AÖF DERS NOTLARINA HOŞ GELDİN!

Ders notlarına erişmek için lütfen ücretsiz kayıt olunuz.

Ücretsiz Kayıt ol!

FİNAL Maliye Politikası Ders Özeti (Final)

Moderator
Mesajlar
419
Tepkime puanı
28
Puanları
18
5.KONU

Bütçe Açığı Sorunsalı

Kamu açığı:
Tüm kamu kurum ve kuruluşları bütçe açıkları toplamıdır.

Bütçe açığı: Olağan bütçe harcamalarının olağan bütçe gelirlerini alfan miktarıdır.

Kamu bütçelerinde birinci aşamada kamu harcamalarının saptanması, ikinci aşamada ekonomik ve sosyal koşullara göre vergi ve diğer gelirlerin saptanması kuralı geçerlidir. Vergilerle karşılanamayan harcamalar kamu borçları ile karşılanır. Vergiler ve diğer olağan kamu gelirleri ile karşılanamayan kamu harcamaları için Hazine aracılığı ile borçlanma yoluna gidilir. Kamu borç yönetimini üstlenen Hazine ya Merkez Bankasından borç alır ya da Merkez Bankası dışı kaynaklardan borçlanma yoluna gider. Merkez Bankasından borçlanma işlemi, halkın arasında para basma olarak bilinen, teknik olarak piyasaya çıkmamış olup Merkez Bankası kasalarında steril olarak tutulan paraların devlet bütçesinde kullanılmak üzere Hazine üzerinden devlete borç verilmesi sürecidir. Bu işlemde Merkez Bankası iç varlık adı altında almış olduğu hazine senetleri karşılığında Hazineye, yani devlete borç verir.

Harcamaların vergilerle karşılanan bölümü dışında kalan kısmının borçlanma ile karşılanmasına bütçe açığının finansmanı adı verilir.

Bütçe açığının alternatif finansman yönteminin etkileri fark etkisi ya da diferansiyel etki olarak ele alınır.

Avrupa Birliği’nin kabul etmiş olduğu Maastricht ölçütüne göre, kamu açığının (akım kavramı) millî gelire oranının % 3’ü, borç stokunun millî gelire oranının da %60’ı geçmemesi gerekmektedir.

Vergi ve Olağan Bütçe Gelirleri - Toplam Kamu Harcamaları) olarak formüle edilen tanımlamanın sonucuna Nihai Bütçe Dengesi adı verilir. Tanımlamada denge kavramı kullanılıyor olmakla beraber her durumda denge sağlanamaz. Formülün sonucunun sıfır olması denk bütçe, artı olması bütçe fazlası ve eksi olması ise bütçe açığı durumunu gösterir.

Birincil bütçe dengesi: Vergi ve olağan bütçe gelirlerinden, toplam kamu harcamaları artı faiz ödemelerini çıkartıldıktan sonra kalan miktardır.

MALİYE POLİTİKASI AÇISINDAN BÜTÇE ACIĞINA YAKLAŞIMLAR

Maliye politikası açısından bütçe açığı ile ilgili görüşler, açığın ekonomideki rolü ve etkileri açısından, ana-akım ekonomistleri ve radikaller olmak üzere ikiye ayrılır.

Neo-klasik Yaklaşım

Neo-klasik ekonomistler ekonomik işleyişte piyasanın optimum kaynak ve adil gelir dağılımı sağlayacağı varsayımı ile piyasa dengelerinin bozulmaması için bütçenin denk olması gerektiği görüşünü benimsemişlerdir. Klasiklere göre, ürün piyasalarında tüketim ve yatırım harcamaları dengede olup tasarrufun yatırıma eşit olduğu durumda, ekonomik istikrarın sağlanması amacıyla kamu bütçesinin de

denk olması gerekmektedir.

Neo-klasik görüş taraftarları devletin ekonomiye hiçbir şekilde müdahale etmemesi gerektiği görüşü yanında, kamu borçlarının da ekonomik işleyişi bozacağı görüşünü ileri sürmüşlerdir.

Keynesyen Yaklaşım 12



Keynes’e göre, piyasalar tam istihdamı sağlayacak efektif talep düzeyini oluşturamayacağından, devletin, bir yandan özel harcamaları yükseltmeye yönelik vergi avantajları sağlama, diğer yandan da talebi yükseltmeye yönelik doğrudan harcama önlemleri alarak piyasalara müdahale etmesi zorunludur. Keynesyen görüşün odağında bütçe açığının yer aldığı ortadadır. Keynesyen görüşün dayandığı bireylerin kısa vadeli görüşe sahip olup ekonomik kararlarını bu doğrultuda aldıkları, başka bir deyişle yaşam boyu gelir hipotezine rağbet etmedikleri varsayımı vergi indirimi konusunu öne çıkarmıştır.

Monetarist Yaklaşım

Monetarist görüş de klasik görüşe paralel olarak, kamu kesimi borçlanma gereksinimini reddetmiş ve

denk bütçe uygulamasına geçilmesini şiddetle savunmuştur. Monetarist görüş kamu kesimi hacminin küçültülmesini ve devletin ekonomik faaliyetlerden çekilerek, sadece özgürlükleri koruyan ve temel kamu hizmetlerini sunan jandarma devlet anlayışını savunmuştur.

Ricardocu Yaklaşım

Vergi indiriminin tasarruflar üzerindeki etkisi tartışılırken ABD’de iki farklı görüş ortaya çıktı. Bir kısım ekonomistler vergi indiriminin bireylerin gelirlerini olumlu etkileyerek tasarruf ve yatırıma teşvik sağlayacağını ileri sürerken diğerleri de hem bütçe açığı hem de yükselen yatırım harcamaları ile faizlerin yükseleceği ve bazı yatırımlar üzerinde dışlama etkisi yaratacağı tezini savundular. Bu tartışmalar yaşanırken 1974 yılında yayımladığı bir makale ile Robert Barro kendi adı ile anılan bir hipotez ortaya attı. Bu hipotez, ilk savunucusunun adı ile Ricardocu hipotez olarak da anılır.

-14-

Ricardocu hipotez:
Bütçe açıklarının borçlanma ile finansmanının, yaşam boyu gelir hipotezi altında,

tüketim üzerinde etkisinin olmamasıdır.

Bu hipotez ABD’de 1981-1983 yıllarında gelir vergisi oranlarında %30 dolayında indirim yapılması ile test edilmiş oldu. Barro hipotezine göre bu testin sonucunda toplam tasarruf oranının değişmemesi beklenirdi. Oysa ABD verileri bu beklentiyi haklı çıkarmamış ve ulusal tasarruf oranı gerilemiştir.

Radikal Yaklaşım

Kamu açığı konusuna sistem dışı ve eleştirel olarak yaklaşan radikal görüş yanlıları bütçe açıklarının kapitalist sistemin işleyişinin içsel dinamikleri sonucunda organik olarak ortaya çıktığını iddia etmektedir. James O’Connor ve taraftarlarının savunduğu görüş, kamu kesiminin işlevi ile ilgili çözümleme doğrultusunda geliştirilmiştir. O’Connor tezlerini geliştirirken kamu açıklarını Keynesyen talep yanlı

araç olma görüşüne dayandırmamışlardır. Bu görüşe göre, kamu kesiminin birinci işlevi özel sermaye birikimine katkı yapacak faaliyette bulunmak, ikinci işlevi ise özel sermaye birikim sürecinin toplumsal ortamda oluşturduğu sosyal sorunları hafifletici harcamalar yaparak sistemi meşrulaştırmaktır.

James O’Connor’un savunduğu radikal görüş çerçevesinde kamu açıkları, Keynesyen görüşte savunulduğu gibi, ekonomide tam istihdamı sağlamaya yönelik iradi araç olarak değil fakat sistemin

işleyiş dinamikleri doğrultusunda oluşan bir sonuç olarak ortaya çıkmaktadır.

