngiltere ile imzalanan ticaret anlaşması tüm tekelleri kaldırırken İngiliz tüccarına imparatorluğun tümünde her malı satın alma izni verdi. Anlaşma ithalatın %3, ihracatın %12 ve transit ticaretin %3 oranında vergilendirilmesi esasını getirdi. Ayrıca İngiliz tüccar, ithalatçılar tarafından ödenen diğer iç gümrüklere karşılık olmak üzere %2 ek bir vergi ödeyecekti. 1838’den sonra diğer Avrupa ülkeleriyle de benzer anlaşmalar imzalandı. Anlaşma ile ihracata getirilen gümrük vergilerinin ithalat vergilerinden daha yüksek olması ithalatın ihracattan daha çok teşvik edilmesi şeklindeki geleneksel politikanın bir devamı niteliğindeydi. Bu anlaşmalarla yürürlüğe giren uygulamalar Osmanlı ekonomisine doğrudan ve kısa sürede önemli bir olumsuz etki yapmadı. Ancak zaman içinde bu anlaşmanın içerdiği liberal prensipler, Osmanlı hükümetinin dış ticareti denetlemesini 26 ve bu ticaretten daha fazla vergi almasını zorlaştırdı. Tekellerin kaldırılması ile hükümet önemli miktarda gelir kaybına uğradı. Ayrıca hükümet, imparatorluk içinde mal akışı üzerindeki kontrolünü de kaybetti. Yabancı ürünler imparatorluk içinde serbest dolaşıma kavuşurken yerli el sanayi Avrupa ürünleri rekabetinin tam bir taarruzuna uğradı. Anlaşmanın Osmanlı sanayi üreticisinin aleyhine olduğunun anlaşılması ve hükümetin gelir ihtiyacının artması üzerine gümrük oranlarının ayarlanması için çeşitli teşebbüsler yapıldı. 1861-62’de ithalat vergileri %3’ten %8’e yükseltilirken ihracat vergileri de 1869’dan itibaren %1’e indirildi. Avrupa devletleri 1890’da anlaşmanın sona ermesinden sonra bile bu talebi reddettiler. 1907’de büyük ısrarlar üzerine İngiltere ithalat vergisinin %3 oranında artırılmasını kabul etti. Fakat bu gelir Düyun-u Umumiyye İdaresi’ne ait olacaktı. 1914’te Avrupa devletleri ile genel bir uyuşma sağlanarak ithalat vergisinin oranı %15’e yükseltildi. Aynı zamanda iç üretimi teşvik etmek için sınai, zirai makinelerle inşaat makinelerinin gümrük vergilerinden muaf olarak ithaline izin verildi. 1838’den sonra Osmanlı dış ticaret rejimi, dünyanın en liberal ticaret rejimlerinden biriydi. Büyüyen nüfus ve artan zirai üretimle bu ticaret rejimi birleşince ticaret hacmi büyük bir genişleme gösterdi. Dönem içinde imparatorluğun dış ticaretinde görülen sekiz-on kat artış, bu dönemdeki milli hasıla artışından kesinlikle daha yüksekti. Bu durum ekonominin daha ticari hale geldiğini ve dünya ekonomisiyle daha sıkı bir bütünleşmeye girdiğini göstermekteydi. Ayrıca ihracat kapasitesindeki artışa bakarak dış talep yetersizliğinin ve ithalat imkânlarının sınırlı ölçüde genişlemesinin ekonomik büyüme için bir engel oluşturmadığı sonucuna ulaşılabilir. İthalat, ihracattan daha hızlı yükseldiğinden aleyhte bir dış ticaret dengesi söz konusuydu. 1907-1913 dönemi için bu açığın 7 milyon sterlin olduğu tahmin edilmiştir. Ödemeler dengesi cari işlemlerde büyük açık veriyordu ve bu açığın bir kısmı devlet istikrazlarıyla ve küçük çaptaki uzun dönemli özel yatırımlarla kapatılıyordu. İhracatın bileşimi çok az değişme göstermiştir. Halı tek önemli mamul maldı. Maden ihracı önemli oranda artmasına rağmen Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde toplamın %5’inden daha azını meydana getiriyordu. Kalan malların tümü bütün bir 19. yüzyıl boyunca olduğu gibi zirai ham maddeler ve yiyeceklerdi. Ancak zaman içinde bazı değişmeler de oldu. 1830 ve 1840’larda ihracatın önemli bir bölümünü oluşturan boya kökü, mazı gibi bazı boyama maddeleri zamanla tamamen kaybolurken, tütün, ipek, pamuk ve fındık paylarını önemli ölçüde artırdılar ve kuru üzüm, tiftik, afyon ve incir önemli yer işgal etmeye başladılar. İthalat açısından dönemin ilk yarısındaki en çarpıcı artış dokuma ürünlerinde, özellikle pamuklu dokumalardaydı. Şeker ve kahve gibi sömürge ürünleri ithalatı da arttı. Bundan sonra ithalat miktarları artmaya devam etmekle birlikte her kalemin ithalat içindeki payı önemli bir değişme göstermedi. Ticaretin büyümesi coğrafi dağılımında da değişmelere yol açtı. Halep, Antalya, Edirne, Sayda, Tarablusgarb ve İskenderun gibi bazı liman şehirleri ile iç bölgelerde bulunan şehirlerin ticaretleri, Doğu Akdeniz’in önemli limanları haline gelen İskenderiye, Beyrut, İzmir, İstanbul ve Selanik’e kaydı. Sanayi 19. yüzyılda Osmanlı sanayinin gelişmesi diğer gelişmemiş ülkelerinkiyle büyük benzerlikler göstermektedir. Yabancı makine imalatı malların rekabeti karşısında geleneksel el sanayinin çöküşü hızlandı. Osmanlı Devleti sanayileşmenin ön şartlarına diğer bazı ülkelerden daha fazlasıyla sahipti. Her şeyden önce yeterli bir iç Pazar sağlayan büyük ve çok yoksul olmayan bir nüfusu vardı. Kömür, bakır, demir, kalay ve diğer maden kaynakları bakımından zengindi. Başta pamuk, ipek, yün, kereste, deri, tütün, meyveler ve yağlı tohumlar olmak üzere çok sayıda zirai ham maddenin yetiştiricisi durumundaydı. Taşıma sisteminin yetersizliği nüfusun kıyı bölgelerinde toplanmasıyla kısmen giderilmişti: Bütün büyük şehirler deniz kenarındaydı ya da denize yakındı. Çok sayıda esnaf ve sanatkârın varlığı da fabrika çalışmasına elverişli bir iş gücü sağlıyordu. Sanayileşmeye elverişli ekonomik şartlara karşı ana engeller sosyal ve politikti. Gerekli sermaye, teşebbüs ve idari yeteneklere sahip yerli bir Türk orta sınıfının bulunmayışı ilk önemli engeldi. Bu boşluk kısmen gayri-müslimler ve yabancılar tarafından dolduruluyordu. Ancak bu kesim yatırımlarını sanayiden daha çabuk ve yüksek gelir getiren devlet istikrazları, ticaret ya da hızla büyüyen şehirlerde gayrimenkul satın alma gibi alanlara yapıyordu. Organize bir sanayi kredisi mevcut değildi. Kitlelerin düşük eğitim seviyesi ve sınaî istihdama karşı kayıtsızlıkları iş gücü sağlamayı güçleştiriyordu. Ücretler de nispi 27 olarak yüksekti. Loncaların mukavemeti güçlü ve çoğu zaman etkindi. Ticaret anlaşmaları nedeniyle hükümetin yerli sanayi koruyucu politikalar uygulama imkânından mahrum olması önemli bir engeldi. Mamul malların satışı ve tüketimi üzerinden alınan iç gümrük vergileri yerli sanayinin gelişmesini köstekliyordu. Hükümetin özellikle mali kaygıları ekonomik gelişmeye yönelik politikalar izlemesini güçleştiriyordu. Uluslararası rekabet demiryolları ve kamu hizmetleriyle ilgili imtiyazlar verilmesini engelliyor ya da geciktiriyordu. Sanayi dallarından madencilik imalat sanayinden daha önce ve hızlı gelişti. Gerek Balkanlar gerek Anadolu çok zengin olmamakla birlikte çok sayıda ve çeşitli maden kaynaklarına sahipti. Özellikle askeri ihtiyaçları karşılamak için devlet fabrikaları kurma teşebbüsleri 1830’larda başladı. Ancak sınırlı ölçüde başarılı olabildi. İlk özel fabrikalar ham madde işlemeye yönelikti. Onlar çoğunlukla küçüktü ve yabancılara aitti. 1891’de İstanbul’da devlete ait barut ve tütün fabrikaları ile yünlü, pamuklu dokuma ve fes fabrikaları bulunmaktaydı. Bunlar oldukça yüksek maliyetlerle çalışıyorlardı. Üretimleri kalite olarak da düşüktü. Sanayinin yabancı rekabete karşı korunması mümkün olmadıkça gelişme göstermesi güçtü. 1900’lere gelindiğinde hükümet, sanayi belirgin şekilde teşvik etmeye başladı. Makine ithalatına gümrük muafiyeti tanındı. İthalat vergileri 1907’de % 11’e ve 1914’te de % 15’e yükseltildi. Bundan sonra, özellikle yabancılar ve azınlıklar tarafından önemli miktarda yatırım yapıldı. Pek çok fabrika kuruldu. 1880’e kadar yalnızca 56 fabrika kurulmuşken 1881-90 arasında 19, 1891-1900 arasında 32, 1901-15 arasında ise 107 fabrika kuruldu. Bu fabrikalar gıda, deri, kereste, dokuma, kâğıt ve baskı ile kimya alanlarında faaliyet göstermekteydi. Sanayileşme için en azından bir temel atılmış durumdaydı. Maliye Osmanlı bürokratları, bütün idari reformların başarısının sağlam bir mali taban oluşturulmasına bağlı olduğunun bilincindeydiler. Mali meselelerin çözümünü, imparatorluğun idari ve toprak bütünlüğünü sağlamanın anahtarı olarak görüyorlardı. Bu amaca Avrupa’dan borç almadan ulaşmak istiyorlardı. Dış borçlanmanın beraberinde siyasal bağımlılığı getireceğinin bilincinde olduklarından devlet gelirlerini artırma konusundaki başarısızlık durumunda bile dış borç alma fikrine yanaşmadılar. Ancak sonunda Kırım Savaşı giderleri iç kaynaklarla karşılanamaz düzeye ulaşınca Osmanlı hükümeti 1856’da Avrupa piyasalarından ilk borcunu almak zorunda kaldı. Devletin borçlanma ihtiyacı daha sonraki yıllarda da artarak devam etti. Çünkü devlet harcamaları ile gelirleri arasındaki dengesizlik kronik hale gelmişti. Bu açıklar iç ve dış borçlanma yolu ile kapatılmaya çalışıldı. 