AÖF DERS NOTLARINA HOŞ GELDİN!

Ders notlarına erişmek için lütfen ücretsiz kayıt olunuz.

Ücretsiz Kayıt ol!

VİZE Toplumsal Cinsiyet Sosyolojisi Vize Ders Notu

Administrator
Yönetici
Mesajlar
255
Tepkime puanı
24
Puanları
18
Açıköğretim Toplumsal Cinsiyet Sosyolojisi geniş özet- ünite 01-02-03-04

ÜNİTE 01
sosyal bilimlere önce ‘feminist çalışmalar’ olarak girdi, sonra ‘ kadın çalışmaları’ olarak anılmaya başlandı ve nihayet ‘toplumsal cinsiyet çalışmalarına’ evrildi.
toplumsal cinsiyet sosyolojisi yerine feminist sosyoloji ifadesini de kullanabilirsiniz.
Toplumsal cinsiyet, biyolojik cinsiyetten farklı olarak, kadınla erkeğin sosyal ve kültürel açıdan tanımlanmasını, toplumların bu iki cinsi birbirinden ayırt etme biçimini, onlara verdiği toplumsal rolleri anlatmak için kullanılan bir kavramdır.
1970’lerden itibaren yapılan toplumsal cinsiyet çalışmalarında üç önemli aşama kaydedilmiştir:
Birinci aşama, cinsiyet farklılıklarına (kadın-erkek) vurgu yapılan aşamadır. Çalışmaları yapanlar, bu farklılıkların bireylerin biyolojik özelliklerinden kaynaklandığı konusunda görüş birliğindedir.
ikinci aşamada öğrenilen cinsiyet rollerine ve toplumsallaşmaya vurgu yapılmıştır. Toplumsal cinsiyet, özgül toplumsal düzenlemelerin (kadını bireye indirgemeyen) bir ürünü olarak anlaşılmıştır.
Üçüncü aşamada, toplumsal cinsiyetin bütün sosyal sistemlerde (sınışı ve ataerkil) merkezi bir rolünün olduğu fark edilmiştir. Yani, toplumsal cinsiyet, ücretli çalışma, aile, politika, gündelik yaşam, ekonomik kalkınma, hukuk, eğitim ve daha birçok alanda analizlere katılmıştır.
feminist araştırmacıların en temel soruları : Erkekler ve ka- dınlar arasındaki farklılıkları yaratan onların doğal özellikleri midir, yoksa içinde yaşadıkları toplumun özellikleri nedeniyle mi farklıdırlar? Daha somut olarak, er- keklerin politikacı, güreşçi, kamyon şoförü, komando askeri olmaları, doğaları ge- reği midir? Kavgacı, aktif, saldırgan, rasyonel olmaları doğuştan mıdır? Bu özellik- leri nedeniyle mi toplumda yönetici konumları işgal etmektedirler? Kadınların öğ- retmen, ebe hemşire, terzi, olmaları doğalarının gerektirdiği seçimler midir? Çocuk- ları seven, merhametli, yardım sever ve duygusal olmaları doğuştan getirdikleri özellikleri ile mi ilgilidir? Erkekler ev dışında çalışıp para kazanırken kadınlar da evde oturup çocuklara bakarken doğalarına uygun bir biçimde mi davranmakta- dırlar? Yoksa acaba erkeklerin ve kadınların bu özellikleri toplumsal mıdır? Yani ai- le içinde sosyalleşen ve toplumda etkileşim içinde öğrenilen özellikler midir?
DOĞACI GÖRÜŞ : Erkeklerle kadınlar arasında fiziksel ve biyolojik özelliklerinden kaynaklanan farklılıklar vardır. Toplumsal işbölümü tarihsel olarak farklılıklar çer- çevesinde oluşmuştur. Erkekler kadınlardan fizik olarak daha güçlü oldukları için avcı ve savaşçı olabildiler ve evden/haneden uzaklaşabildiler. Kadınlar ise, hem fi- zik olarak zayışardı hem de çocuk doğurma özellikleri nedeniyle eve/haneye bağımlı idiler. Bu nedenle, erkeklerin ev-hane dışında, kadınların ise ev-hane içinde- ki işleri üstlenmeleri şeklinde bir toplumsal işbölümü gelişti. Doğacı görüşü savu- nanlar tezlerini desteklemek için birçok biyolojik, genetik, psikolojik kanıt ileri sürmüşlerdir. Örneğin zekâ testleri ile erkek çocukların doğal nitelikleri gereği özellikle matematik, fizik, kimya gibi bilimlerde, kız çocuklarının da dil ve edebi- yat gibi alanlarda başarılı olacaklarını kanıtlamaya çalışmışlardır.
GELİŞMECİ GÖRÜŞ : Bu görüşü savunanlar, cinsiyet (biyolojik) ile toplumsal cin- siyet arasındaki ilişkinin zayıf bir ilişki olduğu görüşündedirler. Kadınlar çocuk doğurur, bu onları erkeklerden ayırır. Ancak bunun dışında pek çok alanda araların- daki biyolojik farklılıkların önemi kalmamıştır. Teknolojinin bu derece ilerlediği günümüzde kas gücü kullanılarak yapılan çok az iş türü vardır. Dolayısıyla kadınlar erkeklerin yaptığı pek çok işi yapabilmektedirler. Erkekler de ev içinde yapılması gereken işlerin ve hizmetlerin üstesinden gelebilirler.
Bu görüşe göre bir insanın davranışı, büyük ölçüde onun yetiştiği sosyal ve kültürel çevrenin (yapının) bir yansımasıdır.
Ann Oakley, yapılan araştırmalardan örnekler vererek kız çocuklar ile erkek çocuklar arasındaki farklılıkların ailede ve okulda nasıl yaratıldığını anlatır (Oakley, 1980: 92-93). Sosyalleşme sürecini konu alan araştırma- lar, iki cinsin doğuştan itibaren önce farklı renklerde giydirilerek (örneğin, kızlar pembe, erkekler mavi), sonra farklı oyuncaklara yönlendirilerek (örneğin, kızlara bebek, erkeklere araba), farklı okulları seçmeleri için etkilenerek (örneğin, kızlar için soysal bilimler ve edebiyat, erkekler için fen bilimleri ve mühendislik) nasıl farklı toplumsallaştırıldıklarını ortaya çıkarırlar.
Düşünürler açısından biyolojik olan cinsiyet (sex) ile toplumsal temelli olduğu düşünülen toplumsal cinsiyet (gender) arasındaki farklılıkların anlaşılması neden bu kadar önemlidir?