BÜTÇE ACIĞININ FİNANSMAN YÖNTEMLERİNİN EKONOMİK ETKİLERİ

Bütçe açığı iki yoldan finanse edilir.

1-Bütçe açığı finansmanının bir yolu Hazine aracılığı ile Merkez Bankasından borçlanmaktır. Devletin nakit ihtiyacının karşılanması gerektiğinde Hazine Merkez Bankasına hazine kâğıdı olarak adlandırılan vadeleri farklı senetler verir ve bu senetler karşılığında Merkez Bankası kasalarında tutulan paralardan borç alır.

2-Hazine aracılığı ile bu kez Merkez Bankası dışında, bankalar sisteminden borçlanmadır. İkinci sistemde,

bankalar sisteminden yapılan borçlanmada, Hazine finansal kanaldan iç ve dış dünyada borç verilebilir fonlar piyasasına girmiş olmaktadır. İkinci borçlanma yönteminde piyasalara yeni satın alma gücü sürülmüş olmamakta, borç verilebilir fonlar piyasalarında özel sektör yanında kamu kesimi de piyasaya girmiş olmaktadır.

Kısacası Merkez Bankasından ya da borç verilebilir fonlar piyasası olarak tanımlanan Merkez Bankası dışında iç ve dış bankalar sisteminden yapılmaktadır.

Bütçe Açıklarının Merkez Bankası Kaynaklarından Finansmanının Ekonomik Etkileri

Bütçe açıklarının Merkez Bankası kaynaklarından karşılanması yönteminde piyasaya yeni satın alma sürülerek para tabanı genişletilmiş olur.

Nominal faiz ile reel faiz arasındaki ilişki enflasyon oranı ile kurulmaktadır.

Basit yöntemle, enflasyonist dönemde nominal faizden reel faize ulaşmak için nominal faiz oranında enflasyon oranı çıkartılır.

Senyoraj hakkı: Devletin para basma tekeline sahip olmasının sonucu olarak para basmaktan elde ettiği gelirdir.

*Para tabanı genişletilmesinin kamu kesimi üzerindeki birinci etkisi,

ekonomide oluşan genel enflasyon nedeniyle kamu kesiminin piyasadan yaptığı alımların giderek pahalı olmaya başlaması şeklinde belirir.

*Para tabanı genişletilmesinin kamu kesimi üzerindeki ikinci olumsuz etkisi, gerçekleşen enflasyon etkisine bağlı olarak, vergi gelirlerinin tahakkuk ve tahsil aşamalarında yaşanan reel değer kaybında görülür.

Borçların monetizasyonu: Kamu borçlarının Merkez Bankası para tabanının genişletilmesi ile itfa edilmesidir.

Hoş olmayan monetarist aritmetik: Uzun dönemde bütçe açığının borçla finansmanının parasal finansmandan daha enflasyonist olması durumudur.

Borçların monetizasyonu adı verilen para tabanının genişletilmesiyle borçların reel değerinin 13



eritilmesi yöntemi kullanılıyor olmakla beraber, Sargent-Wallace ikilisinin iddia ettiği üzere, bu aşamada başvurulacak para tabanı genişlemesi, ilk açık miktarının zaman içinde faizle katlanmış tutarı olacağından, daha yüksek enflasyonla karşı karşıya kalınabilir.

Bütçe Açıklarının Merkez Bankası Dışı Kaynaklardan Finansmanının Ekonomik Etkileri

Bütçe açıklarının Merkez Bankası dışı kaynaklarla karşılanması, yurt içi kaynaklar ve yurt dışı kaynaklar olmak üzere iki şekilde olabilir

-15-

Yurt içi kaynaklar
iç ekonomide borç verilebilir piyasalardan oluşur. İç finansal kuruluşlar ve tüm tasarrufların aktığı finansal piyasalar iç borç verilebilir kaynaklar havuzunu oluşturur.

Dış piyasalardaki finansal kaynaklar ise dış borç verilebilir kaynakları oluşturur.

İç piyasalar açısından bakıldığında, bir maliyet unsuru olarak faiz oranının yükselmesi marjinal sermayenin piyasadan silinmesi sonucunu doğurur.

--Yüksek faiz oranı yatırımlar ve dolayısıyla ekonomik büyüme üzerinde olumsuz etki oluşturmaktadır.

--Faiz oranı yükselişinin özel kesimde oluşturduğu önemli bir etki de yatırılabilir fonların kâr getirici alanlar yerine, faiz sağlayıcı alanlara yönelmesi şeklinde gerçekleşir.,

Sargent-Wallace hipotezine göre, kamu açıklarının finansman yönteminin sonucu olarak ortaya çıkan faiz, kamu bütçesinde transfer kalemleri arasında yer alarak, toplam harcamaları yükseltmektedir. Böylece, bütçe açığının borç verilebilir fonlarla finanse edilmesi sonucunda bir tür bütçe açığı - faiz yükü - harcama artışı - daha büyük açık şeklinde bir sarmala girilerek, ileriki dönemlerde reel kamu harcamaları üzerinde ciddi baskı oluşabilir.

Ponzi tipi borçlanma: Borç faizinin de yeni borçlanma ile karşılanarak borç stokunun sürekli yükselmesi durumudur.

Bütçe açıklarının farklı finansman yöntemlerinin ödemeler dengesi

Bütçe açığı finansmanının Merkez Bankası kaynaklarından yapılması içeride enflasyonu körüklediği oranda dış ticaret üzerinde olumsuz etki yapar. Bu etki, enflasyon döneminde uygulanan kur politikasına göre değişik olur. Sabit kur politikasında enflasyonun dış ticaret üzerindeki etkisi olumsuz olur; ithalat artar, ihracat geriler. Eğer enflasyona paralel olarak serbest kur politikası mile kur yükseltilirse enflasyonun etkisi bertaraf edilebilir. Borç verilebilir piyasalardan yapılan borçlanmada ise faiz oranı devreye girer. Faiz oranı spekülatif sermaye hareketlerine yön verdiğinden, faizlerin yükselişi karşısında dış ticaretin olumsuz etkilenmemesi için esnek kur uygulamak en doğru yöntem olmakla beraber, iç ve

dış faiz oranları arasındaki faiz farkı yüksekse, esnek kur politikası da sorunu gereği gibi çözemeyebilir.

Oluşan ticaret açığını dengeleyebilmek için spekülatif sermaye girişi kanalı önem kazandığından, bu süreç şok bir önlem dışında yumuşak politikalarla durdurulamaz. Türkiye’nin 1980’lerin son dönemlerinde

kabul edilmiş olan 32 Sayılı Kararname ile girmiş olduğu sıcak para olgusunun, üretim tabanını erozyona uğratıyor olmasına rağmen ciddi önlemlerle durdurulamaması bu konuda önemli bir örnektir.

Bütçe açığı konusu iki şekilde ele alınabilir.

1-Birinci yaklaşım, klasik görüşe uygun olarak bütçe açığının geçici olduğu ve belirli süre sonunda açığın kapatılarak denk bütçe uygulamasına geçileceği şeklindedir.

a) Birinci Aşamada kamu harcamaları olağan bütçe gelirlerini aşmakta olduğundan borç alınır.

b) İkinci aşamada, bütçede faiz yükümlülüğü kadar faiz dışı fazla oluşturularak borç stoku sabitlenir.

c) Üçüncü aşamada ise faiz yükümlülüğünü alfan miktarda faiz dışı fazla verilerek borcun anapara bölümü de eritilir.



2-İkinci yaklaşımda bütçe açığı devamlıdır.

Ponzi-tipi: Kamu açıklarının devamlı büyüdüğü ve borç stokunun yükseldiği borç tipidir.