1860 ve 1870 arasında dış yükümlülükleri aşırı boyutlara ulaşan Osmanlı Devleti 1876’da iflasını ilan etmek zorunda kaldı. 1881’de Düyun-u Umumiyye İdaresi kuruldu. Düyun-u Umumiyye’nin onayıyla demiryolları için ve diğer amaçlarla yeni borç sözleşmeleri yapıldı. Düyun-u Umumiyye’nin amacı Osmanlı hükümeti tarafından kendisine devredilen gelir kaynaklarından imparatorluğun dış borçlarının ve faizlerinin geri ödenebileceği fonları oluşturmaktı. 1881 yılından Birinci Dünya Savaşı’na kadar Düyun-u Umumiyye devlet gelirlerinin dörtte biri ile üçte biri arasında değişen bir oranını denetimi altında tuttu. 1907’de dış borç ödemeleri imparatorluğun ihracat gelirlerinin üçte biri düzeyine ulaşmıştı. Düyun-u Umumiyye İdaresi’nin kurulmasıyla Osmanlı hükümetinin karar alma ve hareket özgürlüğü önemli ölçüde kısıtlandı. İmparatorluğun en verimli gelir kaynakları Düyun-u Umumiyye’ye verilmişti ve kapitülasyonlar hükümetin geri kalan gelir kaynaklarından etkin şekilde yararlanmasını engellemekteydi. Ancak Düyun-u Umumiyye para istikrarının sağlanmasına katkıda bulundu; Avrupa’da devletin kredi itibarını yükselterek daha elverişli koşullarla borçlanmasını sağladı ve iyi işleyen bürokrasisiyle öşür gelirlerinin artırılmasında önemli rol oynadı. Osmanlı kamu borçlanmasında en büyük pay Fransa’ya aitti. Birinci Dünya Savaşı öncesinde İngilizler giderek paylarını küçültürken Almanların payı büyüdü. On dokuzuncu yüzyıl boyunca devlet gelirlerinde önemli artışlar oldu. 1840’larda 0.6 milyon guruş olan devlet gelirleri, 1874/5 mali yılında 2.5 milyon guruşa kadar yükseldi. 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı’nda uğranılan büyük toprak kayıpları nedeniyle 1.5 milyon guruşa düşen devlet gelirleri daha sonra düzenli artarak 1910/11 mali yılında 2.6 milyon guruşa ulaştı. Aynı dönemde harcamalar daha hızlı yükseldi. Barış zamanlarında bile harcamaların büyük kısmı askeri ve idari harcamalarla artan miktarlardaki dış borç ödemelerine gidiyordu. 1840’da hükümet farklı öşür oranları yerine tüm bölgelerde onda bir oranında öşür alınması esasını kabul etti. Bunun temel sebebi vergilendirme işlemlerini basitleştirmekti. Uygulamanın beklenmeyen sonucu vergi yükünün verimli topraklardan kötü topraklar üzerine kayması oldu. 28 Vergi yükünün milli gelire oranı %10 dolaylarındaydı. Ülkenin gelişme düzeyine göre ağırdı. Ancak vergi yükünü daha da ağırlaştıran bir durum vergilerin eşitsiz ve tesadüfi dağılımıydı. 19. yüzyılın ilk yarısında 16. yüzyılda başlamış olan paranın ayarının düşürülmesi ve fiyatların hızla yükselmesi eğilimi devam etti. Parayı istikrara kavuşturma çabaları sınırlı ölçüde başarılı olabildi. Ancak dünya piyasalarındaki düşme eğiliminin yardımıyla yüzyılın sonuna kadar fiyatlarda çok az artış oldu. 1820’lerin sonlarında para kullanımını geliştirmek için hükümet yeni bir para düzeni getirdi. 1829’da 5 ve 1833’te 6 guruş değerinde paralar piyasaya sürüldü. 1839’da kağıt paranın yerini tutmak üzere % 12 faizli 25 guruşluk tahviller çıkarıldı. 1840’larda Osmanlı madeni paralarının iç ve dış değerleri arasında uyum sağlayabilmek için ilk kez bimetalik (altın ve gümüş) para standardı benimsendi. 1847’de 100 guruş değerinde mecidiye adlı altın para basıldı. Osmanlı parasının değeri 110 guruş=1 pound sterlin olarak belirlendi. Avrupa’da işlemlere girerek bu değişim oranını korumakla görevli bir bankanın kurulması teşvik edildi. Kredi işlemlerini denetlemek ve düzenlemek üzere kısa dönemli borçlar için 1834’te yıllık faiz oranı % 8 olarak belirlendi. Bu oran 1852’de % 12’ye çıkarıldı. Bölgelerin ve sektörlerin kredi ihtiyaçları tespit olundu ve çiftçilere kredi sağlamak için zirai kredi fonu oluşturuldu. Bankacılık fonksiyonu uzun zamandır Galata bankerleri ve sarrafları tarafından icra edilmekteydi. Ancak Kırım Savaşı’ndan sonra bu alanda önemli bir değişme oldu. Yabancı sermaye ile Osmanlı Bankası ve diğer bankalar kuruldu. Büyük Avrupa bankaları da şubeler açtı. Diğer mali kurumlar da doğdu. 1873’te İstanbul’da bir Sermaye Borsası kuruldu.

Ünite 8 –

Yirminci Yüzyılda Dünya Ekonomisi Yapısal Değişmeler Avrupa medeniyetinin doğuşundan 20. yüzyıla kadar 1.000 yıla yakın bir süre, Avrupa’nın gelişmesi büyük ölçüde Avrupa’ya özgü kurumların, tekniklerin, fikirlerin, olayların ve şahsiyetlerin karşılıklı etkileşimlerine bağlı olarak şekillenmişti. On altıncı yüzyıldan başlayarak Avrupa medeniyetinin gücü ve ihtişamı, Avrupalılara dünyanın diğer bölgelerini ve halklarını derinden etkileme imkânını vermişti. Nitekim 20. yüzyılın başlarında dünya ölçeğinde güçlü 6 devlet bulunuyordu ve bunların tümü de Avrupa’daydı. Ancak 20. yüzyılda Avrupa gücünü ve otonomisini kaybetti. 1914’ten sonra Avrupa tarihi, giderek daha fazla olarak Avrupa dışından gelen güçlerin etkisini yansıtmaya başladı. ABD’nin ve Sovyetler Birliği’nin birbirine rakip yeni süper güçler olarak ortaya çıkışıyla iki blok arasında Soğuk Savaş döneminin başlaması bu değişmenin bir yönünü, dünyanın Avrupalı olmayan milletlerinin Avrupa’nın siyasi ve ekonomik kontrolüne karşı başkaldırması sonucu Üçüncü Dünya ülkelerinin oluşması ise diğer yönünü teşkil ediyordu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Birinci Dünya Savaşı sonrasından farklı olarak uluslar arasında ortak davranma ve barışı koruma arzusu daha güçlüydü. Bu iş birliği arzusunun bir sonucu olarak bir yandan dünya barışına katkı sağlamak üzere uluslararası bir kuruluş olan Birleşmiş Milletler, öte yandan da Avrupa ülkeleri arasında ekonomik ve siyasi iş birliğini geliştirmek amacıyla 29 ulusal egemenlik haklarını sınırlayıcı uluslarüstü bir kuruluş olan Avrupa Birliği doğdu. 20. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa Birliği’nin oluşumu Avrupa tarihi açısından yeni ve tarihte benzeri olmayan bir tecrübedir. 1950’de ikinci binyıl boyunca birbirleriyle sürekli askeri çatışma halinde olan milletlerin katılımıyla ve tamamen ekonomik amaçlarla ortaya çıkan Avrupa Ekonomik Topluluğu (EEC) daha sonra Avrupa Birliği (EU) şeklinde henüz tam anlamıyla gerçekleşmemiş olsa da daha geniş ve iddialı bir siyasal birlik projesine dönüştü. Bu deneyim tarihte politik ve askeri çatışma halinde olan Avrupa milletleri arasında ticaretin birleştirici rolünün bir başka örneği olarak da önemlidir. Yirminci yüzyılın sonlarına doğru Sovyetler Birliği’nin parçalanması ve Doğu Bloku’nun dağılması ile ABD, dünyanın tek süper gücü haline geldi. Günümüzde az sayıdaki bölgesel savaşa rağmen uluslararası düzen gücünü korumuş ve geçmişin soğuk savaş döneminin ortaya çıkardığı global çatışma tehlikesi önemli ölçüde azalmıştır. Nüfus 19. yüzyılda Avrupa nüfusu ikiye katlandı. Buna karşılık Avrupalıların yerleşmiş olduğu alanlar dışındaki dünya nüfusu %20’den biraz daha fazla bir artış gösterdi. Oysa 20. yüzyılda Avrupa’da nüfus artışı dururken dünyanın diğer bölgelerinde nüfus hızla çoğalmaya başladı. Bu artışın büyük bölümü İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gerçekleşti. Sanayi öncesi Avrupa nüfusu, dünya nüfusu ile benzer şekilde yüksek doğum ve ölüm oranlarına sahipti. Batılı milletler yüksek doğum ve ölüm oranlarından düşük doğum ve ölüm oranlarına, 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında geçti. Avrupa’da nüfus artış oranı sanayileşme öncesi dönemdeki düzeyine geri dönmüş oldu. Bu sayede tarihte ilk kez hayat standartlarındaki önemli yükselme nüfus artışı ile sonuçlanmadı ve böylece uzun dönemde de sürdürülebildi. Avrupa dışında ortaya çıkan hızlı nüfus artışının nedeni, ölüm oranlarındaki büyük düşüştü. Ölüm oranlarındaki düşüşün önemli bir sonucu, belirli bir yılda doğan insanların yaşamaları beklenen ortalama yıl sayısı olarak hesaplanan hayat ümidinin önemli ölçüde uzamış olmasıdır. Yirminci yüzyılın başında ortalama hayat süresi gelişmiş ülkelerde bile 50 yılın altındaydı. 19. yüzyılda Avrupa’da hız kazanan ve 20. yüzyılda da devam eden şehirleşme hareketi dünyanın diğer bölgelerine yayılmıştır. İleri sanayileşmiş ülkelerde şehirler, genellikle refahın daha yaygın olduğu merkezlerdir. Uluslararası göç hareketlerinin niteliği değişmiştir. On dokuzuncu yüzyıldaki göçlerin büyük bir bölümü ekonomik nedenlere dayalıydı. Bu faktör önemini korumakla birlikte, yirminci yüzyıldaki göçlerin bir nedeni de savaş ve ihtilallerden kaynaklanan siyasi baskılardı. 