Çünkü feminist kuramcılar yaygın toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin nedenlerini sorgulamakta ve bu eşitsizliklerin temelinde ‘doğal’ olan özelliklerin bulunduğu fikrine karşı çıkmaktadırlar. Eğer doğacı görüş taraftarlarının savunduğu gibi cinsiyet farklılıkları biyolojik olarak belirlenmiyorsa ve sosyal olarak inşa ediliyorsa,
kadınların ve erkeklerin toplumsal cinsiyet rolleri değişebilir demektir. Aynı şekil- de cinsiyetçi kalıp yargılar da değişmeye açık olabilir ve hepsinden önemlisi top- lumda erkek egemenliği son bulabilir.
TOPLUMSAL CİNSİYETİN FEMİNİST PERSPEKTİFLİ SOSYOLOJİ İÇİN ÖNEMİ
Toplumsal cinsiyet konusunda en kapsamlı araştırmaları Amerika’da psikiyatrist ve psikanalist Robert Stoller yaptı. 1968 tarihli ‘Sex and Gender’ (Cinsiyet ve Toplum- sal Cinsiyet) isimli kitabında kadınlık ve erkeklik durumlarını birbirinden ayırmak için bu kavramı ilk kez kullandı (Gonzales and Seidler, 2008). İngiltere’de Ann Oakley, 1972 senesinde ‘Sex, Gender and Sociey’ (Cinsiyet, Toplumsal Cinsiyet ve Toplum) isimli kitabında cinsiyet ve kişilik, cinsiyet ve zekâ arasındaki ilişkileri tar- tıştı ve toplumsal cinsiyet rollerinin nasıl öğrenildiğini anlattı.
Fransız felsefeci ve yazar Simon de Beauvoir’ın 1949’da yazdığı ‘İkin- ci Cins’ kitabında ‘Kadın doğulmaz; kadın olunur’ şeklinde ifade ettiği bu toplum- sallaşma sürecinin özellikleri araştırılmaya başlandı.
Toplumsal cinsiyetin feministler tarafından kavramsal bir araç olarak kullanılmasının önemli bir yararı oldu: Bu kavramla, gündelik uygulamalar ve varsayımlar içinde gizlenmiş iktidar ilişkilerinin üzerini örten örtüyü kaldırmak mümkün olabildi. Toplumsal cinsiyet, toplumu anlamayı sağlayan bir mercek işlevi gördü.
Birleşmiş Milletler Teşkilatı İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, kadınların haklarını korumada yetersiz kaldığı gerekçesiyle Birleşmiş Milletler tarafından ‘Kadınlara Karşı her türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Uluslar arası Sözleşmesi’ hazırlandı.
Biyolojik belirlemecilik: Bir durumun nedenlerini biyolojik özellikler ve oluşumlar ile açıklama. Kişilerin biyolojik özellikleri değişmeyeceğinden, biyolojiye dayalı toplumsal ilişkiler de değişmeyecek demektir.
Toplumsallaşma, kız ve erkek çocuklara toplumsal cinsiyetin öğretilmesi ve benimsetilmesi anlamında kullanılıyor. Çocuklar, toplumsallaşma sürecinde ‘kadın’ ve ‘erkek’ rollerini öğreniyorlar.
Birleşmiş Milletler Teşkilatı’na göre kadınlar dünya nüfusunun % 50’sinden fazlasını temsil ettikleri, iş saatlerinin % 66’sından fazlasını doldurdukları halde, dünya gelirinin % 10’una ve dünya üzerindeki servetin % 1’ine sahipler.
Judith Stacey ve Barrie Thorne (1998), disiplinler içine feminist bilginin iki aşamalı olarak katıldığından söz ederler. Birincisi, onların ‘boşlukların doldurulması’ dedikleri aşamadır. Bu aşamada cinsiyetçi yanlılıklar düzeltilmeye ve kadınların deneyimlerin- den yeni çalışma konuları yaratılmaya çalışılır. Stacey ve Thorne, birçok sosyal bilim dalının bu aşamada oldukça başarılı olduğu düşüncesindedirler.
yazarlara göre, bir çok disiplinde hala bir takım boşluklar söz konusu- dur. Bunun en temel nedeni, mevcut paradigmalar tarafından kadınların deneyim- lerinin ihmal edilmesi veya özellikle yok sayılmasıdır. Bu nedenle, ikinci bir aşa- maya, yani paradigma değişikliğine gereksinim vardır. Paradigma değişikliği, bir disiplinin temelinde yatan kavramsal çerçevelerde ve disiplini yönlendiren varsa- yımlarda değişim ve dönüşümlerin olmasıdır. Ayrıca bu dönüşümlerin söz konusu bilim alanında başkaları tarafından da kabul edilmesi gerekir.
Parsons’un yaklaşımı, aileyi kadın ve erkeklerin kendileri için tanımlanmış cinsiyet rollerine uygun olarak dav- randıkları, böylece birbirlerini ‘tamamladıkları’ uyumlu bir toplumsal birim olarak görmekteydi. Feministler bu yaklaşıma karşı çıkarak ailenin her zaman uyumlu ilişkileri barındırmadığını, içinde eşitsizlik olduğunu ve ataerkil ideoloji sayesinde erkeklerin kadınlara ‘egemen’, kadınların da erkeklere ‘tabi’ oldukları tartışmasını başlattılar.
Cinsiyetçilik: cinsiyet temelinde ayrımcılık yapmak; bir cinsi diğerinden üstün tutmak.
‘Boşlukların doldurulması’ aşamasının daha önce değindiğimiz toplumsal cinsiyet merceğinin kullanılmaya başlanma aşamasına karşılık geldiğini söylemek sizin açınızdan aydınlatıcı olabilir.
Çalışma hayatında kadınların ve erkeklerin yaptıkları işler, çalıştıkları işyerleri, aldıkları ücretler birbirlerinden farklıydı. Üstelik bu piyasaya bir kere ‘bölünmüş piyasa’ anlayışı ile bakılmaya başlandığında, sınıf ve toplumsal cinsiyet yanında farklı ırklardan, renklerden, etnik gruplardan çalışanların varlığı ve bu gruplara ‘imtiyazlı’ veya ‘ayrımcı’ muameleler yapıldığı fark edildi. Böylece, toplumsal cinsiyet odaklı bir bakışa sahip olan feministlerin sorgulamalarını her türlü kurum ve eşitsizlik durumu bağlamında kullanmak mümkün oldu.
Feminist bakış açısı ile yeniden canlanan veya yeniden inşa edilen sosyoloji konuları cinsellik ve be- den, kimlik ve farklılık, görsel ve kültürel sosyolojidir. İkinci grupta feminist bakış açısının oldukça önemli etkiler yaptığı alanlar gelir: sağlık ve hastalık; aile, ev içi emeği, çalışma ve emek, istihdam, eğitim, suç, medya ve popüler kültür. Sosyolo- jinin feminist perspektife en dirençli olduğu alanlar ise sosyal sınıf ve tabakalaşma, siyaset sosyolojisi ve sosyolojik kuramdır.
Toplumsal cinsiyet hiyerarşisi (sıradüzeni), kadınların ve erkeklerin toplum tarafından kendilerine atfedilen özelliklerine göre dikey olarak sıralanmasını anlatır.