*Ponzi finansman koşulunda bütçe maliye politikası aracı olarak kullanılmaz, tam tersi, bütçenin kendisi çözüm bekleyen soruna dönüşür.

*Borç stokunun eritilebilmesi Birincil bütçe fazlası > faiz yükü koşulunda mümkündür

*Geniş anlamda kamu borçlanma gereksinimi: Tüm kamu kurum ve kuruluşlarının birincil bütçe açığıdır.

*Keynesyen görüş ile radikal görüş “Sistem açısından bütçe açığının kaçınılmaz olduğu” noktasında birleşir.

*Radikal görüş, Özel sermaye birikimi sağlanması gerekçesi ile üretim maliyetlerinin kamulaştırılması ile bütçeye işlev yükler.

*Borçlanma yerine para tabanının genişletilmesinin daha avantajlı olduğu tezini Sargent-Wallace, enflasyonu minimize etme gerekçesi ile ileri sürmüştür.

-16-

6.KONU

MALİYE POLİTİKASI VE EKONOMİK BÜYÜME

Ekonomik Büyüme:
Mal ve hizmet üretim kapasitesindeki genişleme veya millî gelirdeki reel artıştır.

Ekonomik büyüme, gayrisafi millî hasıladaki artışın reel değeri ile ölçülür. Kişi başına gelir ise bir ülkedeki millî gelirin nüfusa bölümüyle hesaplandığından, kişi başına gelirin artması için ekonomik büyümenin nüfus artış hızından yüksek olması gerekir.

Üretim Potansiyeli: Bir ülkede üretim imkânlarının tam anlamıyla kullanılması hâlinde elde edilecek olan üretim düzeyidir.

Nitel Büyüme: Bireylerin refah düzeyini ve yaşam kalitesini olumlu etkileyen büyümedir. 14



Ekonomik büyümeye ilişkin olarak yapılan tanımlamalar genellikle sayısal niteliklidir ve bireylerin yaşam standardı ve refah düzeyi hakkında açık bilgi içermez.

Ekonomik Büyümeyi Belirleyen Faktörler

1-Emek, 2-Sermaye 3-Teknolojik gelişme

Emek nüfus artışıyla doğal bir büyüme süreci izlemekle beraber, eğitim harcamaları yoluyla verimliliği değişebilen stratejik bir faktördür. Sermaye, kamu yatırımları yoluyla devlet tarafından doğrudan kullanılabilen bir araç olabileceği gibi dolaylı yollarla özel yatırımların özendirilmesi biçiminde de ortaya çıkabilir. Teknolojik gelişmenin otonom unsurları mevcut olduğu gibi, araştırma geliştirme harcamaları ile özendirilmesi de mümkün olan bir faktördür. Teknolojik gelişmeler, emek ve sermayenin verimliliğini arttırır.

**Büyüme konusu, en eski ekonomi okulu olan Merkantilistler’den ve ekonomi biliminin kurucusu sayılan Adam Smith’ten günümüze kadar ilgi konusu olmuştur. Yirminci yüzyılın ilk yarısında ekonomi teorisi iki temel yaklaşım üzerinden tartışılmıştır. Klasik yaklaşım, yatırımların kapasite etkisine dikkat çekerken, Keynesyen yaklaşım yatırımların gelir etkisine önem vermiştir.

Yatırımların Kapasite Etkisi: Yatırımların üretim kapasitesi üzerinde yarattığı etkidir.

Yatırımların Gelir Etkisi: Yatırımların millî gelir üzerinde yarattığı etkidir.

Otonom Teknolojik Gelişme:İnsanın hiçbir katkısı olmaksızın var olan teknolojik gelişmedir.

Uyarılmış Teknolojik Gelişme: Eğitim ve araştırma-geliştirme harcamaları ile hızlandırılan teknolojik gelişmedir.

Harrod-Domar büyüme modelinde, yatırımların hem kapasite hem de gelir etkisine dikkat çekilerek büyüme süreci sermaye birikimi ile açıklanmıştır.

Maliye Politikası Araçlarının Büyüme Üzerindeki Etkileri

1-Yatırım ve Sermaye Birikimi Üzerindeki Etkileri

2- Emek Arzı Üzerindeki Etkileri

3- Teknolojik Gelişme Üzerindeki Etkileri

Altyapı: Mal ve hizmet üretiminin gerçekleştirilmesinde gerekli olan enerji, ulaştırma, haberleşme ve doğal kaynakların korunmasına ilişkin her türlü tesis ve işletmedir.

Beşerî Sermaye: Eğitim ve sağlık hizmetleri yoluyla sağlanan teknik bilgi birikimi ve organizasyon yeteneğidir.

Maddi ve gayri maddi altyapı yatırımlarının devlet tarafından yapılması iki nedenle gerekli olmaktadır. Bazı hizmetler kamusal mal niteliğinde olduğu için özel sektöre bırakıldığı takdirde ya hiç üretilmeyecek veya yeterli düzeyde üretilemeyecektir. Diğer taraftan, eğitim gibi bazı hizmetlerin dışsallıkları vardır.

Hızlandıran Etkisi: Kamu yatırımlarının özel sektör yatırımlarını özendirmesidir.

Otofinansman:İşletmelerin kârlarından oluşturdukları yatırılabilir fonlardır.

Yatırımİndirimi: Yatırım harcamalarının vergi borcundan indirilmesidir.

Yatırım Primi: Yatırım yapılması için verilen sübvansiyonlardır.

Amortisman uygulamaları da özel sektör yatırımlarını etkiler. Örneğin, hızlandı rılmış amortisman, yapılan sabit sermaye yatırımlarının kısa sürede amorti edilmesini sağlayarak yatırımların geri dönüşünü hızlandıracağından özel sektör için teşvik edici olacaktır

Yatırılabilir fonların kaynağı şüphesiz tasarruftur. Büyüme açısından yaşamsal öneme sahip iki temel kavram tasarruf gücü ve tasarruf eğilimidir.

-17-

Tasarruf Gücü:
Harcanabilir gelirin zorunlu ihtiyaçlar için gerekli olan düzeyin üstünde olmasıdır.

Tasarruf Eğilimi: Harcanabilir gelire ve biriktirme davranışlarına bağlı tasarruf isteğidir.

Teknolojik Gelişme: Üretim süreçlerin verimliliği arttıran buluş ve yeniliklerdir.

MALİYE POPİLİTİKASI VE KALKINMA

Az gelişmişlik kavramı gelişmiş ülkelere referansla yapılan bir tanımlamadır. Gelişmiş ve az gelişmiş ülke ayrımında niteliksel ve niceliksel bazı ölçütler kullanılmaktadır. Kişi başına gelir temel niceliksel ölçütlerden birisidir. Dünya Bankasının tanımlamasına göre dörtlü bir ayrım yapılmaktadır.

1-Kişi başına gelir düzeyi 1000 doların altında olan ülkeler düşük gelir grubu,

2-1000-3700 dolar arası orta altı gelir grubu,

3-3700-11500 arası orta üstü gelir grubu,

4-11500 dolar üstü ise yüksek gelir grubu ülkelerdir.

Ekonomik Kalkınma: Ekonomideki yapısal dönüşüm sonucu verimlilikte ve üretim kapasitesinde meydana gelen artışın sosyal, siyasal ve kültürel gelişmeyi besleyerek insanların yaşam standardını arttırmasıdır. 15



Yoksulluk Sınırı: Bireyin beslenme, giyim, barınma gibi temel ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için gerekli gelir miktarıdır.( kişi başına günde 2 doların altına kadar düşebilmektedir)

Gelişmekte Olan Ülkelerin Özellikleri

• Kişi başına gelir düzeyi düşüktür

• Kişi başına gelirin düşük olmasının önemli sonuçlarından birisi tasarrufların düşük ve dolayısıyla sermaye birikiminin yavaş olmasıdır.