20. yüzyılda nüfusun hızla çoğalması ve dünyanın en azından bir bölümünde refahın artması ekonomik kaynaklara büyük bir talep yarattı. Savaş zamanlarındaki bazı geçici kıtlıklar dışında, dünya ekonomisi bu talebi karşılamakta güçlük çekmedi. Bu başarının temelinde ekonomi ile bilim ve teknoloji arasındaki yakın iş birliği sayesinde zirai verimin artırılması, maden kaynaklarının geliştirilmesi, mevcut kaynaklara yeni kullanım şekillerinin ortaya konması ve sentetik ürünler şeklinde yeni kaynaklar elde edilmesi yatıyordu. Ekonomik Kaynaklar 20. yüzyılda ekonomik kaynaklar açısından en önemli gelişme, enerji alanında oldu. On dokuzuncu yüzyılda kömür, sanayileşen ülkelerde temel enerji kaynağı iken 20. yüzyılda başta petrol ve doğal gaz olmak üzere yeni enerji kaynakları büyük ölçüde onun yerini aldı. Petrol ticari olarak 19. yüzyılda üretilmeye başlandığı halde yalnızca aydınlanma ve yağlama amacıyla kullanılmaktaydı. On dokuzuncu yüzyılın sonunda motorlu araçların gelişmesi, petrolün kullanım imkânlarını olağanüstü ölçüde artırarak dünya ekonomisi için petrolü hayati bir enerji kaynağı haline getirdi. Petrol motorlu araçlar ve dizel lokomotiflerle uçakların temel yakıt girdisi oldu. Bu yeni teknolojiler sivil olduğu kadar askeri alanlarda da kullanıldığından petrol stratejik bir önem kazandı. Ayrıca petrolden elektrik enerjisi üretiminde ve ısınmada yaygın şekilde yararlanıldı. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında 30 petrol sentetik ve plastik ürünlerin ana ham maddesi oldu. Bu gelişmeler petrole bir doğal kaynak olarak büyük jeopolitik önem kazandırdı. İlk önemli petrol rezervleri Rusya ve Kuzey Amerika’da bulundu. Avrupa, kömür kaynakları bakımından zengin olmasına karşılık, eski Sovyetler Birliği ülkeleri bir yana bırakılırsa petrol kaynakları sınırlı bir bölgedir. 1950’lere kadar toplam dünya üretiminin %60’ını gerçekleştiren ABD, günümüzde dünya petrolünün yarısını üretmesine rağmen net ithalatçı bir ülke durumundadır. Basra Körfezi’ni çevreleyen Ortadoğu ülkeleri, dünya pazarına en çok petrol arz eden bölgedir. Sınaî Teknoloji ve Organizasyon Teknolojik Değişmelerin Hızlanması On dokuzuncu yüzyılda sanayileşmenin ardındaki temel itici güç olan teknolojik değişme, 20. yüzyılda bu rolünü oynamaya devam etti. Hatta bu değişmenin hızı daha da arttı. Yeni teknoloji her insanın hayatını derinden etkiledi. Geçmiş çağlarda toplumların başarısının ölçüsü, çevrelerine uyabilme yetenekleriydi. Yirminci yüzyılda ise başarı, çevreye hükmetmekle ve onu toplumun ihtiyaçlarına göre şekillendirebilmekle mümkündü. Çevreye hükmetmenin temel aracı ise teknoloji ve özellikle de modern bilime dayalı teknolojiydi. Yakın zamanlarda taşıma ve haberleşme alanındaki gelişmeler teknolojik değişmelerin hızlanmasının en canlı örneğidir. Telgrafın gelişimine kadar uzak mesafeler arasında haberleşme hızı, insanın seyahat hızına bağlıydı. Telefon, radyo ve televizyon uzak mesafeli haberleşmede rahatlık, esneklik ve güvenirlik sağladı. Dünyanın yoğun nüfuslu bölgeleriyle anında iletişim yaygınlaşırken güneş sisteminin diğer gezegenleriyle haberleşme imkânı bile doğdu. Bütün bu gelişmeler temel bilimlerin teknolojiye uygulanmasıyla başarıldı. Modern sanayinin bilimsel bir temele oturması pek çok yeni ürün ve hammaddenin ortaya çıkmasını sağladı. Daha 19. Yüzyılda, kimyacılar çok sayıda sentetik ilaç ve boya keşfetmişlerdi. 1898’de suni ipeğin keşfi ile başlayarak çeşitli suni dokuma ham maddeleri ortaya çıktı. Yirminci yüzyılda petrol ve diğer hidrokarbonlardan yapılan plastik maddeler pek çok kullanım için ağaç, maden, toprak ve kağıdın yerini aldı. Elektrik ve mekanik güçten artan ölçüde yararlanılması, emekten tasarruf sağlayıcı pek çok yeni aracın ortaya çıkması ve otomatik kontrol araçlarının gelişmesi, yaşama ve çalışma şartlarında büyük değişmelere yol açtı. Bilim ve teknolojinin hızlı değişme yeteneği bir dizi yan gelişmeyle de desteklendi. Bunun en iyi örneği saniyeden daha kısa bir sürede binlerce karmaşık hesaplamayı yapabilen elektronik bilgisayarlardır. İlk hesap makinesi 1830’larda icat edildi. Yirminci yüzyıl başlarında ticari amaçlarla birkaç kaba mekanik alet kullanılmaktaydı. Yirminci yüzyılın başında tüm Batılı ülkeler yüksek okuryazarlık oranına sahiptiler. Buna karşılık dünyanın diğer bölümlerinde okuryazarlık oranı çok düşüktü. Ekonomik açıdan gelişmiş ve geri kalmış bölgeler arasındaki büyüyen teknik açığın önemli bir nedeni, eğitim düzeylerinin farklılığıdır. Okuryazarlık ekonomik gelişme açısından önemli olmakla birlikte 21. yüzyılın başlarındaki ileri teknoloji dünyasında yeterli bir unsur değildir. Kişilerin yeni bilimsel-teknolojik medeniyet matrisine etkin olarak katılabilmeleri için üniversite düzeyinde eğitim görmeleri gerekli hale gelmiştir. Bilime dayalı teknoloji, insan emeğinin verimini büyük ölçüde artırmıştır. Ekonomik etkinliğin en iyi ölçüsü, işçi başına ya da iş saati başına üretimdir. Tarımda verim Batı ülkelerinde bilimsel gübreleme teknikleri, tohum seçimi, besicilik, zararlı böceklerle mücadele ve mekanik güç kullanımı sayesinde büyük ölçüde artmıştır. Enerji üretimindeki artış daha belirgindir. Dünya enerji üretimi 1900 ile 1950 arasında 4, 1950’den yüzyılın sonuna kadar 3 katından daha fazla artış göstermiştir. Yirminci yüzyılın en karakteristik yeniliklerinden diğer ikisi de otomobil ve uçaklardı. On dokuzuncu yüzyılın sonunda birkaç otomobil yapılmıştı. 1913’te hareketli montaj bandı sistemiyle kitle üretimine geçildikten sonra otomobil sanayi, ABD ve Avrupa imalat sanayilerinin en geniş istihdam alanlarından biri oldu. Otomobil sanayi yarattığı geniş istihdam imkânı yanında diğer pek çok sanayiye de talep doğurdu. Lokomotiflerin raylara ve demire talep yaratması gibi, otomobiller de yollara ve çimentoya talep doğurdu. Oto sanayi çelik, kauçuk ve cam sanayilerinin en büyük tüketicisi oldu. Hareketli montaj bandı diğer sanayilere, bu arada İkinci Dünya Savaşı sırasında uçak sanayine de girdi. Savaş sırasında Almanlar, jet motorlu uçakları ve roketleri denemeye başladılar. Böylece havacılık alanında ve uzayın keşfinde yeni bir döneme girildi. Savaştan sonra Ruslar ve Amerikalılar bu alanda gelişmeleri hızlandırdılar. 1960’tan itibaren jet motorlu uçaklar, ticari yolcu trafiğinin en önemli araçlarından biri oldu. Bilimin teknolojiye uygulanmasının en çarpıcı son örneği uzayın keşfi oldu. 1940’lara kadar insanlı uzay uçuşu yalnızca kurgu bilimin konusuydu. II. Dünya Savaşı sırasında bilim adamları, jet motorları ve askeri roketlerle ilgili önemli tecrübeler edindiler. Zamanla daha güçlü roket motorlarının ve elektronik bilgisayarların gelişmesiyle uzay uçuşları mümkün hale geldi. Milletlerarası rekabet gelişmeyi daha da hızlandırdı. 31 1969’da ilk kez insan aya ayak bastı. İnsanoğlu böylece yeni bir çağı başlattı. Bu olay insanoğlunun haberleşme alanında aldığı mesafenin de çok açık bir göstergesiydi. Sınaî Organizasyon Alanındaki Gelişmeler Sınaî ve ticari organizasyon alanında 19. yüzyılın sonlarında başlayan gelişmeler, 20. yüzyılda hızlanarak devam etti. Sınırlı sorumlu anonim şirket tipi 20. yüzyılın başında önde gelen sanayi ülkelerinde tam anlamıyla kurulmuştu. Fakat o daha çok büyük ölçekli, sermaye-yoğun endüstrilerde görülmekteydi. Toptan ve perakende ticarette, esnaf üretiminde, hizmet sektöründe ve özellikle de tarımda şirketleşmemiş aile işletmeleri hâkimiyetini sürdürüyordu. Uzun dönem eğilim şirketleşmenin daha geniş alanlara yayılması yönündeydi. Çok şubeli işletmeler yani mağazalar zinciri, taze ürünlerden yüksek teknolojili elektronik aletlere kadar perakende ticaretin tüm alanlarına girdi. Bazı işletmeler toptan ticaret fonksiyonunu tamamen ortadan kaldırarak üretim safhasına kadar geriye doğru bütünleştiler. Dikiş makinesi, tarım makineleri ve otomobil üreticileri gibi bazı işletmeler ise perakende ticareti yetkili temsilcilerine bırakarak ileriye doğru birleştiler. Diğer bir gelişme ise yatırım mallarından tüketim mallarına kadar çok çeşitli ürünlerin tüketim ve satışlarıyla uğraşan dev şirketlerin doğmasıydı. Bu uygulama tek işi diğer şirketleri yönetmek olan holdinglerle daha da yaygınlaştı. Bütün bu eğilimler 19. yüzyılın ikinci yarısında ABD’de başladı fakat 20. Yüzyılda Avrupa’ya ve dünyanın diğer bölgelerine süratle yayıldı. Bunun nedeni onların diğer bir Amerikan olgusu olan çok uluslu şirketlerle rekabet edebilmeyi mümkün kılmasıydı. Çok uluslu şirketler ne tamamen yeni, ne de bir Amerikan icadıydı. 