TOPLUMSAL CİNSİYETİN DİĞER SOSYAL BİLİM DALLARINDA YARATTIĞI FEMİNİST ETKİLER
ANTROPOLOJİ : Toplumsal Cinsiyete En Açık Disiplin
Antropolojinin toplumsal cinsi- yet merceğini diğer disiplinlerden daha önce ve daha yetkin kullanabilmesinin bir nedeni, bu disiplin içinde kadın antropologların görece çokluğudur. ‹kinci neden, antropolojinin ilgi alanına giren toplulukların daha çok küçük ölçekli ol- masıdır. Bu özellik, antropolojik çalışmaların başından itibaren antropologlara, hanedeki cinsiyete dayalı iş bölümü, evlilik, akrabalık gibi konulara yakından bakabilme ve toplumsal cinsiyet ilişkilerinin yapısal ve sembolik boyutlarına eğilebilme fırsatı sağlamıştır.
antropoloji, toplumsal cinsiyeti daima hesa- ba katmıştır. Uzun bir geçmişi olan ‘avcı erkek’ tezine karşı bir tez olarak, kadın- lara insan zekâsının ve kültürünün gelişiminde aktif bir rol veren ‘toplayıcı ka- dın’ tezinin önerilmesi de önemli bir adımdır. Antropologlar daha da ileri gide- rek, toplumsal cinsiyet temelinde kurulmuş sosyal ve kültürel yaşamın şifresini çözebilmek için ‘kadın merkezli’ bir strateji yerine kadınların ve erkeklerin ya- şamlarını şekillendiren bütün kurumları toplumsal cinsiyet bakış açısıyla sorgu- lama aşamasına geçmişlerdir.
“Tarih öncesi ya da uygarlık öncesini inceleyen antropolojinin ‘kadın sorunuyla çok yakın bir ilişkisi vardır. Antropolojinin bulguları doğru biçimde yorumlanır ve anlaşılırsa, kadınlar hakkında hüküm süren birçok miti ve önyargıyı tuzla buz edebilir ve kurtuluş hareketine yardımcı olacak değerli bir yol sağlayabilir” E. Reed
TARİH : YAZILMAYANLARI YAZMAK
Tarih olarak hatırladığımız geçmişte kadınlar da yaşamışlardı, ne var ki onlar ‘yazılmamışlardı’ ; yazılmayınca da tarih içinde yer alamamışlardı. Tarih- çilere göre kadınlar özel alanda (ev-hane-aile) basit ve sade, birbirini tekrarlayan, ilginç ve yazmaya değer olmayan hayatlar sürmüşlerdi ve haklarında tarih kitaplarına yazılabilecek çok az şey vardı. Feminist tarihçiler tıpkı başka gruplar gibi (örneğin azınlıklar, köleler) kadınların da tarih dışı bırakılmış olduklarına dikkat çektiler.
Antropolojide olduğu gibi, tarihte de kadınları merkeze alarak ve onları ‘görü- nür kılmak’ için yapılan çalışmalar disiplinin bakış açısında önemli değişiklikler yarattı.
Feminist tarihçiler ‘ilerleme’, ‘gelişme’ gibi kavramların kadınların yaşadıklarının dikkate alınmadan kullanılmasını eleştirdiler.
ünlü tarihçi E.P.Thompson’un 1730-1832 yıl- ları arasında, işçi sınıfını ve sınıf ilişkilerini konu alan kitabında (‹ngiliz ‹şçi Sını- fının Oluşumu) çalışan kadınlara hiç yer verilmediğini, 1875-1914 yıllarını incelediği imparatorluk Çağı kitabında ise sadece orta sınıf kadınlardan bahsedip işçi sı- nıfı kadınlarını ihmal ettiğini göstererek onu eleştirdiler.
Sheila Rowbotham’ın 1973 tarihinde yayınlanan ‘Tarihten Gizlenen: Kadın- ların 300 Yıllık Ezilmişliği ve buna karşı Mücadele’ isimli çalışması bu çalışmalara öncülük etti.
Psikoloji: Güçlü Deneysel Paradigma
Sue Wilkinson, feminizmin psikolojiye etkisini tartıştığı çalışmasında, psikolojinin feminizme çok ihtiyacı olduğunu ama buna karşılık bu disiplinin en dirençli disiplinlerden biri olduğunu yazar.
Başka psikologların da katıldığı bu görüşe göre bu direnmeden dolayı, feminizmin ana akım psikolojiye girmesi ve kabul görmesi zayıf olmuştur. Geleneksel deneysel paradigma çok sağlam durmakta, feminizmin temel prensipleri kendini güçlü bir biçimde hissettirememektedir. Wilkinson’a göre daha da endişe verici olan ise feminist psikolojinin gelişmek- teymiş gibi görünmesine rağmen hala ana akım disiplinin değerlerini yansıtmakta olduğudur.
gerek psikanalitik kuram, gerekse psikolojik gelişim kuramlarından bazıları (örneğin cin- siyet farklılıklarını bir öz-doğa farkı olarak ele alan, ancak temel kavramlarını da toplumsal değerlerce sadece bir cinse atfedilen özelliklerden oluşturan kuramlar), erkek merkezci oldukları için eleştirilmelidir. Fişek’e göre, bu kuramlar çevresel bağlamdan kopuktur. Bu kuramlarda çevresel, sosyal yapı değişkenleri, toplumsal değerlerin ve stereotiplerin (kalıp yargıların) etkileri sistematik olarak yer almaz.
İkinci dalga feminist hareket ile feminist kuramsal tartışmaların (toplumsal cinsiyet) başlaması aynı tarihlere rastlar. Feminist harekete öncülük etmiş yazarlar ve onların düşünceleri, hem kadınlar ile erkekler arasındaki farklılıkların sorgulanmasına hem de kadınların toplumdaki ikincil konumlarını ve tabi oluşlarını açıklamaya çalışan kuramların oluşmasına başlangıç olmuştur.
Feminist kuramlara geçmeden önce ikinci dalga feminist hareketin tarihi ile iç içe geçmiş feminist düşünce tarihinin başlangıcını özetleyelim:
ÖNCÜLER KİMLERDİ :
Amerika Birleşik Devletleri’nde Ulusal Kadın Örgütü’nün kurucularından olan Betty Friedan varlıklı orta sınıf kadınların bile sınırlandırılmış bir yaşantı sürdür- düklerini anlattı (Kadınlığın Gizemi: 1963) ve mutlu ev kadını mitini yıktı.
Kate Millett, Kolombiya Üniversitesi’nde hazırladığı doktora tezinde (Cinsel Politika:1970), politik bir kurum olarak ataerkillik konusunu çözümlemeye girişti. O da Ulusal Kadın Örgütü’nün bir üyesiydi.