• Nüfus artış hızı yüksektir ve bu nüfusun önemli bir bölümü kırsal bölgelerde yaşamaktadır.

• Üretim yapısı tarım ağırlıklıdır ve tarımsal üretim büyük ölçüde geleneksel yöntemlerle yapılmaktadır.

• Gelir dağılımı adaletsiz bir yapı arz etmektedir.

• Eğitim düzeyi düşüktür.

• Sağlık hizmetlerinin miktarı ve kalitesi düşüktür

• Az gelişmiş ülkelerin önemli bir çoğunluğu otoriter siyasal rejimlerle yönetilmektedirler.

1950’lerden 1970’li yılların ortalarına kadar hakim olan görüş, planlamacı, kamu müdahalesi ağırlıklı

ve ithal ikameci nitelikte olmuştur. Bugün tartışmasız kabul edilen fiyat mekanizması ise geri planda kalmıştır. Bu görüşün ağırlık kazanmasındaki önemli bir neden, gelişmekte olan ülkelerde serbest piyasa mekanizmasının işleyebilmesi için gerekli kurumsal altyapının olmamasıdır.

İkili Yapı Modeli: (Lewis) Gelişmekte olan ülkelerde geleneksel tarım kesimi ile modern sanayi kesimi arasındaki ilişkiyi inceleyen ekonomik modeldir.

Tarım sektöründe fazla nüfus olduğundan, iş gücünün üretime marjinal katkısı sıfıra yakındır. Diğer taraftan sanayi sektöründe yeterli istihdam olmadığı için iş gücünün marjinal katkısı yüksektir. Böylece tarımdan sanayiye iş gücü transfer edildiğinde, tarımsal üretimde bir azalma olmamakta ancak sanayi sektöründe üretim artacağından, toplam üretim artmaktadır.

Üçlü Ekonomik Yapı: Gelişmekte olan ülkelerde geleneksel tarım yapısından modern sanayi yapısına geçerken ortaya çıkan hizmet ağırlıklı kentsel/informel sektörü içeren ekonomik yapıdır.

Yapısal Uyum: 1980’lerde en etkin kalkınma politikası ile eş anlamlı olarak kullanılan, piyasa aksaklıklarını gidererek ekonominin arz tarafını güçlendirmeyi amaçlayan kalkınma stratejisidir.

1970’li yıllara kadar ağırlıklı olarak izlenen ithal ikameci kalkınma stratejisi, döviz sıkıntısı, üretim kalitesindeki düşüklük ve dış rekabete açık olmamasından dolayı ortaya çıkan verimlilik sorunları nedeniyle tıkanma noktasına gelmiştir. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu bu ülkeler 1980’li yıllardan itibaren liberalizasyona gitmişler ve ithal ikamesi yerine ihracata yönelik büyüme politikalarını tercih etmişlerdir. Bu politika tercihindeki beklentiler, dış ödeme zorluklarının aşılması ile ekonomide bir yapısal dönüşüm gerçekleştirilmesi ve gelişen dünya ekonomilerine ayak uydurulmasıdır.

-18-

Mali uyum, yapısal sorunları nedeniyle sürekli bütçe açığı veren ülkelerin mali disiplini sağlamasıdır. Bütçe açıklarının hangi düzeyde olabileceği ve nasıl azaltılacağı ise ekonominin özgül koşullarına bağlıdır. Kısa dönemde politika alternatifleri arz-yönlü ve talep-yönlü olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Arz-yönlü bakış yapısal uyum amacıyla öngörülürken talep-yönlü politikalar ise istikrar amaçlıdır.

Gelişmekte Olan Ülkelerde Kamu Maliyesinin Yapısı

Az gelişmişlik içerisinde en önemli kurum devlet yapısıdır. Kalkınma sürecini olumlu etkileyecek önemli iki harcama kalemi, fiziksel altyapı ve beşerî sermaye harcamalarıdır.

Asya Kaplanları olarak bilinen ülkelerde ve bazı Güneydoğu Asya ülkelerinde İkinci Dünya Savaşı sonrasında elde edilen yüksek büyümede beşerî sermayenin katkısına dikkat çekmek gerekir.

Türkiye’de gündemde olan temel sorunlardan birisi ara eleman sıkıntısıdır. Yatırımcılar belirli alanlarda çalışabilecek donanıma sahip eleman bulamamaktadır. Bu nedenle, son yıllarda İş-Kur’un yeniden yapılandırılması ve mesleki eğitim konusunda geliştirilen teşvik mekanizmaları bu açığı kapatmaya yöneliktir.

Kamu Gelirlerinin Yapısı

Kamu harcamalarının finansmanı için devletin gelir elde etmesi gerekmektedir.

Kamu gelirlerinin en sağlıklı ve kalıcı kaynağı vergilerdir.

Gelişmekte olan ülkelerde kamu gelirleri açısından en önemli sorunlardan birisi vergi kapasitesinin düşük olması ve vergi gayretinin yetersiz olmasıdır.

Vergi Kapasitesi: Bir ekonomide, veri üretim düzeyinde ve mevcut vergi sistemi ile toplanabilecek vergi miktarıdır.

Vergi Gayreti: Bir ekonomide vergi idaresinin vergi toplama ve vergi mükelleflerinin vergi ödeme çabaları sonucunda vergi kapasitesinin kullanılabilen bölümüdür

Kuznets Hipotezi’ne göre, gelişme sürecinde, ilk aşamalarda hem yapısal nedenlerle hem de sermaye

birikimi ihtiyacı nedeniyle gelir dağılımı bozulurken gelişmenin ileri aşamalarında

gelir dağılımı düzelmeye başlar. 16



Mali disiplin ve ekonomik kalkınma arasında bir çatışma varmış gibi görünmekle beraber, bütçe kısıtı altında kamu harcamaları ve vergi gelirlerinin bileşimi değiştirilerek ekonomik koşulların iyileştirilmesi mümkündür.

Sermaye/Hasıla Katsayısı: Bir ekonomide mevcut sermaye ile gerçekleştirilebilecek üretim arasındaki ilişkiyi ifade eden sermaye verimliliği göstergesidir.

Kamu Tasarrufu: Toplam kamu gelirleri ile yatırım dışındaki kamu giderleri arasındaki farktır.

Kalkınmacı devlet anlayışı, devletin finansal kaynakları stratejik sanayi sektörlerine tahsis etmesi ile hızlı gelişmenin sağlanabileceğini savunmaktadır.

Maliye yazınında birincisi etkinlik, ikincisi ise telafi hipotezi olarak anılmaktadır. Uluslararası rekabet kaygısıyla düşürülen vergi oranları arz yanlı ekonomi yaklaşımında beklendiği gibi bir etki yaratmadığı

zaman, kamu gelirleri azalacak ve eğitime, sağlık ve sosyal hizmetlere ayrılacak kaynak yetersiz olacaktır.

Arz Yanlı Ekonomi Yaklaşımı: Üretim maliyetleri üzerindeki vergi ve benzeri yüklerin hafifletilmesi ile büyümenin hızlanacağı ve beklendiğinin aksine vergi gelirlerinin artacağını savunan görüştür.

Yükselen Piyasalar: Hızlı gelişmekte olan ülke ekonomilerinin yatırımcılar için çekici olan finansal piyasalarıdır.

Tobin Vergisi:İstikrarsızlık yaratan etkilerin hafifletilmesi amacıyla kısa süreli sermaye hareketleri veya sıcak para olarak adlandırılan finansal hareketler üzerinden alınacak düşük oranlı vergidir.

Sadece yurt içinde, kurum ve kurallarıyla işleyen bir piyasa yapısı değil, uluslararası piyasalarda ülkenin güvenilirliğini arttıran önlemler, hızlı ve etkin işleyen bir bürokrasi ve hukuk sistemi, siyasal istikrar ve sosyal huzur ortamı kalkınmanın ön koşullarını oluşturmaktadır.