15. yüzyıldaki Medici Bankası’nın merkezi Floransa’daydı, diğer Avrupa ülkelerinde ise pek çok şubesi vardı. Fakat 20. yüzyıla kadar bu tip kuruluşlar enderdi. Nestle şirketinin yönetim merkezi İsviçre’dedir fakat her kıtada ve her ülkede üretim ve satış imkânlarına sahiptir. Yakın zamanlarda onun satış gelirleri İsviçre hükümetinin bütçesini aşmıştır. 20. yüzyılda sanayi hayatıyla ilgili nihai bir gelişme de çoğu Batı ülkesinde işçilerin örgütlenme ve toplu pazarlık haklarının artık tanınmış olmasıydı. İngiltere ve Almanya gibi bazı ülkelerde örgütlenmiş iş gücü, emek piyasasında önemli bir güç haline gelmişti. Uluslararası Ekonomik İlişkiler İkinci Dünya Savaşı da uluslararası ilişkilerde önemli değişimlere neden oldu. Avrupa’nın büyük güçleri arasındaki rekabet yerini iki yeni süper güç olan ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk Savaş olarak adlandırılan ekonomik, siyasi ve askeri rekabete bıraktı. Bu rekabetin sonucunda Avrupa, Doğu ve Batı olarak ikiye bölündü. Doğu Bloku, Sovyetler’in egemenliği altına girerken demokratik Batı ülkeleri politik ve ekonomik olarak ABD’ye bağlandı. 1949’da Çin’de Komünist Parti iktidara geldi. Böylece komünist blok Orta Avrupa’dan Asya’nın en doğu ucuna kadar yayıldı. Komünist yönetimler serbest mal ve üretim faktörleri piyasalarına karşıydılar. Bu ülkelerde merkezi planlı ekonominin bir sonucu olarak iç fiyatlarla uluslararası fiyatlar arasında bir paralellik bulunmadığından devlet tekelleri ile iç piyasa dış piyasadan tamamen izole edildi. Sovyet sistemi etkisi altındaki bölgede ağır sanayinin teşvik edilmesi sonucu, sanayi ürünleri karşılığında Doğu Avrupa’nın tarım ürünleri ihracatına dayalı Avrupa’nın geleneksel iş bölümü son buldu. Bütün ülkelerin plancıları benzer politikalar izlediklerinden komünist ülkeler arasında ticaret imkânları son derece sınırlanmış oldu. Soğuk savaş nedeniyle Doğu-Batı Bloku ülkeleri arasındaki ticaret de büyük ölçüde azaldı. İkinci Dünya Savaşı sömürgeciliğe büyük bir darbe vurdu. 1960’ların ortalarına gelmeden Avrupalı sömürgeciler, Asya ve Afrika’daki tüm sömürgelerinin bağımsızlıklarını tanımak zorunda kaldılar. Ancak yeni ülkeler aşırı derecede yoksuldu. Üç yüzyıllık sömürgecilik döneminde Avrupalı milletler ülkelerine maden ve diğer kaynaklar şeklinde büyük servetler aktardılar ancak kazandıkları bu servetleri sömürge halklarıyla paylaşmadılar. Yeni sömürge hükümetleri, ekonomik gelişme için yeterli kaynaklardan ve özellikle de beşeri sermayeden yoksundular. Sömürgelerin bağımsızlığını kazanması, yeni ulusların doğuşu ve Üçüncü Dünya milletlerinin modernleşme ve ekonomik gelişme çabaları, uluslararası ekonomik ilişkilerde Doğu-Batı çatışması yanında ekonomik açıdan gelişmişlerle gelişmemişlerin karşı karşıya geldiği Kuzey-Güney boyutunu ortaya çıkardı. Bu yeni iki grup arasında yapıcı iş birliğini geliştirmek için yeni uluslararası kuruluşlar doğdu. Japonya gibi sınırlı sayıda ülkede sanayinin gelişmesine ve bazı gelişmekte olan ülkelerdeki ithal ikamesi gayretlerine rağmen 1945’te hala dünya ekonomisi, sanayileşmiş Kuzey ve sanayileşmemiş Güney ülkeleri şeklinde ikiye bölünmüştü. 1945 sonrasındaki 45 yılda bu geleneksel iş bölümü giderek değişti. 32 Gelişmekte olan ülkeler gelişmiş ülkelerden daha hızlı bir sanayileşme başarısı gösterdiler. Sonuçta dünya sanayi üretiminde sanayileşmiş ülkelerin payı yaklaşık ikiye katlandı. Bu gelişmeye paralel olarak Güney ülkeleri giderek temel mallar ihracatına bağımlı olmaktan kurtularak artan şekilde ve daha fazla sayıda ve miktarda sanayi ürünü ihraç etmeye başladı. Buna rağmen gelişmiş ve geri kalmış ülkeler arasındaki 19. yüzyıldaki büyük eşitsizlik ikinci binyıl sona ererken ortadan kalkmadı: Hala dünya sanayi üretiminin çok büyük bir bölümü zengin ülkelerde gerçekleşmektedir. 1914 öncesinde dünya ekonomisine Avrupa, özellikle de Batı Avrupa ile ABD hükmediyordu. Batı Avrupa milletlerinin imparatorlukları Çarlık Rusya’sının geniş topraklarıyla birlikte, dünyanın dörtte üçünü kontrol ediyorlardı. Avrupa ve ABD toplam dünya üretim ve ticaretinin yarısından çok fazlasını gerçekleştiriyordu. Yirminci yüzyılda Avrupa’nın dünya ticareti ve üretimindeki payı azalırken ABD ve başta Japonya olmak üzere Asya ülkelerinin payı büyük ölçüde arttı. 19. yüzyıl boyunca Avrupalı güçler Afrika ve Asya ülkelerine serbest ticaret politikalarını empoze etseler de, İngiltere dışında, kendileri korumacı politikaları sürdürdüler. Yirminci yüzyılın ortalarından itibaren zengin ülkeler ticaret rejimlerini giderek liberalleştirirken gelişmekte olan çevre ülkeler dışa kapalı kaldı. Üçüncü Dünya ülkelerinin ödemeler dengesi problemleri sıkı ithalat kontrollerini zorunlu kılıyordu. Hindistan ve Pakistan gibi Asya ülkeleri de teknoloji ve sermaye girişleri üzerine son derece kapsamlı kontroller uygulamaya başladılar. Benzer şekilde diğer pek çok gelişmekte olan ülke de sıkı ticaret kontrolleri ve ithal ikamesi politikaları izledi. Gelişmekte olan ülkelerin ithal girdilere dayalı sanayileşme ve büyüme stratejileri, periyodik ödemeler dengesi problemlerine yol açarak ithalat sınırlamaları için ek bir neden oluşturdu. Bütün bu nedenlerle gelişmekte olan ülkeler uzun bir süre uluslararası ticarete kapalı kaldılar. 1980’lerde ve özellikle de 1990’larda dünya ekonomisinde yeni bir globalleşme ve liberalleşme dalgası görüldü. 19. yüzyıldaki globalleşme, taşıma maliyetlerini düşürerek mal piyasalarını birbirine yaklaştıran teknolojik nedenlerden kaynaklanırken 20. yüzyılın sonundaki globalleşme ise daha çok politik bir temele dayanıyordu. 1989-1991 arasında Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku dağıldı. Çin 1978’de ekonomiyi serbestleştiren ve dış ticareti teşvik eden ekonomik bir reform programı başlattı. Doğu Bloku’ndan kopan ülkeler devlet tekellerini tasfiye ettiler ve paralarını konvertibl hale getirdiler. Yüzyılın sonunda tüm bölgelerde gümrük tarifeleri indirildi ve ticaret engelleri azaltıldı. Gelişmekte olan ülkelerde ortalama gümrük 20. yüzyılda sanayiye düşük, tarıma ise yüksek koruma politikaları izlediler. On dokuzuncu yüzyılda pek az uluslararası kuruluş mevcuttu. 20. Yüzyılda çok sayıda yeni kurum ortaya çıktı. Ancak bu kuruluşlar arasında ekonomik önemi olanlar çok azdır. Milletler Cemiyeti’nin Ekonomik Şubesi yararlı istatistik ve teknik raporlar yayınladı; standart hesaplama metotları geliştirdi fakat iki savaş arası dönemdeki ekonomik meselelerin çözümünde başarısız oldu. Birleşmiş Milletler ekonomik konularla ilgili özel kuruluşlar oluşturmakta daha başarılı oldu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası iş birliği arzusu oldukça güçlüydü. İki taraşı anlaşmalar yerine uluslararası düzeyde çok taraşı anlaşmalar yoluyla dünya ticareti sisteminin yeniden canlandırılması çabaları savaş sırasında başlamıştı. 1944’te bu alanda iki uluslararası kuruluşun temeli atıldı: Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası (IBRD). IMF çeşitli dünya paraları arasındaki değişim oranının düzenlenmesi ve ülkeler arasındaki kısa dönemli ödemeler dengesi problemlerinin çözümlenmesi görevini üstlenmişti. Dünya Bankası ise hem savaştan zarar gören ekonomilerin yeniden inşası hem de yoksul ülkelerin gelişmesi için uzun dönemli krediler verecekti. İki kuruluşun işler hale gelmesi 1946’ya kadar mümkün olmadı. Bundan sonra da bu kuruluşlar uzun süre etkinlik kazanamadı. Ancak dünya ekonomisinin yeniden inşası için en azından bir temel atılmış oldu. Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası bugün de dünya ekonomisinde önemli rol oynamaya devam etmektedir. o IMF: Dünya para sistemindeki dalgalanmaları önlemek ve kısa dönemli ödemeler dengesi problemlerini çözmekle görevlidir. o Dünya Bankası: Günümüzde esas amacı yoksul ülkelerin kalkınması için gerekli teknik ve mali destekleri sağlamaktı. Devlet ve Ekonomik Hayat Yirminci yüzyılda ise devletin ekonomide rolünün artması kısmen iki dünya savaşının mali gereklerinden kaynaklanıyordu. Ancak bu sebeplerden yalnızca biriydi. Sovyetler Birliği’nde ve diğer Sovyet tipi ekonomilerde, hükümetler geniş kapsamlı bir ekonomik planlama ve kontrol sistemi ile ekonominin tüm 33 sorumluluğunu üstlendi. Sovyet ekonomik planlaması kaynakların ve üretim araçlarının özel mülkiyetinin yasaklanması, yüksek yatırım oranlarının hedeflenmesi ve tüketim malları yerine sermaye mallarının üretimine ağırlık verilmesi esaslarına dayanıyordu. Ancak sosyalist tecrübe uzun dönemde başarılı olamadı. İki dünya savaşı sırasında savaşan uluslar da çok çeşitli kontrol ve müdahaleleri benimsediler. Fakat bazı istisnalar dışında ileri sanayi demokrasilerinde barış zamanlarında ekonomik açıdan üretken alanlar özel şahıs ve şirketlerin faaliyet sahası olarak kaldı. Savaşlar arası dönemde bütün hükümetler ekonomik iyileşme ve istikrar programları izlediler. Ancak bunda çok az başarılı olabildiler. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra daha bilinçli ve istekli olarak aynı yolu izlediler. Bu kez daha başarılı olan hükümetlerin çoğu, Sovyetler Birliği’ndeki gibi kapsamlı ve zorlayıcı olmamakla birlikte ekonomik planlamadan geniş ölçüde yararlandılar. Batı Avrupa milletlerinde bu uygulamalar ‘karma ekonomi’ olarak adlandırıldı. 19. yüzyılda mahalli idareler tarafından sular idaresi, hava gazı ve benzeri teşebbüsler kurulup işletilmişti. Milli hükümetler 20. yüzyılda pek çok demiryolu inşa ettiler ya da daha önce kurulmuş olanları devletleştirme yoluna gittiler. Böylece devlete ait sınai işletmeler daha da yaygınlaşmış oldu. Kamunun büyümesinin diğer bir nedeni olan transfer ödemeleri de 19. yüzyılın sonlarında doğdu fakat İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar yaygınlaşmadı. 1880’lerde Almanya’da işçiler için zorunlu olarak hastalık ve kaza sigortası ile yaşlı ve sakatlar için emeklilik uygulaması başlatıldı. Bu uygulamalar Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra diğer ülkelere yayıldı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra güçlü politik baskıların sonucu olarak pek çok demokratik hükümet, sosyal güvenlik sistemlerini yaygınlaştırdılar. Yirminci yüzyılın ikinci yarısı boyunca Avrupa’da kamu giderlerinin %50-60’ı refah harcamaları niteliğindeydi. Bu nedenle de onlar ‘refah devleti’ olarak adlandırıldılar. Kamu sektörünün büyümesinin istatistik ifadesi devlet harcamalarının artışıydı. 19. yüzyılda barış zamanlarında hükümet harcamalarının milli gelire oranı genel olarak %10’un altındaydı. Birinci Dünya Savaşı arifesinde İngiltere’de, Almanya’ya karşı silahlanma yarışının yürütüldüğü bir dönemde, hükümet harcamaları milli gelirin yalnızca %8’ini oluşturuyordu. Ancak savaş sırasında pek çok Avrupa ülkesinde bu oran %50’yi aştı. Savaştan sonra da hükümet harcamaları eski oranlara inmedi. o Ekonomik Planlama: Devletin iktisadi kaynakların dağılımını merkezi veya bölgesel birtakım kamu kuruluşları aracılığıyla düzenlemesidir. o Karma Ekonomi: Üretim araçlarının bir kısmı devlet, bir kısmı da özel kuruluşların mülkiyetindedir. Kaynakların tahsisi bakımından da ekonomik planlama kamu kesimi için emredici, özel kesim için ise tavsiye edici niteliktedir. o Refah Devleti: Düşük gelirli vatandaşları için eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi alanlarda asgari standartları sağlama yükümlülüğünü üzerine alan devlettir. Savaşlar ve Ekonomik Performans Birinci Dünya Savaşı’nın Ekonomik Sonuçları Ekonomik açıdan uzun dönemde fizikî yıkımdan daha zararlı olan normal ekonomik ilişkilerin bozulmasıydı. 1914 öncesinde dünya ekonomisi serbestçe ve etkin bir şekilde işlemekteydi. Koruyucu tarifeler, özel tekeller ve uluslararası karteller şeklindeki bazı sınırlamalara rağmen, gerek ülkelerin içinde ve gerekse uluslararası planda ekonomik faaliyetlerin önemli bir bölümü serbest pazarlarda cereyan ediyordu. Savaş sırasında devletler fiyatlara, üretime ve iş gücü dağılımına müdahalelerde bulundular. Bu kontroller bazı sektörleri suni olarak teşvik ederken bazılarını sınırladı. Savaş sonunda bu sınırlamalar kaldırılmakla birlikte, savaş öncesi ilişkiler kolaylıkla ve süratle yeniden kurulamadı. Daha ciddi bir problem, dış ticaretin altüst olmasından ve savaşan ülkeler, özellikle de Almanya ve İngiltere arasındaki ekonomik savaştan kaynaklanıyordu. Savaştan önce İngiltere, Almanya, Fransa ve ABD dünyanın önde gelen sınai ve ticari ülkeleri olarak birbirlerinin en iyi alıcısı ve satıcısı durumundaydı. Savaş başlayınca Almanya ile diğerleri arasındaki ticari temaslar derhal kesilirken ABD ilişkilerini korumaya çalıştıysa da İngiltere ve Almanya’nın misilleme gayretleri karşısında başarılı olamadı. İngiltere, Alman limanlarına Napolyon’un yüzyıl önce kendisine yaptığı gibi ambargo uygulamaya başladı. Ambargo oldukça etkili oldu. İngiliz filosu Alman gemilerini denizlerden uzaklaştırırken tarafsız gemileri de rahatsız ederek yüklerine el koydu. Uluslararası ticaretin kesintiye uğraması ve devlet müdahalelerinin ortaya çıkması kadar dış pazarların kaybedilmesi de uzun ömürlü etkilere yol açtı. Almanya deniz aşırı pazarlarını tamamen yitirdi. Savaşan 34 ülkeler kaynaklarını normal kullanımlardan savaşın gerek duyurduğu alanlara doğru kaydırdılar. 1918’de İngiltere’nin sınaî mal ihracatı savaştan önceki düzeyinin yarısına düştü. Sonuçta denizaşırı ülkeler Avrupa’dan satın aldıkları malları ya kendileri üretmek ya da başka ülkelerden satın almak zorunda kaldılar. Pek çok Latin Amerika ve Asya ülkesi, savaştan sonra yüksek tarifelerle korudukları imalat sanayilerini kurdular. Gelişmiş imalat sanayilerine sahip olan ABD ve Japonya, denizaşırı pazarlarını daha önce Avrupa’nın tekelinde olan alanlara doğru genişlettiler. Savaş dünya tarımının dengesini bozdu. Bazı bölgeler üretim faaliyetlerine son verir ya da pazarın dışında kalırken yiyecek ve ham madde taleplerinin artışı diğer bölgelerde üretimi teşvik etti. Bu durum 1920’lerde üretim fazlasına ve dolayısıyla fiyatların düşmesine yol açtı. Buğday, şeker, kahve ve kauçuk üreticileri, en çok zarar gören ülkeler oldu. Savaşan ülkeler dış pazarları yitirmelerine ilave olarak gemi taşımacılığı ve diğer faaliyetlerdeki gelir kayıplarından da zarar gördüler. Londra ve Avrupa’nın diğer mali merkezleri, savaş sırasında bankacılık, sigortacılık gibi mali ve ticari hizmetlerinden elde ettikleri gelirlerin bir kısmını New York ve diğer merkezlere kaptırdılar. Savaşın yol açtığı diğer bir önemli ekonomik kayıp da dış yatırım gelirleriydi. Savaştan önce İngiltere, Fransa ve Almanya önemli ölçüde dış yatırımı olan ülkelerdi. İngiltere ve Fransa ihracatlarından daha fazla ithalat yaptıklarından dış yatırım gelirleri ithalat fazlalarını ödemelerine yardımcı oluyordu. Her ikisi de acil olarak ihtiyaç duydukları savaş harcamalarını finanse edebilmek için dış yatırımlarının bir bölümünü satmak zorunda kaldılar. Bu yatırımların bir bölümü de enflasyon ve ilgili döviz problemleri nedeniyle önemli ölçüde değer yitirdi. Ayrıca yatırımın yapıldığı ülkelerin dış yatırımları tanımayı reddetmesiyle de zararlar ortaya çıktı. Milli ve milletlerarası diğer bir ekonomik problem de enflasyondu. Savaşın maliyetinin baskıları, savaşan ülkeleri savaş öncesinde fiyat istikrarını koruyan ya da en azından uyumlu hale getiren altın standardının dışına itti. Savaşan ülkeler büyük borçlanmalara başvurdular ve savaşın finansmanı için çok fazla kâğıt para bastılar. Bu uygulamalar her ülkede aynı ölçüde olmamakla birlikte fiyatları yükseltti. Savaş sonunda ABD’de fiyatlar 1914’te olduğunun yaklaşık 2.5 katıydı. Aynı dönemde fiyatlar İngiltere’de 3, Fransa’da 5.5 ve Almanya’da 15 katına yükselmişti. Fiyat düzeyleri arasındaki bu dengesizlik ve bunun doğurduğu döviz değerlerindeki farklılıklar, uluslararası ticaretin yeniden başlamasını güçleştirdi. Barışın Ekonomik Sonucu Savaş sonrasının önemli problemleri, ekonomik milliyetçiliğin doğuşu ile parasal ve mali problemlerdi. Birinci Dünya Savaşı sonunda yapılan Paris Barışı sonucunda Almanya savaş öncesi ekili alanlarının %15’ini, demir rezervlerinin dörtte üçünü, kömür yataklarının dörtte birini yitirdi. Afrika ve Pasifik’teki Alman sömürgeleri müttefiklerce işgal edildi. Almanya savaş tazminatı ödemeye de mahkûm edildi. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun parçalanmasıyla bölgede pek çok yeni küçük devlet ortaya çıktı. Bu imparatorluk, Tuna bölgesinde geniş bir serbest ticaret bölgesi oluşturarak son derece yararlı bir ekonomik işlev görmekteydi. Yeni ülkelerse ekonomik alanda kendi kendilerine yeterli olma gayreti içindeydiler. Sınır anlaşmazlıkları nedeniyle tren seferlerine bile izin verilmemesi ulaşım sisteminin işlemesini engelleyerek ticareti adeta durma noktasına getirdi. Daha sonra yapılan anlaşmalarla ekonomik milliyetçiliğin bu aşırı örnekleri düzeltildiyse de diğer sınırlamalar sürdü. Ekonomik milliyetçilik, yalnız imparatorlukların parçalanması ile doğan yeni devletlerle sınırlı değildi. Sivil savaş sırasında uluslararası ekonomiden tamamen çekilen Rusya, Sovyet rejimi altında yeniden ortaya çıktığında ekonomik ilişkileri yeni bir tarz aldı. Devlet, uluslararası ticarette tek alıcı ve satıcı oldu: Yalnızca siyasi yöneticilerin stratejik olarak gerekli gördükleri şeyleri satın aldı ya da sattı. Batıda daha önce uluslararası ticarete ileri ölçüde bağımlı olan ülkeler de yalnızca koruyucu tarifeleri değil, ithalat kotaları ve ithalat yasakları gibi daha katı tedbirleri de kapsayan çeşitli sınırlamalar uygulamaya koydular; aynı zamanda ihracat sübvansiyonları ve diğer tedbirlerle ihracatlarını teşvike başladılar. Serbest ticaretin şampiyonluğunu yapan İngiltere, savaşın finansmanı amacıyla savaş sırasında gümrük tarifelerine başvurdu. Savaştan sonra geçici olarak uygulanmaya devam edilen ve sayısı ile oranı artan gümrük tarifeleri, 1932’den sonra resmi korumacı politikaya dönüştü. Yeni-merkantilizm olarak adlandırılan bu uygulamalar, diğer devletlerin karşı tedbirler getirmesiyle yaygınlaşarak ticaretin daha da sınırlanmasına yol açtı. Nitekim savaştan önceki 20 yıl içinde iki katından daha fazlaya yükselen toplam dünya ticareti, savaşı izleyen 20 yılda bu seviyesini güçlükle koruyabildi. o Yeni-merkantilizm: Günümüzde devletin ekonomik canlanmayı veya kalkınmayı sağlamak amacıyla ihracatı artırmak için dış ticarete müdahale etmesidir. 35 Savaşın doğurduğu ve barıştan sonra şiddetlenen mali ve parasal problemler ise uluslararası ekonominin tamamen dağılmasına yol açtı. Bu karışıklığın temelinde tazminat meselesi ile savaş dönemindeki borçlanmaların geri ödenmesi problemi yatıyordu. Savaş Borçlanmalarının Geri Ödenmesi ve Savaş Tazminatı Problemleri 1917’ye kadar İngiltere, müttefiklerin yürüttüğü savaşın en büyük finansman kaynağıydı. ABD savaşa girince savaşın finansmanında İngiltere’nin yerini aldı. Savaş sona erdiğinde müttefiklerin 20 milyar doları bulan toplam borcunun yarısı ABD’den alınmıştı. İngiltere 7.5 milyar dolar borç vermiş, bunun yarısı kadar ABD’den borç almıştı. Fransa’nın borç aldığı ve verdiği miktar ise birbirine aşağı yukarı eşit olup 2.5 milyar dolar civarındaydı. Avrupalı müttefikler, birbirlerine olan borçlarını savaş sonrasında karşılıklı olarak tasfiye etmeyi umuyorlardı. Aynı şeyi Amerikan borçları için de düşünüyorlardı. Fakat ABD borçları tamamen ticari bir gözle görüyordu. ABD savaştan sonra faiz oranını indirmeyi ve geri ödeme süresini uzatmayı kabul etmekle birlikte tüm borçların ödenmesinde ısrarlıydı. Diğer bir problem savaş tazminatı meselesiydi. Fransa ve İngiltere, Almanya’dan yalnız sivil şahıslara verilen zararları değil, müttefik hükümetlerin tüm savaş masraflarını da ödemesini istiyorlardı. Almanya’nın ödeyeceği tazminat miktarı 33 milyar dolar olarak belirlendi. Bu miktar Alman milli gelirinin iki katı civarındaydı. Almanya tazminat ödemesine 1919 Ağustos’unda başladı. Avrupa ekonomilerinin zayıflığı ve uluslararası ekonominin kritik durumu nedeniyle Fransa, İngiltere ve diğer müttefik ülkelerin, ABD’ye olan borçlarını ödeyebilmeleri tazminat olarak alacakları miktarlara, Almanya’nın tazminat ödeme kapasitesi ise ödemelerini yapabileceği dövizi ve altını elde edeceği ihracat fazlasına bağlıydı. Oysa müttefiklerin uyguladıkları ekonomik sınırlamalar, Almanya’nın ödemelerini yapabileceği böyle bir ticaret fazlasını elde etmesine imkân vermiyordu. 1922 Yaz sonlarında Alman markının değeri, tazminat ödemelerinin ağır baskısı altında hızla düşmeye başladı. Yılın sonuna doğru baskı o denli artmıştı ki Almanya ödemeleri tamamen durdurmak zorunda kaldı. Fransa ve Belçika orduları 1923 Ocak ayında Ruhr bölgesini işgal ederek kömür madenleri ile demiryollarını kontrollerine aldılar. Almanlar pasif direnişe geçti. Hükümet, işçilerin ve maden sahiplerinin tazminat ödemelerini karşılayabilmek için çok büyük miktarda kâğıt para bastı. Bu durum hızlı bir enflasyon dalgasına yol açtı. 1914’te doların değeri 4.2 Alman altın markına eşitti. Savaş sona erdiğinde 351-2 kâğıt mark 1 dolar değerindeydi. Enflasyon Alman toplumunda derin yaralar açtı. Orta sınıf ve sabit gelirliler tasarruflarının yok olduğunu ve hayat standartlarının düştüğünü gördüler. Enflasyonun kötü etkileri Almanya ile sınırlı değildi. Savaş öncesinde 5 Fransız frangı 1 dolara eşitti; 1919’da yarı yarıya değer yitirerek 11 frank bir dolara eşit hale geldi. Daha sonra 1 dolar 40 franga kadar yükseldiyse de 1926’da 25.5 frankta istikrar kazandı. Probleme çözüm bulmak için kurulan uluslararası bir komisyon Almanya’nın yıllık tazminat ödeme yükünün azaltılmasını, Alman Merkez Bankasının yeniden organize edilmesini ve Almanya’ya 200 milyon dolar dış borç verilmesini tavsiye etti. Dış borçlanma 1924’te Almanya’nın yeniden tazminat ödemelerine başlamasını ve altın standardına dönmesini mümkün kıldı. Bu gelişmeler Amerikan sermayesinin özel yatırımlar şeklinde Almanya’ya akışını sağladı. Böylece Alman sanayi teknik olarak modernleşirken Alman hükümeti de tazminatları ödemek için gerekli dövizi elde etti. İngiltere’nin Altın Standardına Dönüşü Savaş sonrası İngiltere’de ekonomik problemler büyüdü. Savaş sırasında İngiltere yabancı pazarlarını, dış yatırımlarını, ticari filosunun büyük bir bölümünü ve dış ticaret gelirlerini yitirdi; buna karşılık yiyecek ve ham madde ithaline daha fazla bağımlı hale geldi. İngiltere ihracatını artırması gerekirken tam tersine fabrikalar ve madenler kapandı, işsizlik arttı. Hükümetin ekonomik problemlere karşı aldığı tedbirlerse yetersizdi. İşsizliğe karşı başvurulan tedbir yoksulluk ödemeleriydi. Bu ödemeler bütçeye büyük yük getirmesine karşılık işsiz ailelerin desteklenmesinde yetersiz kaldı. Hükümetin bir başka uygulaması da bütçe harcamalarını kısmaktı. Bu ise ülkenin şiddetle ihtiyaç duyduğu kamu hizmetlerindeki genişleme ve modernleşmeden yoksun kalmasına neden oldu. İngiltere savaşın finansmanı için bir önlem olarak 1914’te altın standardını terk etmişti. Londra’nın dünyanın mali merkezi olması nedeniyle savaş boyunca altın standardına dönülmesi için ağır baskı vardı. Fakat bunun için İngiltere Merkez Bankasının yeterli rezervleri yoktu. 1920’lerin ortasında yeterli birikim sağlanmıştı. Ancak daha önemli bir problem, sterlinin değeriyle ilgiliydi. Savaştan önce 1 sterlin 4.86 dolara eşitti. Savaş sırasında ABD, altın standardını sürdürürken İngiltere’de yüksek bir enflasyon yaşanmıştı. Savaş öncesi parite ile altın standardına dönülmesi İngiliz sanayinin rekabet gücünü zayıflatacaktı. Çoğu İngiliz dış yatırımı altın ya da sterlin olarak yapılmış olduğundan daha düşük parite ile altın standardına dönmek, bu yatırımların önemli ölçüde değer kaybetmesine neden olacaktı. Öte yandan İngiltere’de maliye gibi önemli 36 konularda gelenekleri koruma eğilimi hâkimdi. 1925’te İngiltere savaş öncesi parite ile altın standardına döndü. İngiliz sanayinin rekabet gücünü zayıflatmamak için ücretlerin %10 civarında düşürülmesi gerekli oldu. o Altın Standardı: Para değerinin altın karşılığının yasa ile tespit edildiği ve milli paraların sabit bir kur üzerinden altın cinsinden tanımlandığı para sistemidir. İngiltere’nin problemlerine karşılık Avrupa’nın çoğu ülkesi 1920’lerin sonlarında refaha kavuşmuştu. 1924 ile 1929 arasındaki 5 yılda normal duruma dönülmüş, fizikî hasarlar büyük ölçüde onarılmış ve savaş sonrasının en acil problemleri çözümlenmişti. ABD, Almanya ve Fransa başta olmak üzere çoğu ülkeler kısa sürecek bir refah dönemine girmişti. Bu refah, Amerika’dan Avrupa’ya fon akışının devamı na bağlı her an bozulabilir bir denge üzerine kurulmuştu. Büyük Bunalım 1928 yılı ortalarında Amerikan bankaları ve yatırımcıları, yabancı tahvil almaktan vazgeçerek mali fonlarını New York borsasında değerlendirmeye başlayınca borsada hızlı bir yükselme oldu. Bu spekülatif hareketten yararlanmak isteyenler, kredi ile hisse senedi alma yarışına girdiler. 1929 yılı ortalarına gelmeden Avrupa, Amerikan yatırımlarının kesilmesinin sancısını hissetmeye başladı. Amerikan ekonomisinde de genişleme durmuştu. Nitekim ABD’nin gayrisafi milli hasılası 1929’un ilk çeyreğinde en yüksek noktasına ulaştı ve daha sonra düşmeye başladı. Avrupa’da pek çok ülke bunalımın eşiğindeydi. 1929 Ekim’inde New York borsasında yaşanan kriz hisse senedi fiyatlarının düşmesine neden oldu. Bankaların verdikleri kredileri geri istemeleri yatırımcıları, senetlerini ellerinden süratle çıkarmaya sevk etti. Amerikalılar artık Avrupa’da yeni yatırım yapmadıkları gibi, mevcut fonlarını da çektiler. 