Kanada’lı Shulamith Firestone, fiikago Kadın Özgürlüğü Birliği başta olmak üzere birçok kadın derneğinde aktif femi- nist politika yaptı. 1970 yılında henüz 25 yaşındayken daha sonra diğerleri gibi bir klasik olacak ‘Cinselliğin Diyalektiği’ kitabını yazdı. Firestone, toplum için- deki en etkili farklılıkların sınışar arası değil, cinsiyetler arası olduğunu belirtti. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ataerkil toplumlar tarafından yaratıldığını, kadınların erkeklerle eşit olamamasının da onların doğurganlığı ile ilgili olduğunu ileri sürdü. Cinsiyet temelli ayrımcılığın ortadan kalkması gerektiğini vurgulayarak radikal feministlerin öncü yazarlarından bir oldu.
ingiltere’de Juliet Mitchell (Kadının Yeri: 1971), kadınların konumlarının onların üretimde (ev içi ve dışın- da katıldıkları üretici faaliyetlerde) ve yeniden üretimde (çocukları doğurmak, onları besleyip büyütmek, terbiye etmek) oynadıkları roller tarafından belirlen- diğini iddia etti. Psikanaliz ve Feminizm kitabında ise ataerkilliğin, kadınların değişimi ve ensest tabu ile ilgisini kurdu.
Fransa’da Simone de Beauvoir “ikinci Cins’ (1949) kitabı ile çağdaş feminist anlayışın en önemli örneklerinden birini vermişti. Amerika Birleşik Devletleri’nde 1952 yılında yayınlanan bu kitabı feminist düşünürler 1960’ların sonunda adeta yeniden keşfettiler ve kullandılar. Bu kitap, kadınlara yaşadıkları hayal kırıklıklarının kişisel olmayıp pek çok başka kadın tarafından da deneyimlenen durumlar olduğunu gösterdi. De Beauvoir’in feminist kurama katkısı, kadının kültürel ve siyasal konumunu açıklamak için varoluşçu bakış açısını kullanmış olmasıdır. Ona göre, bir kültürde erkek olumlu ve norm olarak kurulurken, kadın olumsuz, normal dışı, yani kısaca ‘öteki’ olarak kurulur. Feminist bir sosyolog ve psikanalist olan
Nancy Chodorow (Anneliğin Yeniden Üretimi: 1978), toplumsal cinsiyet farklılıklarını yansıtan kişiliğin ailenin psiko-dinamiği içinde biçimlendiği tezini savundu. Erkeğin kişisel özellikleri onun kapitalist üretim dünyasında yer almasına yol açarken, kadının özellikleri de ona yeniden üretim dünyasında bir yer hazırlamaktaydı; özellikle de kadını anneliğin yeniden üretimine yönlendirmekteydi. Burada Chodorow’un bu kavramla anlatmak istediği, anneliğin esas olarak öğrenilen bir davranış olduğu ve kadından kadına aktarılan değerler, bilgiler ve ritüeller ile yeniden üretilmekte olduğuydu.
FEMİNİST DÜŞÜNCELERİN AYRINTILI OLARAK İNCELENMESİ :
LİBERAL FEMİNİST KURAM : Liberal feminizm hem bir düşünce biçimi ve yaklaşım, hem de bir kuramdır. Bu yaklaşımda kadınların konumu, onların eşit haklara sahip olamayışları ve kamusal yaşama katılmalarının engellenmesi ile ilişkilendirilir. Liberal feminizm, liberal si- yasal düşünceden erkek ve kadınların aynı olduğu anlayışını miras alır. Bu ‘aynı- lık’, erkeklerin ve kadınların rasyonel düşünme ve rasyonel eylem için (insan) ka- pasitelerinin eşit olması anlamındadır. ‘Mademki kadınlar ve erkekler aynıdır, o halde kadınlar erkeklerin yaptıkları her şeyi yapmalıdır’ ve ‘erkeklerin sahip olduğu her şeye sahip olmalıdır’ sonucu çıkarılabilir.
Liberal feministler için erkek ve kadın cinsleri birbirleriyle savaş halinde Değillerdir ve erkeklerin ellerinde ne varsa onlardan vazgeçmeleri gerektiğini düşünmezler. Böyle olunca da, toplumda devrim değil reform yanlısıdırlar. Erkeklerle ilişkilendirilmiş hak ve fırsatların kadınlarla da ilişkilendirilmesinin, yani kadınların da bu hak ve fırsatlardan yararlandırılmasının gerektiğini savunurlar. Bu nedenle erkeklere verilen ama kadınlara verilmeyen haklarla ilgili yasalar ve pratiklere odaklanırlar. Sadece biçimsel eşitliğin yeterli olmadığının farkına varıp kadınlara yapılan ayrımcılığın önüne geçecek yasaların çıkarılmasına ve kadınlara çalışma yaşamında haklar verilmesine çalışırlar. Onlara göre kadınların eşit olmayan ko- numları, kamusal alanda (ev ve aile dışında) tam katılımlarını engelleyen yapay engellerin bir sonucudur. Bu bağlamda önemli siyasal amaçlardan bir tanesi, fırsat eşitliğidir.
Diğer feminist kuramcılardan farklı olarak liberal feministlerin 18. ve 19. Yüzyılda yaşamış öncüleri olmuştur.
‘A Vindication of the Rights of Women (Kadın Haklarının bir Savunusu’ (1792) isimli eseri yazan Mary Wollstonecraft, 18. yüzyıl liberal feminist düşüncesinin en bilinen ismidir.
Wollstonecraft’a göre hayatın önemli işleri, aklın geçerli olduğu kamusal alan- da erkekler tarafından yapılırken, önemsiz hazlar kadınlar ile ilişkilendirilmiştir ve onların yaşadığı özel alana (ev) aittir. Bu nedenle, kadınların yegâne amaçları er- kekleri memnun etmek için hayatın duygulara ait yanını geliştirmektir. Wollstonecraft’a göre böyle bir işbölümü kadınların itibarını zedeler, bununla da kalmayıp, ka- dınları akıllarını ve eleştirel yeteneklerini geliştirmekten alıkoyar .Kadınların eleştirel yetenekleri neden zayıftır? Çünkü kadınların eğitimleri zayıftır. kadınlar hem eleştirel düşünme yeteneklerini geliştirebilmeleri için hem de özel alana hapsolmayıp kamusal alana girebilmek için eğitim görmelidir. Ahlaki ve ekonomik bağımsızlıkları- nı elde edebilmeleri için çeşitli mesleklere sahip olmalarına izin verilmelidir.
John Stuart Mill’e göre, “kadınların bağımlılık konumlarını sürdürmelerinin nedeni, geleneksel kadınlık rolünün devamından öte, erkeklerin onları orada tutma isteğidir. Kadınları kamusal alanın dışında tutmanın temeli, ‘erkek cinsinin çoğunluğunun henüz eşitleri olan bir kadın ile birlikte yaşama düşüncesine tahammül edememeleri ve bundan dolayı kadınların ev hayatındaki ikincil konumlarını sür- dürme isteğidir”. Mill, insan haklarının yalnız erkekler tarafından kullanılmasını yanlış bulur; kadınların hakları, özellikle de oy hakları olmalıdır.