TÜRKEYE’NİN EKONOM‹K KALKINMA SORUNU

1920’li yıllarda, Türkiye sanayi ürünleri ithalatçısı ve tarım ürünü ihracatçısı durumundaydı.

1930-39 döneminde, korumacı-devletçi sanayileşme politikaları ağırlıklı olmuştur.

1940-45 döneminde,İkinci Dünya Savaşı’ndan ciddi bir şekilde etkilenmiş, millî gelir düşmüş ve kaynaklar zaten yetersiz olduğundan, bu dönemde devlet kontrolleri artmıştır. 1923-45 döneminde bir taraftan mali yapı değişen sosyo ekonomik koşullara uydurulmaya çalışılırken diğer taraftan kalkınmanın finansmanı amacıyla yapılan harcamaların finansmanı için ek gelir kaynağına ihtiyaç duyulmuştur. Aşarın kaldırılması ve gümrük vergilerindeki artış buna örnek olarak verilebilir

-19-

1950’lerin ortalarında ise hava koşullarının kötüleşmesi ve dış talepteki azalma tarım kesimini zora sokunca, tarım kesimine yönelik fiyat destekleme programı uygulanmış, vergi gelirlerindeki kısıt, para basılmasına neden olmuş, bu da enflasyonist etki yaratmıştır.

1960’ların başından itibaren ise planlı kalkınma dönemine girmiştir.

Kalkınma Planlarının Temel Amaçları ve Uygulama Sonuçları

Ülkemizde hızlı ve kalıcı kalkınma amacıyla beş yıllık kalkınma planları yapılmış ve ilki 1963-1967 dönemi için yapılan bu planlarda %7 oranında büyüme öngörülmüş ve sonraki planlarda ise %7’nin üzerindeki büyüme oranlarına sürekli vurgu yapılmıştır. Sektörler itibarıyla, belirlenen büyüme oranları ise yaklaşık rakamlarla, tarımda %4, imalat sanayinde %12, enerji de %13 ve madencilikte %10’dur.

24 Ocak 1980 tarihinde alınan kararlarla, ülkenin sanayi sektörü üretim yapısının dış rekabete açılarak dönüştürülmesi amaçlanmıştır.

1980 istikrar paketinin temel amaçları

• Enflasyon artışını önlemek

•İhracat artışı yoluyla dış dengeyi sağlamak

• Ekonomide serbest piyasa koşullarını oluşturmak

24 Ocak kararları olarak adlandırılan bu politika, temelde ihracata yönelik büyüme yaklaşımına dayanmaktadır.

1984-1985 ortalama büyümesi %5.8, 1986-1987 ortalama büyümesi ise %7.7 olmuştur.

Türkiye’de Maliye Politikası ve Kalkınma İlişkisi

1980 sonrasında, sadece Türkiye’de değil, gelişmiş ve gelişmekte olan çoğu ülkelerde devletin ekonomideki payının azaltılması görüşü öne çıkmış ve bu nedenle devlet birçok ülkede üretim alanlarından büyük ölçüde çekilmiştir.

1990’larda yaşanan krizlerin merkezinde kamu finansman sorunları yer almaktadır. Genel kamu hizmetleri; savunma, eğitim ve sağlık harcamalarının finansmanı kamu sektörü üzerinde yeterince yük oluşturmaktadır.

Sosyal güvenlik sistemi çalışanların ödedikleri primlerle çalışmakla birlikte, kaynakların yetersizliği hâlinde açığı devlet tarafından kapatılmaktadır. Tipik olarak Türkiye’de geçmişte uygulanan erken emeklilik politikaları ve kayıt dışı çalışmanın yaygınlığı sosyal güvenlik sistemini zora sokmuş ve gelecek nesillere yük transfer etmiştir

2001 Krizi sonrasında yapılan reformlarla kamu finansman sorunları bir ölçüde hafifletilmiş ve uygulanan maliye politikaları ile kamu dengeleri büyük ölçüde sağlanmıştır. 2008 yılından itibaren ağırlaşan küresel kriz ortamında bile, dengeler bir ölçüde de olsa korunmuştur. 2012 yılında teşvik politikalarında yapılan değişiklikler bu sorunların çözümüne yöneliktir. Ar-Ge harcamaları özendirilmekte ve ithalat bağımlılığını azaltacak üretim yapıları teşvik edilmektedir.

7.KONU

GELİR KAVRAMI: ÖNEMİ, TÜRLERİ VE KAYNAKLARI
17



Nominal Gelir: Bir bireyin belirli sürede akım hâlinde sahip olduğu parasal değerin toplamıdır.

Reel Gelir: Nominal gelirin enflasyona göre düzeltilmiş hâlidir.

Tatmin ya da psikolojik gelir veya haz duygusu bireyin çeşitli şekillerde ve ortamlarda yaşadığı, parasal değerle ifade edilmeyen haz duygusudur. Doğal olarak, maliye politikası açısından, ilk iki gelir tanımı alanımıza girdiği hâlde, üçüncüsü, bireye tatmin sağlıyor olmakla beraber, alanımıza girmemektedir.

Akım Gelir: Bir dönem içinde bireyin elde ettiği ekonomik değerlerin toplamıdır.

Bireyin akım olarak gelir elde etme kaynakları iki grupta toplanabilir.

1-Birinci grupta birey akım olarak faktör geliri elde eder. En genel gelir sağlama kanalı faktör piyasalarında ücret, kâr, faiz ve rant şeklinde elde edilen faktör getirisidir

2- Bireyin ikinci grup gelir sağlama kanalı ise faktör geliri dışı gelir sağlama kaynaklarıdır. Bu gelir sağlama kaynağının birisi aile çevresidir.

Bireyin faktör dışı gelir elde etmesinin diğer kanalı ise devletin sağladığı çeşitli desteklerdir.

Birincil Gelir Dağılımı: Kamu ve özel kesimde üretime giren üretim faktörlerinin dönemsel akım olarak elde ettikleri faktör paylarının dağılımıdır.

Stok Birikimi: Akım gelirden ayrılan tasarruflar yanında, bağış ve yardımların oluşturduğu birikim toplamıdır.

Stok birikimi aile fertlerinden devreden miras veya üçüncü bireylerden gelen bağışlarla da oluşturulabilir

-20-

Kamu cari harcamaları ve bazı transfer harcamaları birincil gelir dağılımı üzerinde bozucu etki oluştururken maliye politikası araçları ile toplumsal adalet duygusuna nispi olarak daha uygun ikincil gelir dağılımı oluşturulmaya çalışılır.

İkincil Gelir Dağılımı: Birincil gelir dağılımının kamusal araçlarla kamu tercihlerine uygun olabilecek şekilde yeniden dağılımıdır.

GELİR DAĞILIMI

Gelir Dağılımının kamu ekonomisi alanına girmesinde iki belirleyici rol


1-Bunlardan birincisi, kapitalizmin doğası gereği, ileri aşamalarında gelir dağılımının bozulmaya yüz tutması ve bu sonucun hem sosyal hem de bizzat ekonominin işleyişi açılarından sorunlara gebe olmasıdır.

2-İkincisi ise zamanla kamu araçları ile ekonomilere müdahale alanının genişlemesi ve müdahale araçlarının artmasıdır.

En yüksek ve en düşük gelir dilimleri arasındaki fark sosyal dengesizliği ve ona bağlı olarak da adaletsizliği gösterir. Konunun sadece sosyal adaletsizlik olarak ele alınması yeterli değildir.