1930’lar boyunca Avrupa’dan sermaye çekişi sürdü. Borsa krizi depresyonun sebebi değildi, fakat depresyonun açık bir işaretiydi. 1931 Mayıs’ında Viyana’da, Orta Avrupa’nın en büyük ve önemli bankalarından biri ödemelerini durdurdu. Panik Macaristan, Çekoslovakya, Romanya, Polonya ve özellikle de Almanya’yı etkisi altına aldı. Haziran ayında büyük ölçüde mevduatların çekilmesi pek çok bankanın iflası ile sonuçlandı. Panik İngiltere’ye sıçradı ve 21 Eylül’de Merkez Bankası altın ödemelerini durdurdu. Üretim, istihdam ve kişi başına gelirlerde büyük düşmeler oldu. 1929 ile 1932 yılları arasında gayrisafi hasıla Batı Avrupa’da %9.1, Latin Amerika’da %13.7 ve Kuzey Amerika’da ise %28.6 düşme gösterdi. Sanayi üretimi ABD, Avusturya, Belçika, İsviçre, Çekoslovakya ve Polonya’da %35’in ve Almanya’da %40’ın üzerinde düştü. 1929’u izleyen yıllarda işsizlik oranı Avustralya ve Kanada’da %19’un, Belçika ve İsveç’te %23’ün, ABD’de %25’in, Danimarka, Almanya ve Hollanda’da %30’un üzerine çıktı. Büyük Bunalım temel mallar için talebin önemli ölçüde daralmasına neden oldu. 1929 ile 1931 arasında Brezilya kahvesinin fiyatı %53, Arjantin yününün fiyatı %72, Seylan çayının fiyatı %62, Malezya kauçuğunun fiyatı ise %84 oranında düştü. Bu fiyat düşüşleri temel mallar ihraç eden ülkelerin dış ticaret gelirlerini büyük ölçüde azalttı. 1929-1932 arasında ülkelerin ihracat gelirleri Latin Amerika ve Asya’da %60’ın ve Afrika’da %40’ın üzerinde düştü. Sonuç, ödemeler dengesi problemleriyle mücadele edebilmek için para devalüasyonu ve ithalat kontrolleri gibi radikal tedbirlerin yaygınlaşması oldu. 1931’de pek çok Latin Amerika ülkesi döviz kontrollerini devreye soktu. Bunalım, Kuzey’in zengin ülkelerinde ise zor durumda kalan sanayilerini ayakta tutabilmek için korumacı eğilimleri güçlendirdi. 1927 ile 1931 arasında Avrupa’da gümrük tarifeleri yükseltildi. Temel malların fiyatlarındaki düşme pek çok ülkeyi güç durumda bıraktı. 1931 Eylül’ü ile 1932 Nisan’ı arasında 24 ülke altın standardını terk etti. Bazı ülkeler altın standardını sürdürmekle birlikte fiili altın ödemelerini askıya aldı. Para değerleri arz ve talebe göre büyük dalgalanmalar gösterdi. 1931’in ilk üç ayında toplam uluslararası ticaretin hacmi 1929’un aynı dönemine oranla üçte ikisinin bile altına düştü. Bunalımı çözmek için yapılan çeşitli uluslararası konferans teşebbüsleri başarılı olamadı. Bunalımın Nedeni ve Sonuçları 1929 krizini başlatan ülke ABD oldu. Fakat krizin yayılmasında uluslararası sorumluluk da söz konusuydu. Her ülke krizi derinleştirici politikalar izledi. Öte yandan depresyonun nedenleri konusu tartışmalıdır. Bazılarına göre sebep, başta ABD olmak üzere sanayi ekonomilerindeki para arzında görülen büyük düşme idi. Diğerlerine göre tüketim ve yatırım harcamalarındaki otonom bir düşüş ekonomileri bunalıma götürmüştü. Diğer bazılarına göre ise bunalımın nedenleri tarımda daha önce başlayan bir daralma, Üçüncü Dünya ülkelerinin temel malları için istikrarsız bir pazara aşırı şekilde bağımlılığı ve dünya altın stoklarının kıtlığı ya da dengesiz dağılımıydı. Uzlaşmacı bir yaklaşımla parasal ve para dışı faktörlerin bir araya gelmeleriyle bunalımın doğduğu ve olayın sebeplerinin Birinci Dünya Savaşı’na kadar götürülebileceği söylenebilir. Altın 37 standardından vazgeçilmesi, uluslararası ticaretin büyük ölçüde kesintiye uğraması ve 1920 sonlarının milliyetçi ekonomik politikaları da bunalımın göstergeleridir. Krizin kaynağı konusunda ihtilaf varsa da onun şiddetinin ve uzun sürmesinin nedenleri üzerinde uyuşma vardır: Bu neden İngiltere ve ABD’nin politikalarının farklılığı idi. Savaştan önce İngiltere dünyanın en önde gelen ticari, mali ve 19. yüzyılın sonuna kadar da sınai gücü olarak dünya ekonomisinin istikrarı konusunda hayati bir rol oynuyordu. Onun serbest ticaret politikası sayesinde dünyanın her tarafından gelen mallar orada pazar bulabiliyordu. Onun büyük dış yatırımları, ülkelere önemli dış ticaret açıklarına rağmen ödemelerini dengeleme imkânını veriyordu. Londra’nın bir para piyasası olarak önderliği ile birlikte altın standardına bağlılığı, geçici ödemeler dengesi sıkıntısı olan ülkelerin bu problemlerini çözmelerini sağlıyordu. Savaştan sonra İngiltere böyle bir liderlik rolünü oynayabilecek durumda değildi. ABD ise bu rolü üstlenmeye isteksizdi. Eğer ABD daha açık politikalar izleseydi, bunalım daha kısa süreli ve hafif olabilirdi. Kriz sonrasında döviz rezervlerinin korunması, ithalat talebinin kısılması ve sermaye kaçışının önlenmesi amacıyla uluslararası sermaye hareketlerine 1980’lere kadar devam edecek olan çeşitli sınırlamalar getirildi. Bu politikanın uygulama araçları ise döviz kontrolleri ile ithalat kotaları oldu. İkinci Dünya Savaşı ve Dünya Ekonomisinin Yeniden İnşası İkinci Dünya Savaşı tarihin en yıkıcı ve yaygın savaşıydı. Askeri harcama olarak savaşın maliyeti günümüzün satın alma gücüyle 1 trilyon dolardan fazlaydı. Savaşın yol açtığı ölümler Batı Avrupa’da 15 milyondu. Milyonlarca insan yaralandı, evsiz kaldı, açlıktan ve hastalıktan öldü. Rusya’da 15 milyon, Çin’de 2 milyon, Japonya’da 1.5 milyon asker ve milyonlarca sivil hayatını kaybetti. Hava bombardımanları, pek çok şehri yerle bir etti. Demiryollarına, köprülere, limanlara ve rıhtımlara yapılan saldırılar nedeniyle ulaşım tesisleri harap oldu. Savaşın sonunda Avrupa’da ekonomik manzara da oldukça kötüydü. 1945’te sınai ve zirai üretim 1938’deki düzeyinin yarısının da altına düşmüştü. Fiziki ve insani kayıplar yanında, milyonlarca insan evlerinden ve ailelerinden ayrılmıştı. Milyonlarca insan açlıkla karşı karşıyaydı. Problemi daha da kötüleştiren ekonominin kurumsal çerçevesinin ağır şekilde yara almış olmasıydı. Ekonominin yeniden inşası kolay bir mesele olarak görünmüyordu. Savaştan önce Avrupa ihraç ettiğinden daha fazla mal, özellikle yiyecek ve ham madde ithal etmekte ve aradaki farkı dış yatırımlarından, deniz taşımacılığından ve mali hizmetlerinden elde ettiği gelirlerle kapatmaktaydı. Savaştan sonra ticari filosu tahrip olmuş, dış yatırımları tasfiye edilmiş, mali piyasaları bozulmuş, dış pazarlarını başka ülkelere kaptırmış olan Avrupa, nüfusunun temel ihtiyaçlarını bile karşılayamayacak bir durumdaydı. Avrupa büyük bir yoksulluk içindeydi. 1930’ların parasal ve mali kargaşasında pek çok ülke döviz kontrolü uygulamaya başlamıştı: Yani onların paraları diğer paralara çevrilebilir değildi. Mal ticareti karşılıklı olarak dengeleniyor ve bu da ticaret hacmini daraltıyordu. Bu kontroller savaş sırasında zorunlu olarak uygulandı. Savaştan sonra mal kıtlıkları kontrollerin devamını gerektiriyordu. Kıtlıkların çaresi ise Kuzey ve Güney Amerika’da bulunuyordu. Fakat bunların satın alınabilmesi için dolar gerekliydi ve Avrupa’daki en büyük kıtlık ise dolar kıtlığıydı. Problemin çözümünü Marshall Planı çerçevesinde Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü (OEEC) aracılığıyla Avrupa’ya akan yardımlar sağladı. Marshall planında toplam yardım miktarı 23 milyar dolar olarak saptanmıştı. Avrupa’ya 1947 sonu ile 1952 başları arasında ABD’den borç ve hibe şeklinde fiilen yapılan yardım 13 milyar dolar oldu. Bu sayede Avrupa ülkeleri dolar bölgesinden ihtiyaç duydukları malları alabildiler. Programın uygulanmaya başladığı ilk yılda bu malların üçte biri yiyecek, yem ve gübreydi. Daha sonra ağırlık Avrupa sanayilerinin yeniden kurulmasını sağlayacak sermaye mallarına, ham maddelere ve yakıta kaydı. Marshall Planı 1952’de sona erdi. Plan sayesinde Batı Avrupa’nın ekonomik canlanması başarıldı ve ekonomik gelişmeleri teşvik edecek yeni kurumlar oluşturuldu. Bu kurumlar arasında en önemlisi Avrupa Ödemeler Birliği (EPU) idi. Savaş sonrası yıllarda ticaretin gelişmesinin ana engeli döviz, özellikle de dolar kıtlığı ve dolayısıyla ticaretin iki ülke arasında karşılıklı olarak dengelenmesinin yarattığı zorluklardı. 1950’de kurulan EPU, OEEC ülkeleri arasında ticaretin çok taraşı dengelenmesini sağlayarak bu ülkelerin birbirlerine ihracatlarını artırmalarına ve ABD’ye ve diğer ülkelere bağımlıklarını azaltmalarına imkân verdi. o Döviz Kontrolü: Ödemeler sıkıntısı çeken ülkelerde dış ticaretin ve sermaye transferlerinde dövizin alım ve satımının belirli kısıtlamalara tabi olmasıdır. o Marshall Planı: 1947 yılında ABD dışişleri Bakanı George Marshall’ın Harvard Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada temelleri atılan ve Avrupa’da savaştan zarar gören ülkelerin ekonomilerinin ayağa kalkması için tek taraşı olarak yapılan yardımları kapsayan programın adıdır. 