*1869’da yayınlanan ‘The Subjection of Women’ (Kadınların Boyun Eğmişliği) kitabında yapılması gerekenleri şöyle sıralar:
*Kadınların önündeki engellerin kaldırılması,
*tüm yurttaşlık konularında kadınlara erkeklerle eşit haklar tanınması,
*kadınların bütün saygın mesleklere girebilmeleri
*öğretim kurumlarından faydalanabilmeleri
*kocanın karısının üzerindeki otoritesinin sınırlandırılması.
Çağdaş liberal feministlerden Betty Friedan, ‘Kadınlığın Gizemi’ (1963)isimli kitabını Amerika’da yaşayan orta sınıf ev kadınlarının içinde bulundukları kadınlık durumunu anlatmak için yazmıştır. Friedan’ın analizi o kadar güçlüdür ki, ABD’de ikinci dalga feminizmi başlatan çalışma olarak tanınmasına sebep olmuştur.
Liberal feministlerden Harriet Taylor 1851’de yayınlanan ‘Kadınlara Oy Hakkı Verilmesi’ isimli çalışmasında cinsiyete dayalı eşitsizliğin doğanın bir emri olmayıp, gelenek ve göreneklerin bir sonucu olduğunu ileri sürer.
LİBERAL FEMİNİZME GETİRİLEN ELEŞTİRİLER :
İlk olarak ; toplumsal cinsiyet odaklı bir feminizm yerine toplumsal cinsiyet nötr bir hümanizm temel aldığı için eleştirilmiştir.
İkinci grup eleştirilere göre, liberal feministler yasal değişikliklerle ve eğitimle toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ortadan kalkacağına o kadar inanmışlardır ki görünmeyen, yapısal veya kültürel engellerin bu çabaların başarısına sekte vurduğunu fark etmezler. Bu eleştirileri yapanlar, yasaların kadınlara kalıcı bir eşitlik sağlamakta yetersiz kaldığını iddia ederek eşitliğe ilişkin liberal ilkelerin çok daha sıkı bir şekilde uygulanmasının gerektiğini savunurlar.
Üçüncü grup eleştiriler, liberal yaklaşımın feminist amaçlar için tümüyle uygun olmadığı noktasında toplanır. Aileyi toplumun vazgeçilmez bir ünitesi olarak gören ve kolektif veya devlet destekli çözümlere sıcak bakmayan liberal perspektif için kadınların kendilerini eve bağlayan işlerden özgürleşebilmelerinin nasıl olacağı sorusuna cevap vermek özellikle zordur.
RADİKAL FEMİNİST KURAM
Liberal feminizm liberal düşüncenin, Marksist feminizm de Marksizm’in öncüllerin- den hareket ederken, radikal feminizm böyle bir ana akım kurama kendini dayan- dırmaz; bu özelliği ile kuramdan değil, eylemden doğmuş bir yaklaşımdır. Bu an- lamda bazen feminizmin en saf biçimi olarak tanımlanır. Bu düşüncenin ilk tohum- larını 1960’ların sonunda Amerika Birleşik Devletleri’nde medeni hakları savunan ve savaşa karşı olup, politik etkinliklere katılan kadınlar atmışlardır.
Radikal feminizme göre, kadınların ezilmişlikleri toplumun temel bir sorunudur ve bu ezilmişliğin sorumlusu da ataerkilliktir. Ataerkillik, sosyal ve kültürel hayatın her parçasına sinmiş çok gelişmiş bir erkek egemenliğidir.
Feminist literatürde çok tartışmalı olan bu kavram, radikal feministlerce kullanıldığı şekliyle, evrensel erkek üstünlüğüne ve kadınların alta sıralanmışlığına (ikincilliğine) dayanan bir topluma gönderme yapar. Ataerkillik, içinde erkeklerin kadınlara hâkim olduğu evrensel bir sistemdir ve toplumsal her alan erkeklerin ege- menliği altındadır. ‘Doğal’ kabul edilen bu alanlar radikal feminist düşünceye göre tümüyle sorgulanmalıdır .
Radikal feministler Sigmund Freud’un ‘anatominin kader olduğu’ düşüncesinden ilerleyerek, kadınların ezilmelerini onların biyolojileriyle ilişkilendirirler: Cin- sellik, üreme ve annelik. ‹stenmeyen gebelikleri önleme tekniklerinin yaygınlaştı- rılmasını ve kürtaj hakkını gündeme getirmişlerdir. Yeni üreme yöntemlerinin kullanılmasıyla, kadınların cinselliklerini ve yaşamlarını kendi iradeleriyle kontrol edebileceklerini savunmuşlardır. Bu çerçevede, kadın bedenini aşağıladığı için pornografiye ve fuhuşa karşı çıkmışlar ve bu iki olgunun tecavüz olgusunu destek- leyen araçlar olduğunu düşünmüşlerdir.
Radikal feministler ataerkilliğin son bulması için kadınların kendilerini ezilmiş bir sınıf veya kast olarak görmeleri gerektiğini düşünmüşlerdir.
Radikal feministlerin kadınlar arası tüm farkların ortadan kalkacağı, ‘kızkardeş- liğe’ dayalı toplumsal bir yaşamın oluşturulması için ataerkillikle mücadele önerisi, son yirmi yılda ciddi eleştirilere konu olmuştur.
Kadınlar ve erkekler arasındaki farklılıkların ortadan kalkmasını ve toplumsal cinsiyet eşit- liğinin sağlanmasını amaçlamak yerine, kadınlara ait tüm özelliklere / öznelliklere odaklanmanın gerekli olduğu savunulmaya başlanmıştır.
Kadınların öznelliklerinin ‘bağımsız’ politik bir güç kaynağı olduğu düşüncesi geliştirilerek ‘çağdaş’ kültürel feminist yaklaşımlara önemli bir açılım sağlanmıştır.
Radikal feministler küçük gruplarda örgütlenerek, bilinç yükseltme grupları oluşturmuş ve ‘kişisel olan siyasaldır’ düşüncesini yaygınlaştırarak, evrensel kız kardeşliği savunmuşlardır
MARKSİST FEMİNİST KURAM
Marksist kuram, insan toplumunu ve tari- hini anlayabilmenin ancak üretim biçimlerindeki gelişimi anlamak ile mümkün olabileceğini iddia eder. Yani toplumların gelişiminde, düşüncelerin veya çok özel karizmatik kişilerin eylemlerinden ziyade ekonomi ve teknoloji belirleyici bir rol oynar.
Radikal feministlerin ataerkillik anlayışına karşılık, Marksist feministler kadınların ezilmişliğinin analizini üretim biçimlerinin, özellikle de kapitalizmin analizine da- hil etmeye çalıştılar.