Yeniden gelir dağıtımı politikası, genel olarak, toplumun bir kesiminden alınan değerlerin, başka bir kesimine aktarılması olarak tanımlanabilir. Bu süreçte, doğal olarak, yüksek gelirli kesimler varlık kaybına, düşük gelirli kesimler varlık kazancına uğramaktadır. Yeniden gelir dağıtımı politikası iki farklı teoriye dayandırılır.

1- Pareto Kuralı, 2- Hicks-Kaldor Telâfi Kuralıdır.

Bireylerin refah fonksiyonları arasında karşılıklı ilişki yoksa Pareto kuralı uygulanamaz. Bu durumda Hicks-Kaldor telafi kuralı devreye girer. Hicks-Kaldor telafi kuralına göre, bir kesimin refahı kısılırken diğerinin yükselmesi, ancak, uygulama sonucunda sağlanan refah yükselişinin, oluşturulan refah kısıntısından yüksek, hiç değilse eşit olması koşuluyla meşrulaştırılabilir. Hicks-Kaldor telafi kuralı şöyle

gösterilebilir:

D WB ³ - D WA

Gelir dağılımı politikasından destek alanlar ve bu politikayı destekleyenler açısından birey-bütçe ilişkisi, birincilerde mali rant, ikincilerde ise mali sömürü olarak nitelenmektedir.

Mali Rant: Bireyin ya da grubun kamusal politikalardan net yarar sağlamasıdır.

Mali Sömürü: Bireyin ya da grubun kamusal politikalara net katkı yapmasıdır.

Geir Dağılımları

• Yaygın olarak kullanılan gelir dağılımı ölçütü, bireylerin ya da ailelerin gelirlerinden oluşan bireysel gelir dağılımıdır.

• Bireyler farklı statülerde üretim elemanı olarak üretime katılıp gelir elde ederler. Farklı gelir statüleri itibarıyla yapılan bu dağılım modeline fonksiyonel gelir dağılımı adı verilir.

• Ekonomik faaliyetler tarım, sanayi ya da hizmetler olarak farklı sektörlerde yürütülür. Farklı sektörlerde yaratılan gelirler itibarıyla yapılan gelir dağılımı modeline sektörel gelir dağılımı adı verilir.

• Bir ülkede farklı bölgelerde yaşayan birey ve aileler farklı gelir düzeyinde bulunabilir. Bölgeler itibarıyla yapılan gelir dağılımı modeline ise bölgesel gelir dağılımı adı verilir.

Gelir Dağılımının Ölçüm Yöntemleri

Yöntemler arasında düzey farkı olmakla beraber, tüm yöntemler neo-klasik ekonomi anlayışına dayanmaktadır. Ufak istisnalarla, hemen tüm ölçüm yöntemlerinin ortak noktası, gelir dağılımını toplumun sınıfsal yapısı temelinde değil, bireylerin ya da grupların gelirleri düzeyinde ele alıyor olmasıdır.Türkiye’de de Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) ve Devlet Planlama Teşkilatının (DPT)’nın yayınlarında kullanılan ölçütte, nüfusun yüzdelere bölünmüş dilimlerine isabet eden gelirin yüzde dilimleri gösterilmektedir.

Örneğin, Gini katsayısının bir ülkede 0,6 diğerinde 0,9 olması, sadece birinci ülkede gelir dağılımının ikinciye göre daha adil olduğunu göstermektedir. 18



Yeniden gelir dağılımı politikalarının kamusal işlevler arasına alınması Wagner yaklaşımı ile gündeme gelmiştir. Kapitalizm geliştikçe gelir dağılımı üzerinde bozucu etki yaparak, hem sosyal adalet hem de ekonomik etkinlik alanlarında sorunların yaşanmasına neden olmuştur.

-21-

MALİYE POLİTİKASI VE YENİDEN GELİR DAĞILIMI


Birincil gelir dağılımından ikincil gelir dağılımına geçiş, diğer bir deyişle, gelirin yeniden dağılımının sağlanması, toplumda bir kesimden (nispi olarak zengin kesimden) diğer kesime (nispi olarak yoksul kesime) aktarım yapmayı gerektirir. Refah ekonomisi çerçevesinde bu tür aktarı-mın meşrulaştırılabilmesi, Pareto hipotezi bağlamında bireylerarası refah bağlantısı olması, Hicks-Kaldor hipotezi bağlamında ise gelir aktarımı ile sağlanan toplumsal yararın toplumsal fedakârlığa eşit, tercihen ondan yüksek olması koşuluna bağlıdır.

Kamu Harcama Sistemi

Kamu harcamaları, cari harcamalar ile birincil gelir dağılımı, transfer harcamaları ile de ikincil gelir dağılımı üzerinde etkili olmaktadır. Kamu personelinin maaş ödemeleri cari harcamalarda yer alır. Maaş ödemelerinin belirlenmesi ve yıllar itibarıyla yükseltilmesi piyasa kurallarına değil, barem adı verilen özel statüye tabidir.

Birincil politika, kamu kesiminin özel kesime rakip olmama ve kamusal kararlarda özel kesimin etki

alanının genişletilmesinin oluşturulmasına, ikinci durum ise sistemin devamının sağlanmasına yöneliktir. Kamu harcamaları yoluyla ikincil gelir dağılımının gerçekleştirilmesine yönelik sosyal yardımlar, sosyal destek ve sosyal politika uygulamaları olarak sürdürülmektedir.

Sosyal Destek: Yaşlılık, çeşitli fiziksel sakatlık vb. gibi nedenlerle fiilen çalışmayacak durumda olanlara sağlanan destek hizmetleridir.

Sosyal Politika: Çalışma özrü ve engeli olmadığı hâlde ekonomik koşullardan dolayı çalışma imkânı bulamayan işsizlere ve çalıştığı hâlde yeterli gelir elde edemeyenlere sağlanan ekonomik destektir.

Kamu Gelir Sistemi Kamu gelir sistemi içinde gelirin yeniden dağılımına katkı yapabilecek mekanizma

vergilerdir. Borçlanma da bir tür kamu geliridir. Ancak borçlanma geliri yeniden değiştirirken düzeltmez, tam tersi, bozar.

Gelir üzerinden alınan doğrudan bir vergi olan gelir vergisi, yükümlünün bireysel ve ailesel durumu yanında gelir kaynağını da dikkate aldığından, vergi ödeme gücüne en fazla yaklaşılan subjektif vergilerdendir.

Gelir türü vergilerde geliri yeniden ve olumlu yönde değiştirebilen en etkili sistem negatif gelir vergisi uygulamasıdır. Negatif gelir vergisi uygulamasında tüm bireyler teorik olarak vergi yükümlüsüdür ve vergi artan oranlıdır. Yükümlüler, gelirlerini beyan ettiklerinde, gelirin belirli miktarın üzerinde olması durumunda artan oranlı yükümlülüğe tabi olur, belirli miktarın altında kalması durumunda ise mali destek alır. Böylece tüm bireylere belirli asgari bir gelir düzeyi sağlanmış ve herkesin bu düzeyin üzerinde kalması garanti altına alınmış olur. Açıktır ki bu uygulama gelir dağılımında en alt ve en üst gelir dilimleri arasındaki farkı böyle bir uygulamanın olmaması durumuna göre daha düşük düzeyde tutmaktadır.