38 EPU’nun kurulmasından sonraki 20 yıl içinde dünya ticareti yıllık olarak %8 büyüdü. EPU o denli başarılı oldu ki, 1958’de OEEC ülkeleri paralarının konvertibilitesini yeniden kurabildiler. 1961’de OEEC, ABD ve Kanada’yı ve daha sonra da Japonya ve Avustralya’yı içine alarak Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) şekline dönüştü. Kuruluşun yeni amacı ileri sanayi ülkelerinin azgelişmiş ülkelere yardımlarını koordine etmek, makro ekonomik politikalar üzerinde uzlaşma imkânları aramak ve karşılıklı problemlerin çözümlenmesine yardımcı olmaktı. Avrupa ekonomisinin yeniden inşası, savaş öncesi dönemde olduğundan daha fazla olarak ekonomik ve sosyal hayatta devletin rol almasını gerektirdi. Tüm ülkelerde politik, sosyal ve ekonomik reformlar için çok geniş bir kamu talebi vardı. Bu taleplerin ekonomik alandaki sonuçları ulaşım, enerji ve bankacılık gibi hayati sektörlerin millileştirilmesi, emeklilik maaşları ve ücretsiz tıbbi bakım gibi sosyal güvenlik sistemlerinin yaygınlaştırılması ve ekonomik performansın yükseltilmesinde hükümetlerin daha büyük sorumluluklar yüklenmesi oldu. Avrupa ekonomisinin bir mucize olarak adlandırılan bu yeniden inşasında rol oynayan ilk önemli faktör Amerikan yardımlarıydı. Bu ekonomik yardımlar sayesinde teknolojik modernleşmenin başarılması ekonomik mucizenin temelini oluşturuyordu. Diğer önemli bir faktör, hükümetlerin yapıcı tutum ve rolleriydi. Avrupa hükümetleri doğrudan veya dolaylı şekilde ekonomik hayata çok geniş ölçüde katılarak bazı temel sanayileri millileştirdiler, ekonomik planlar uyguladılar ve çeşitli sosyal hizmetler yerine getirdiler. Savaş sonrasında Batı Avrupa’nın ekonomik sistemleri, 19. yüzyıl kapitalizminden ve Doğu Avrupa sosyalizminden farklıydı. Batı demokrasilerinin özelliği olan karma ya da refah devleti ekonomilerinde, hükümetler genel istikrarı sağlama ve ekonomik büyümeye elverişli bir ortam yaratma görevini yerine getiriyor, mal ve hizmet üretimini özel teşebbüse bırakıyordu. Uluslararası düzeyde hükümetler arası iş birliği de ekonomik performanstaki etkinliğin bir diğer önemli nedeniydi. Son olarak fizik ve mali kapital bu kalkınmanın sağlanması için gerekliydi fakat hiçbir zaman yeterli değildi. Uzun dönemde Avrupa’nın beşeri sermaye gücü de önemliydi. Onun yüksek okuryazarlık oranı ve ihtisaslaşmış eğitim kurumları yeni teknolojilerin işlerlik kazanmasını mümkün kılan hünerli iş gücü ile beyin gücünü sağlamıştı. o Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü: Amacı ileri sanayi ülkelerinin az gelişmiş ülkelere yardımlarını koordine etmek, makro ekonomik politikalar üzerinde uzlaşma imkânları aramaktır. o Ekonomik Mucize: İkinci Dünya Savaşı’nda yıkıma uğrayan Avrupa ülkelerinin Marshall Planı’nın da katkısıyla 10 yıl içinde ekonomilerini yeniden inşa etmeleridir. 20. Yüzyılın İkinci Yarısında Dünya Ekonomisindeki Gelişmeler Dünya Ekonomisinin Performansı 20. yüzyılın ikinci yarısı dünya ekonomisinin geçmişte gösterdiği en yüksek ekonomik performansa şahit oldu. 1950 ile 1998 arasında yılda %3.9 büyüyen dünya gayrisafi hasılası 6’ya katlandı. Hızlı ekonomik büyümeye rağmen yüksek nüfus artışı nedeniyle 1950-1998 arasında kişi başına gelirlerdeki artış yıllık %2.5 düzeyinde kaldı. 20. yüzyılda dünya ekonomisinin çeşitli bölgeleri arasındaki ilişkiler daha da büyük bir yoğunluk kazanmıştır. Dünya mal ticaret hacmi üretimden daha hızlı artmıştır. Bu gelişmenin bir sonucu olarak dünya ihracatının gayrisafi hasılaya oranı 1950’de %5.5 iken 1998’de %17.2’ye yükselmiştir. Öte yandan uluslararası ticarette, haberleşmede ve diğer hizmet işlemlerinde de olağanüstü bir artış olmuştur. Bu durum uluslararası iş bölümünü geliştirmiş, bilgi ve teknolojilerin yayılmasını hızlandırmış ve gelişmiş ülkelerin yüksek taleplerini dünyanın diğer bölgelerine aktarmıştır. Yabancı sermayenin Afrika, Asya (Japonya hariç) ve Latin Amerika gibi yoksul bölgelere akışı 20. yüzyılın ilk yarısına göre çok hızlı bir şekilde artmıştır. Uluslararası göç hareketleri yeniden hız kazanmıştır. 1949’a kadar Batı Avrupa göç veren bir bölge iken 1950’den sonra bu durum tersine dönmüştür. 1950 ile 1998 arasında Batı Avrupa ülkelerine 20; ABD, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda’ya 34 milyon insan göç etmiştir. Kişi başına gelirlerin ortalama olarak yılda %2.9 oranında arttığı 1950-1973 dönemi, dünya ekonomisinin en yüksek büyüme performansını gösterdiği dönem oldu. Sanayileşmiş ülkelerde İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki çeyrek yüzyılda, yüksek oranlı ve istikrarlı ekonomik büyüme tam istihdam ve fiyat istikrarı ile birlikte gerçekleşti. Sanayileşmiş ülkeler arasında ABD, Kanada ve İngiltere gibi savaş sonunda en yüksek kişi başına gelir düzeyine sahip ülkelere göre Avrupa ülkeleri ve Japonya gibi kişi başına geliri daha düşük ülkeler, daha yüksek bir büyüme hızı gerçekleştirdiler. 1973’ten yüzyılın sonuna kadar devam eden ve neoliberal düzenin uygulandığı yıllar dünya ekonomisinin ikinci en iyi ekonomik performans dönemidir. 1973 sonrasında liberalleşme sürecinin etkisiyle uluslararası ekonomik ilişkilerde hızlı bir gelişme görülmesine karşılık, ekonomik büyüme hızı yavaşlamış, işsizlik artmış ve 39 dünya ekonomisinin çeşitli bölgelerinin ekonomik performansında ciddi bir farklılaşma ortaya çıkmıştır. Bu farklılaşmanın bir sonucu olarak en zengin ve en yoksul bölge arasındaki kişi başına gelir düzeyi farkı 1973- 1998 döneminde 13:1’den 19:1’e kadar yükselmiştir. 20. Yüzyılın Sonunda Dünya Ekonomisinin Genel Görünümü 1998 yılı itibariyle dünya ekonomisinin 34 gelişmiş ekonomisi (ABD, Kanada, Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda ve Batı Avrupa ülkeleri) dünya üretiminin yarı- dan fazlasını (%53.4) gerçekleştirirken bu ülkelerin dünya nüfusu içindeki payı yalnızca %14.2’dir. Çin, Hindistan, Pakistan, Malezya ve Güney Kore’nin de aralarında yer aldığı 1973-1998 döneminde dünya ekonomisinin en hızlı gelişen 15 Asya ülkesi ise dünya nüfusunun yarısını oluştururken üretimin dörtte birini gerçekleştirmektedirler. Hızlı gelişen Asya ülkelerinin başarıları olağanüstü olup gelişmiş ülkelerin düzeyini yakalama konusunda daha önce Japonya’nın gerçekleştirdiği başarının bir tekrarı niteliğindedir. Bu yüksek başarı, kaynaklarını harekete geçirerek etkin bir şekilde dağıtan, insani ve fiziki sermayesi ile ileri teknolojilere uyum sağlayabilen düşük gelirli ülkelerin ekonomik geri kalmışlığı bir avantaja dönüştürerek hızlı bir ekonomik kalkınmayı gerçekleştirme ve gelişmiş ülkeleri yakalama şansına sahip olduklarının açık bir göstergesi olarak da önemlidir. Öte yandan yine 1998 yılı itibariyle 40 Asya, 44 Latin Amerika, 27 Doğu Avrupa ve eski Sovyetler Birliği ülkesi ile 57 Afrika ülkesinden oluşan dünyanın ekonomik açıdan geri kalmış 168 ekonomisi, dünya üretiminin beşte birini (%21.4) gerçekleştirirken dünya nüfusu içinde üçte birlik (%34.9) bir oranı meydana getirmektedir. Bu ülkelerin ekonomik performansında 1973 sonrasında önemli bir nispi kötüleşme söz konusudur. 1973-1998 döneminde kişi başına gelirlerin %1.1 düzeyinde düştüğü eski Sovyetler Birliği’nin yerini alan ülkelerde ekonomik durum daha da kötüleşmiştir. Dünya Ekonomisini Sarsan Şoklar 1973’ten sonra farklı zamanlarda dünyanın çeşitli bölgelerini farklı derecelerde etkileyen ve büyüme hızını düşüren 4 büyük ekonomik şok yaşanmıştır. 1) İlk şok 1970’lerde hızla yükselen enflasyondan, uluslararası para düzeninin çöküşünden ve OPEC’in ham petrol fiyatlarını 3-4 katına yükseltmesinden kaynaklanmış ve özellikle de gelişmiş ülke ekonomilerini önemli ölçüde etkilemiştir. 2) İkinci şokun nedeni 1980’lerin başlarında Latin Amerika ekonomilerini sarsan borç kriziydi. 3) Üçüncü şok 1990’larda Japon senetlerinin fiyatlarının düşmesinin dünyanın bu en dinamik ekonomisinde yarattığı deflasyonist etkiden doğmuştu. 4) Sonuncu şoka ise 1991’de Doğu Avrupa ülkeleri üzerindeki Sovyet kontrolünün son bulması, COMECOM ticaret anlaşmalarının geçerliğini yitirmesi, Varşova Paktı’nın dağılması ve yıkılan Sovyetler Birliği’nin yerine 15 ayrı devletin kurulması neden olmuştu. Bütün bu şokların dünya ekonomisi üzerinde olumsuz etkileri olsa da liberal uluslararası düzen gücünü korumuş ve gerek dünya ticaretinde ve gerekse sermaye piyasalarında ciddi bir düşüş yaşanmamıştır.
 
Üst