Marksist Feminizm, ‘Acaba Marksist kuram ‘kadın bakışı’ ile geliştirilebilirse, ka- pitalist toplumlarda kadınların alta sıralanmışlığı ve ezilmişliği açıklanabilir mi?’ sorusuna cevap arayan bir yaklaşımdır.
Marksist feministler için çağdaş toplumun tanımlayıcı özelliği kapitalizmdir ve bu sistem içinde kadınlar özgül bir ezilmişlik ile karşılaşırlar.
Marksist feministler, geleneksel/Ortodoks Marksist anlayışın, kadınların kamu- sal yaşamdan neden ve nasıl dışlandıklarını ve neden ev içinde ücretleri ödenmeyen emekçiler olduklarını açıklamakta yetersiz kaldığı görüşündedirler. Marksist kuramın temel sorunu, erkeklerin kadınları ev içinde ezme biçimlerine, onların ücretsiz ev emeklerinden elde ettikleri faydaya yeterince vurgu yapmamasıdır.
Michelle Barrett, Marksizm ile feminizm arasındaki ilişkiyi incelerken, kadınla- rın ezilmişliği ile sınıfsal sömürü arasındaki ilişkinin nasıl inşa edildiğini göstermiş- tir. Kadınların sömürülmesinin ne kadınlarla erkekler arasındaki biyolojik farklılık- larla, ne kapitalist sistemin gereksinimleri ile ne de kadınları eşler ve anneler ola- rak erkeklerden daha aşağıya sıralayan egemen ideolojiler ile açıklanamayacağını savunmuştur. Kadınların ezilmişliğinin kapitalist sistemin ayrılmaz bir parçası olduğu iddiası ile savunulan ev içi emek tezini reddeder. Bu nedenle, Marksist kuramın gözden geçirilip geliştirilerek toplumsal cinsiyet ilişkilerinin, analizin merkezine yerleştirilmesini önerir .
MARKSİST FEMİNİZME GETİRİLEN ELEŞTİRİLER :
Marksist feminist yaklaşım, açıklamalarını Marksist kuramın kategorilerine indirgemesi ve kapitalizme içsel ataerkil ilişkileri hesaba katmaması nedeniyle eleştirilir. Marksist feminizmi eleştirenler ayrıca onu, ekonomik indirgemeciliğe dayalı soyut bir analiz olduğu ve bu nedenle de erkek egemenliğinin hüküm sürdüğü bütün diğer durumları, siyah ve üçüncü dünya kadınlarının konumlarını ve özellikle de radikal feministlerin önemsedikleri cinsellik ilişkilerini ihmal etmiş bir analiz olduğu için eleştirilmişlerdir.
SOSYALİST FEMİNİST KURAM
Sosyalist feminizm düşüncesi feminist düşüncenin, Marksist, radikal ve psikanali- tik akımlarının kesiştiği bir noktada oluştu.
Sosyalist feministler, kapitalist toplumlar için açıklayıcı olan Marksist kuramı tamamlayacak, sadece sınıf değil, ataerkil ilişkileri de açıklayacak bir kuram arayışı içindeydiler. Bu arayış sırasında bir taraftan geleneksel Marksist feministlerin, diğer taraftan radikal ve psikanalizci feministlerin sınırlılıklarını aşmak için ikili sistemler yaklaşımını geliştirdiler.
ikili sistemler yaklaşımı, toplumsal cinsiyet çözümlemesini hem kapitalist hem de ataerkil güç ve iktidar ilişkilerine bağlı olarak yaptığı için bu isimle anılır. Bu yaklaşımı benimseyen feminist düşünürler, kapitalizmin ve ataerkilliğin farklı top- lumsal ilişki biçimleri olduğunu ve bir araya geldiklerinde kadınlar üzerinde çok olumsuz etkiler yarattıklarını, kadınları baskı altına aldıklarını iddia ederler.
ikili sistemler yaklaşımını karmaşık hale getiren nokta, onu benimseyen düşünürlerin kapitalizmi aynı şekilde tanımlamaları ancak ataerkillik tanımlamalarında ve çözümlemelerinde ayrılmalarıdır. Mitchell ile Heidi Hartman’ın görüşlerini karşılaştırarak bu farklılığı anlayabilmek mümkündür.
Juliet Mitchell, 1970’lerde ‹ngiltere’de kadınların ezilmişliğini açıklamada, Mark- sist kuramdan yeterince destek alamayan sosyalist feministlerin arayışlarına katıldı. Mitchell, kadının konumunun üretken işgücünün bir parçası olup olmadığı ile bir ilişkisinin olmadığını iddia ederek bu çizgideki geleneksel Marksist feminist duru- şu reddetti. Bunun yerine Marksist kuramdaki boşlukları dolduracak bir ataerkillik kavramlaştırması yapmaya çalıştı. Kadının konumunun ve işlevinin üretimdeki ve yeniden üretimdeki (yani çocukların toplumsallaştırılması ve cinsellik) rolü tarafın- dan belirlendiğini ileri sürdü. Ekonomik taleplerin hala önemli olduğu, ancak bu taleplere toplumsallaşma, cinsellik ve yeniden üretim ile uyumlu politikaların eşlik etmesi gerektiği düşüncesini savundu. Mitchell’ e göre kadınlar bu üç öğeden sadece cinsellikte ilerleme kaydetmişlerdi; diğer alanlarda ilerlemeler çok sınırlıydı. Mitchell Psikanaliz ve Feminizm isimli eserinde Freud ve Levi Strauss/un görüşlerinden ilerleyerek ataerkilliğin kadınların mübadelesi ve ensest tabu ile iliş- kisini kurdu. Mitchell’e göre kadınların ezilmesini ortadan kaldırmak için ne tek başına kapitalizmle ne de tek başına ataerkillikle mücadele etmek yeterli olabilir- di. Bu nedenle Mitchell Marksist stratejilerin kapitalizmi ortadan kaldırmak için, psikanaliz ile ilgili stratejilerin de ataerkillikle mücadele etmek için kullanılmasını önerdi. Mitchell, kadınlara yönelik baskının nedenlerini insan psikolojisinin derin- liklerinde olduğuna inandığından liberal feministlerin toplumda kadınlara eşit yer verilmesini sağlayacak reform önerilerinin etkili olamayacağını düşündü.
Heidi Hartman, ataerkilliği, kadınların aile içinde ve dışında neden erkeklere göre ikinci planda kaldıklarını ve neden bunu tersinin gerçekleşmediğini anlamakta Marksist analiz kategorilerinin yardımcı olamayacağını düşündü. Hartmann’ a göre kapitalizmin Marksist analizi, ataerkilliğin feminist analizi ile tamamlanmalıydı. Hartmann’ın yaptığı kapitalizm analizi Marksist feministlerin yaptıklarından farklı değildi. Ona feminist düşünürler arasında önemli bir yer kazandıran, ataerkillik ile ilgili olarak yaptığı tanım ve bunun kapitalizm ile nasıl eklemlendiğine da- ir yaptığı analizdir. Hartmann ataerkilliği ‘maddi bir temeli olan, erkekler arasında karşılıklı bağımlılık ve dayanışmayı oluşturarak onların kadınlar üzerinde ege- men olmasını sağlayan sosyal ilişkiler bütünü’ olarak tanımladı .