Yeniden gelir dağılımı politikalarında vergilerin kullanılmasında yüksek gelirli kesimin ne derecede vergi yüküne katlanacağı sosyopolitik bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu sorun, yeniden gelir dağılımı politikalarının dayandırıldığı teorik çerçeveye göre çözülmeye çalışılır. Bu konuda, bireysel refah toplamının en üst düzeye çıkarılması ilkesini savunan Bentham görüşüne karşın, en düşük gelirlinin

refah düzeyinin en üst düzeye çıkarılması gerektiğini (maxi-min) savunan Rawls görüşü tartışılmaktadır. Rawls görüşü, maxi-min ilkesinin gerçekleştirilmesi için gelir vergilerinde artan oranlılığı sınırsızlığa taşıyabilmesi açısından önemlidir

Dışsallık gibi çevre kirlenmesi durumunda Pigou-tipi vergi uygulamasına gidilmektedir. Bu vergi bir tür harcama vergisidir ancak çok haklı ve gelir dağılımını düzeltici bir vergidir. Üretim faaliyetinde çevreye verilen zararı optimal boyuta çekebilmek ve zarar görenlerin zararını telafi edebilecek şeklide salınan Pigou-tipi vergi, çevreye zarar verenlerden harcamaları yoluyla alınan vergi gelirlerinin, zarara uğrayanlara parasal ya da hizmet olarak aktarılmasını sağlamaktadır.

*Pigocu verginin dayandığı temel ilke “Kirleten öder ilkesi” dir

YENİDEN GELİR DAĞILIMI POLİTİKALARININ SINIRLARI

Maliye politikasının amaç fonksiyonu içinde yer alan yeniden gelir dağılımı politikası siyasi, sosyal ve ekonomik olmak üzere bir arada çalışan ve birbirini etkileyen üçlü bir işleve sahiptir. Yeniden gelir dağılımı politikası, siyasetin tabanını tutabilmek ve sistemin aksaklık ve bozukluklarını bir dereceye kadar gidererek sistemi meşrulaştırabilmek için siyasi bir amaç taşımaktadır. Yüksek gelirli kesimin, verdikleri

vergilerin bir bölümü ile gelirin yeniden dağıtılması politikalarının sürdürülmesine fazlaca itiraz etmemelerinin bir nedeni sistemin yumuşatılıp meşrulaştırılmasıdır. Yeniden gelir dağılımının sistemi meşrulaştırması, yoksul ve düşük gelirli kesimlere ekonomik aktarım yapılmasını içeren sosyal amacın gerçekleştirilmesi ile sağlanabilir. Yeniden gelir dağılımının üçüncü amacı ise toplumda gelir dağılımının bir dereceye kadar da olsa düzeltilerek ortalama tüketim eğiliminin yükseltilmesi ve böylece piyasaların genişletilmesidir.

-22-

Ne kadar etkili olursa olsun, maliye politikası araçları ile oluşturulan ikincil gelir dağılımı bir dönem sonra faktör piyasasında oluşan koşullarla eski düzeyine döner. Bu nedenle, maliye politikası araçları ile oluşturulan ikincil gelir dağılımını geçici aşama olarak görmek gerekmektedir.

*Pigou-tipi harcama vergisi “Çevre koruma vergisidir”..

*Bireysel refahı Parasal yardım ekonomik transferi daha yüksek düzeyde tutar.

*Negatif gelir vergisinin felsefesi “Kimsenin gelirinin belirli düzeyin altına inmemesi” dir

*Rawls sosyal refah fonksiyonunun ilkesi “En yoksulun refahının yükseltilmesi” dir 19



*En düşük gelirlinin refah düzeyinin en üst düzeye çıkarılması gerektiğini savunan görüş Rawlse aittir.

8.KONU

Maliye Politikası ve Çevre Sorunları Çevre:
Bütün canlıların yaşamlarını sürdürdükleri, toprak, hava ve su ile bir bütünlük arz eden dış ortamdır.

Taşıma kapasitesi: Çevrenin insan faaliyetlerine bağlı olarak doğallığını koruyabilme durumudur

Ekonomik büyüme ve kalkınmanın gerçekleşmesi için yapılan yatırım harcamaları, üretimde artışlar, yeni tüketim türleri ve nüfus artışı daha yüksek düzeylerde mal ve hizmet üretim talebini oluşturmaktadır. Bunlara bağlı olarak da çevreyi oluşturan hava, su, toprak ve bunların bileşimleri etkilenmekte ve çevre kirliliği sonucunu doğurmaktadır. Tarihsel açıdan bakıldığında, Sanayi Devrimi öncesinde doğal koşullara bağlı üretim teknikleri geçerliydi ve çevrenin değerlerinde büyük değişim yaşanmamıştı. Ancak, Sanayi Devrimi ile birlikte üretim artışları, teknolojik ilerlemeler, iletişim teknolojileri hız kesmemekte ve bu faaliyetler çevreyi etkilemenin ötesinde kirletmekte, niteliğini değiştirmektedir.

ÇEVRE SORUNLARININ NEDENLERİ

1- Endüstrileşme ya da sanayileşme
18 ve 19. yüzyıllarda önce İngiltere’de ve sonra da Avrupa’da ortaya çıkmış en önemli ekonomik gelişmelerden biridir. 1763’te buharla çalışan makinenin icadı Sanayi Devrimi’ni başlatmış ve makine gücü ile üretim başlamıştır.

2- Kentleşme, çevre sorunlarına neden olan ikinci bir faktör olarak görülmektedir. Tarıma dayalı üretim tarzından Sanayi Devrimi ile birlikte göçlerin etkisi ile sanayi merkezlerine gelen nüfusun yerleşim ihtiyacı ortaya çıkmış ve kentlerin inşası sürecinde çevreye verilen zararlar göz ardı edilmiştir.

3- Hızlı nüfus artışı ve nüfus hareketleri ya da göçler de çevre sorunlarının artmasına neden olan faktörlerden birisidir.

4- Doğal kaynakların değerlendirilmesi sürecinde de çevre sorunları ortaya çıkmaktadır. Bilim ve tekniğin ilerlemesi, artan mal ve hizmet talebi, yeni icatlar ile birlikte yeryüzündeki kaynakların yanında yer altı kaynaklara da yönelim başlamıştır.

Çevre sorunları, çevreyi oluşturan unsurların yapısında meydana gelen olumsuz değişimler olarak tanımlanabilir. Çevrenin geleneksel temel unsurları hava, su ve topraktan oluşmaktadır. İnsanların türlü faaliyetleri sonucunda çevrenin sahip olduğu bu değerli varlıkların değişimi ile sorunlar ortaya çıkmaktadır.

Çevre Kirliliği: Çeşitli faaliyetlere bağlı olarak oluşan katı, sıvı, gaz, ses, görüntü ile hava, su ve toprağın kirlenmesi ya da insanların yaşam kalitesinin olumsuz etkilenmesidir.

ÇEŞİTLİ ÇEVRE SORUNLARI

1-Hava Kirlilikleri

2-Su Kirlilikleri

3-Toprak Kirlilikleri

4-Diğer Kirlilikler (Çevre sorunlarını oluşturan hava, su ve toprak kirliliğinin dışında diğer çeşitli kirlilikler arasında görüntü ve gürültü kirliliği, katı atıklardan kaynaklanan kirlilikler, tehlikeli ve zehirli atıklar, radyoaktif kirlilik, biyolojik çeşitliliğin azalması da vardır.)

Hava Kirliliği: Atmosferde oluşan toz, gaz, duman, su buharı, koku gibi kirleticilerin insanlara ve diğer canlılara zarar verici hâle gelmesidir.

Hava kirliliğinin nedenleri arasında kentleşme ve sanayileşmenin önemli bir yeri vardır. 1952 yılında Londra’da hava kirliliği 4000 kişinin ölümüne yol açmıştır. Sanayinin gelişimi ile beraber çevreye salınan atıklar, yüksek ısı nedeniyle atmosfere salınan gazlar, doğanın kullanımına bağlı olarak hava kirliliğine yol açmaktadır.

-23-

Dünya Sağlık Örgütü, küresel düzeydeki hastalıkların % 23’nün çevre sorunlarından kaynaklandığını, yılda 2 milyon insanın hava kirliliği nedeniyle öldüğünü bildirmektedir. 2004 yılı verilerine göre, Türkiye’deki ölümlerin % 21’inin çevre sorunlarına bağlı olarak gerçekleştiği ileri sürülmektedir.