Hartmann ataerkilliğin bu tür bir ‘maddi temelli’ analizini yaparken Mitchell’in ataerkilliği ‘ ideolojik’ bağlamda açıklamasını da eleştirmiş oldu.
Mitchell ve Hartmann’dan daha yakın tarihlerde Slyvia Walby, kapitalist bir toplumda ataerkil ilişkilerin temel alanlarını tanımlamıştır: Ev içi işler, ücretli emek, devlet, din, kültür, erkek şiddeti ve cinsellik. : Ev içi işlerinin yapılmasındaki sosyal ilişkiler ataerkil üretim biçimini oluşturur ve bu, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin be- lirlenmesinde çok önemlidir. Bununla beraber ataerkillik kapitalist üretim bicimi ile eklemlendiğinde, ücretli emek alanındaki ataerkil ilişkiler sistemin devamlılığı açısından çok önem kazanır.
SOSYALİST FEMİNİZME GETİRİLEN ELEŞTİRİLER
Kadınların ezilmişliğinin nedenlerini anlamak için kapitalizm ile ataerkilliğin eklemlenme biçimlerine bakan ikili sistem kuramcılarının bu iki sistemin kadınların üzerindeki etkilerini hem ayrı ayrı hem de birlikte analiz etmiş olmaları çok önemli bir gelişmedir. Ancak ikili sistem kuramcıları, kapitalizm ile ataerkillik ilişkisinin biçimlenmesinde rol oynayan ırk ve etnisite gibi güçleri marjinalleştirdikleri için eleştirilmişlerdir.
EKO-FEMİNİST KURAM ( ÇEVRECİ FEMİNİST KURAM
Eko-feministler çoğu zaman kadınların doğaya yakın olduğunu, ancak bu yakınlığın onları güçsüz kılmak için kullanıldığını iddia etmişlerdir.
Doğa ile kadınlar arasında olumlu bir birliktelik fikrinin savunucusu Mary Dally ve Susan Griffin gibi yazarlardır.
geleneksel olarak kadınlarla ilişkilendirilen merhamet ve şiddetten yana olmamak gibi özelliklerin ataerkillik tarafın- dan değersizleştirildiğini de düşünürler . Bu anlamda örneğin ataerkil bir toplum, bir erkeğin merhametli olması veya şiddet karşıtı olması gibi özelliklerinden dolayı onun erkeksi değil, kadınsı özellikler taşıdığını düşünebilir ve böylece onu ‘daha az erkek’ olarak tanımlayabilir.
Psikolog Carol Gilligan’ın vurguladığı gibi çevrecilere göre kadınların doğası sosyal olarak inşa edilmiştir. Toplumsallaşmanın bir sonucu olarak kız çocukları ve kadınların insan ilişkilerini (ilişkiselliği) önemseyen eğilimleri gelişkindir; erkekle- rin ise rasyonel, mantıksal kurallara eğilimleri vardır.
Çevrecilere göre, erkek ‘sesleri’ üzerine inşa edilmiş bir kültür tarafından yaratılan dengesizliklerin düzeltilmesi için kadınların ‘sesleri’ ve yaklaşımları gereklidir.
Eko-feministler ekolojistlerden kendilerini ayırarak ‘derin-ekoloji’ yaklaşımına daha yakın hissederler. Onlara göre ekoloji hareketi gelişmiş ülkelerdeki hava kirliliği ve doğal kaynakların tükenmesi gibi ekolojik sorunlarla uğraşır. Derin ekolo- ji ise, sadece doğanın korunması ile ilgilenmez, çevrenin sömürülmesi ve bu sömürüde rol oynayan insan faktörünü de hesaba katar. Derin ekolojistlere göre ya şadığımız çevre krizi için suçlanması gereken, ‘insan merkezli’ dünya görüşüdür.
eko-feministlere göre : bir sorumlu aranıyorsa bu, insan merkezli dünya görüşü değil, erkek merkezli dünya görüşüdür .
Emet Değirmenci: “Ekolojik ve toplumsal bir gelecek istiyorsak endüstriyel kapitalizme karşı kadın ve ekoloji penceresinden direnişte umut var diyoruz. Yerel, kültürel ve ekolojik çeşitliliği korumada, hiyerarşisiz bir toplum oluşturmada ekolojik feminizme gereksinim var”
PSİKANALİTİK FEMİNİST KURAM
Psikiyatrist Karen Horney ve diğer kadın psikiyatristler Freud’un kuramını yeniden gözden geçirdiler ve Freud’un ‘kadınlığın kökenleri’ başta olmak üzere kadınlık ve erkeklik hakkında söylediklerini tartıştılar.
1960’lı ve 1970’li yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nde ve Avrupa’da gelişen feminizmi, liberal, radikal, Marksist ve sosyalist feminist kuramlar olarak sınışa- mak mümkün olabiliyordu. Ancak 1980’lere gelindiğinde feministler kadın soru- nunu anlamaya çalışırken psikanaliz gibi etkili düşünce dalgalarını da feminist kuramın oluşum sürecine dâhil ettiler.
Karen Horney , Clara D. Thompson , Viola Klein, Simone de Beauvoir, Betty Friedan, Eva Figes, Shulamith Firesotone, Kate Millet ve Ti- Grace Atkinson : Freud’un düşüncelerini güçlü bir biçimde eleştirdiler. bu yazarlar 1940 ve 1950’li yıllarda yaygın bir ideoloji olarak erkek egemenliği konusunda toplumun düşüncelerinin şekillenmesinde önemli bir yeri olan Amerika merkezli Freud anlayışını eleştirdiler.
1950’li yıllarda Amerika merkezli Freud yaklaşımı ve psikanaliz, kadınları edilgen durumda tutmaya yarayan bir araç oldu. Buna Betty Friedan ‘Kadınlığın Gizemi’ kitabında ‘Freud’cu Gizem’ de diyor. Bu yaklaşım,kadınlara edilgen ve bağımlı olmanın normal, entelektüel heveslerin ise anormal olduğunu söyleyerek, onlara aşırı korumacı bir dünyada ‘uyum’ içinde yaşamalarını öğütlüyordu.
Nancy Chodorow’un ‘Anneliğin Yeniden Üretimi’ kitabı Freud”cu kuramın belki de en önemli ve en etkileyici feminist yorumudur. Chodorow, kadınların neden annelik yapmak istediklerine dair o tarihe kadar çok yaygın ve standart- laşmış iki görüşü reddeder. Bunlardan ilki, anneliğin kadınların doğaları gereği kaderleri olduğu görüşü ve ikincisi de kadınların anne olmaya toplum tarafından şartlandıkları görüşüdür.