Hava kirliliğinin sera gazlarının yoğunluğuna bağlı olarak küresel iklim değişimine yol açması nedeni ile 1997 yılında Japonya’nın Kyoto kentinde Birleşmiş Milletler gözetiminde imzalanan ve 2005 yılında yürürlüğe giren Kyoto Protokolü ile gelişmiş ülkelerin sera gazı salınımlarının 1990 düzeyine indirilmesi amaçlanmıştır.

Su Kirliliği: Suyun kalitesini düşürecek biçimde içinde organik, inorganik, radyoaktif veya biyolojik her

hangi bir maddenin bulunmasıdır.

Tarımsal faaliyetlerden kaynaklanan su kirliliği arasında, verimliliği artırma için gübreleme, zararlı böcek ve otlarla mücadele için kullanılan tarımsal ilaçlar, tarımsal faaliyetlerin gerçekleşmesi aşamasında ortaya çıkan toz-toprak, hayvan ve bitki atıklarının suya karışması gösterilebilir.

Sanayileşme sürecinde suyun kirlenmesine etki yapan kaynaklar arasında kimyasal, fiziksel, biyolojik ve radyoaktif kirlilikler yer almaktadır. Sulara karışan organik ve inorganik maddeler suyu kirletmektedir.

Dünya Su Konseyi küresel düzeyde artan su sorunlarının tartışılması, deneyimlerin paylaşılması, su sorunlarının gündemde kalması ve su bilincinin oluşumu için 1996 yılında kurulmuştur. Konsey üç yılda bir gerçekleştirmek üzere Dünya Su Forumu’nu da oluşturmuştur. 20



Toprak Kirliliği: İnsanların faaliyetlerine bağlı olarak toprağın fiziksel, kimyasal ve jeolojik yapısının

bozulmasıdır. Toprak, yanlış tarımsal teknikler, usulüne uygun olmayan gübre ve ilaçlamalar, sanayi atıkları, evsel atıklar, zehirli ve tıbbi atıklar yolu ile kirlenmektedir. Erozyon ile de toprak kirliliği oluşmaktadır.

ÇEVRE SORUNLARI İLE MÜCADELEDENİN ÖNEMİ

Çevre sorunlarının özü negatif dışsallıkların ortaya çıkması ile oluşmaktadır. Negatif dışsallıkların varlığı ile piyasa mekanizması etkin işlememekte, başarılı kaynak tahsisi yapamamaktadır. Ekonomik birimler, tüketim ya da üretim faaliyetlerinin ortaya çıkardığı sonuçların bir kısmını (maliyetleri) topluma yüklemektedir. Diğer bir deyişle negatif dışsallık, bir üreticinin üretim maliyetinin bir kısmını topluma yaymaktadır.

Negatif Dışsallık: Bir ekonomik birimin faaliyetinin başka ekonomik birimleri fiyat sistemi dışında olumsuz etkilemesidir.

ÇEVRE SORUNLARININ ÇÖZÜMÜNDE KULLANILAN ARAÇLAR VE POLİTİKALAR

Çevre sorunlarının yaygınlaşması nedeniyle 1972 yılında Stockholm’da ilk uluslarası çevre toplantısı gerçekleştirilmiş ve toplantıda alınan kararla Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) oluşturulmuştur. Konunun önemi üzerine 1983 yılında Birleşmiş Milletler Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu kurulmuş ve ülkelerin ekonomik kalkınma politikalarının oluşumunda çevre hedeflerinin dikkate alınması

ve sürdürülebilir kalkınmanın sürdürülebilir çevre politikaları ile mümkün olacağı ileri sürülmüşür.

Piyasa Çözümleri

Piyasa çözümleri olarak çevre sorunları ile başlıca mücadele araçları Coase teorisi ve sosyal kurumlardır.

1-Coase Teorisi

Coase teorisi çevre sorunlarının piyasa mekanizması içinde çözüme kavuşabileceğini ileri süren bir görüş olarak ifade edilebilir. Coase teorisine göre, bir faaliyeti yapan (üreten ve dolayısıyla çevreye zarar veren) ve bu faaliyetten olumsuz etkilenen tarafların sayılarının az olması ve pazarlık yapabilme maliyetlerinin ihmal edilebilir düzeyde olması hâlinde tarafların bir araya gelerek kamu müdahâlesine gerek olmaksızın, etkin bir çözüm oluşturabileceğini öngörmektedir.

Coase teorisi çevre sorunlarına yol açan kaynağı belirli, yerel düzeydeki sorunlar için uygulanabilen sınırlı bir çözüm yoludur.

2- Çevre sorunlarının oluşumunu engelleyen ya da sınırlandıran piyasa çözümlerinden biri de sosyal kurumlar olarak tanımlanan toplumun değer yargılarının kullanılmasıdır.

Kamu Sektörü Çözümleri

1-Vergileme, 2-Sübvansiyon, 3-Pazarlanabilir kirletme hakları, 4-Mülkiyet hakları nın tesisi 5-Yasal düzenlemeler

-24-

Vergi
,çevre sorunlarını oluşturan firmaların üretim faaliyetlerini sınırlandırmak üzere Pigou tarafından 1920’de önerilmiştir ve bir firmanın optimum ya da etkin üretim düzeyinde üretim yapmasını sağlamaktadır.

Pigoucu vergi, karbon ya da kirliliği önleme vergisi olarak da ifade edilmektedir. Burada araçların emisyon salınımları yolu ile hava kirliliğine ve küresel ısınmaya yol açmaları nedeniyle, petrol ürünleri üzerine vergi konarak araç kullanımının sınırlandırılması amaçlanmaktadır.

Görülmektedir ki Pioucu verginin etkili olabilmesi için her bir çevre sorununu tam olarak tanımlamak, çevreyi etkileyen faaliyeti ve firmaları belirlemek, zararı hesaplamak gerekmektedir.

Sübvansiyon, firmaların belirli davranışta bulunması ya da bulunmaması karşılığında birim üretim üzerinden hesaplanan bedelin firmalara ödenmesinden oluşmaktadır. Çevre sorunlarının pek çoğunu sübvansiyon politikası ile çözüme ulaştırmak mümkün olabilir.

Sübvansiyon politikasının geçerli olabilmesi için firma sayılarının sübvansiyon politikası ile birlikte artmaması, sübvansiyon miktarının belirlenmesi için sübvansiyona konu olan faaliyetin oluşturduğu kirliliğin topluma yüklediği zararların tespit edilmesi ve hesaplanabilmesi gerekir.

Yasal Düzenlemeler

Ülkemizde çevre ile ilgili yasal gelişmelere bakıldığında 1982 Anayasası’nın 56. maddesinde “herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların asli görevi” olduğu belirtilmiştir. 1983 yılında çıkarılan 2872 sayılı Çevre Kanunu ile çevre politikasına ilişkin belirli ilkeler oluşturulmuştur. Anılan Kanun’un 3. maddesinde çevrenin korunması, iyileştirilmesi ve kirliliğinin önlenmesine ilişkin genel ilkeler belirlenmiştir. Bunlar arasında, sürdürülebilir kalkınma ve kirleten öder ilkesi belirtilmiştir.

Kirleten Öder İlkesi: Çevreye verilen zararların giderilmesi ya da azaltılması için gerekli

karşılığın kirletenden alınmasıdır.

**Çevre ve çevre ile ilgili konuların önemi nedeniyle ilk defa 1991 yılında Çevre Bakanlığı kurulmuştur. Bu bakanlık 4 Temmuz 2011 tarihinde çıkarılan 644 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Çevre ve şehircilik Bakanlığı adını almıştır.

*Çevre kirliliği ile ilgili uluslararası bir sözleşme Kyoto Protokolüdür 21
 
Üst