Chodorow’un bu iki görüşü de reddetmesinin nedeni, bu görüşlerde toplumsal cinsiyet rollerinin özgürce seçilebileceğinin iddia edilmesidir.
Chodorow’a göre kadınlık bir genç kızın bilinçli olarak üstlenmek isteyeceği bir oluş biçimi değildir. Anne olma isteği de tıpkı kadın olma isteği gibi genç kızlarda kadın olmadan önce yerleştirilmiş bulunmaktadır.
Erkeğin öyle kişilik özellikleri vardır ki onu kapitalist üretim dünyasına hazırlar; kadının kişisel özellikleri ise ona yeniden üretim dünyasında bir yer açar, özellikle de onu anneliğin yeniden üretimine yöneltir.
Freud’cu feministlerin, feminist kurama önemli bir katkısı şudur : Freud, annenin, babanın özelliklerine sahip olamamasını ve bu noksanlıktan dolayı duyduğu kıskançlığı ‘penis kıskançlığı’ olarak tanımlıyordu. Tersine Freud’cu feministler bu iddiayı bir tarafa koyarak, kadının cinsel kimliğinin oluşmasında babanın değil de annenin etkisi üzerine odaklandılar. Freud’cu feminist yazın, kadınların (annelerin) ezilmişlik konumlarına rağmen, kızlarının öznelliklerinin oluşumunda psikolojik ve kültürel olarak yaptıkları etkiyi olumlu olarak gördü ve gösterdi.
Freud’cu feministler kadınları erkeklere ait olup kendilerinde olmayan bir şey için duydukları kıskançlık tarafından bilinçsizce şekillendirilmiş bireyler olarak görmek yerine, alternatif bir psikolojik düzene olumlu katkılar yapacak kişiler olarak gördüler.
KÜLTÜREL FEMİNİST KURAM :
radikal feminist görüşleri kültürel feministlerin görüşleri ile karşılaştırma ve kültürel feminist yaklaşımlara doğru ilerleme :
Bu iki tür feminist yaklaşımın örtüşen yanlarından biri, her ikisinde de toplumun radikal bir biçimde yeniden yapılanmasının arzu edilir olmasıdır. Öte yandan, radikal feministler, toplumsal cinsiyet rollerinin ortadan kalkmasının gerek- li olduğunu savunurlar; kültürel feministler ise kadınlıkla ilgili özellikleri yüceltir ve bunların değerli olduğunu iddia ederler.
Kültürel feministlere göre kadınların erkeklerden farklı özelliklere sahip olmaları kadınlara feminist siyaset yapabilme açısından olumlu bir kaynak oluşturur.
farklılıkların nedeni kültürel feministler birbirlerinden ayrılır. Farklar yaradılıştan mı gelir, yoksa çevre tarafından mı oluşturulur? Bazıları, kadın karakteri ve kültürünün erkekler tarafından sömürgeleşti- rilmiş olduğunu söyler; diğerleri biyolojik açıklamalar sunarlar.
Kültürel feministler kadın hareketinin ‘manevi potansiyelini’ vurguladılar. Feminist maneviyatçılar üç gruba ayrılırlar:
Birinci grup, geleneksel erkek merkezli dinleri, özellikle Yahudilik ve Hıristiyanlığın eleştirisini yapanları;
ikinci grup, çeşitli tanrıçalı dinleri inceleyen kadın merkezli maneviyatçıları;
üçüncü grup da, eko-feminist maneviyatçıları içerir.
Birinci gruptan Mary Daly, 1970’lerdeki kadın hareketini, manevi bilincin uyanmasını sağlayan ‘manevi’ bir hareket olarak tanımlar. Bu hareket kadınların zihinlerini ataerkil zincirlerden kurtarabilmelerini sağlayacak yeni bir düşünce ve dil sistemi yaratmıştır
Kültürel feministler kadın hareketinin içindeki farklı grupların birleşmesi ve hareketin yekvücut olması gerektiğini savunurlar. Bu amaca ulaşmak için kadınlar arasındaki farklılıkları değil, ortak özellikleri vurgulayıp evrensellik iddiasında bulunurlar.
Kültürel feministler içinde, toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılıkla mücadelenin erkeklerle bir arada mı yoksa onlar olmadan mı yapılacağına ilişkin olarak da farklılıklar vardır. 19. Yüzyılda, birinci feminist dalga içinde yer alan kültürel feministler erkek ve kadınların farklılıklarının değişmez olduğunu savunuyorlardı. Çağdaş kültürel feministler ise kadınların doğayla, erkeklerin kültürle ilişkilendiril- mesinden vaz geçmemekle birlikte strateji tayininde onlarla birlikte olunabileceği düşüncesindedirler.
Sömürgeleştirmenin sözlük anlamı bir ülkenin bir başka ülkeyi iktisadi ve siyasi denetimine almasıdır. Örneğin Avrupalılar Yerli Amerikalıların topraklarına el koyduklarında onları sömürgeleştirmiş oldular. Bu kavram aynı zamanda, bir başkasının hayatı üzerinde kontrol sahibi olmak ve onun emeğini kullanmak anlamına da gelir ve kültürel feministler sömürgeleştirmeyi bu anlamda kullanırlar.

TOPLUMSAL CİNSİYET TARTIŞMALARINDA SON GELİŞMELER
Postmodernizm özellikle Fransız kuramcıların ( Jean Baudrillard, Jacques Derrida, Michel Foucalt ve Jean-Francois Lyotard) etkilediği bir düşünceler alanına gönderme yapmak için kullanılıyor.
Postmodernizm açıkça tanımlanmış bir kuram değildir. Bunun yerine, dil, bilgi, akıl, güç, kimlik ve direnme ile ilgili, gevşekçe bir araya gelmiş, birbiriyle bağlan- tılı olmayan bir düşünceler bütünüdür. Postmodernistlere göre dil, bizim maddi dünya ile kurduğumuz ilişkilere aracılık eder.
Post modern analiz, doğru-yanlış, kamusal/özel, erkek/kadın gibi sabitlenmiş, dolayısıyla anlamlarda bir kararlılık olduğunu varsayan Batı düşüncesinin ikilikli doğasını reddeder. Aynı zamanda bu analiz, nesnel bilgiyi imkânsız görür.
Postmodernizmin siyaset çalışmaları ve feminist kuram üzerinde çok güçlü etkileri olmuştur.
postmodern feministlerin düşünceleri ve post-modernizmin hangi gerekçelerle eleştirildiği :
Postmodern feministler, dünyayı anlamlandırmak için postmodern düşünceleri kendilerine modernizmden daha yakın buldular.
Postmodern feministler, postmodern düşünceleri kullanarak, cinsiyet kimliği ile ilgili tanımlanma ve sınışamaların, değişmeyen ve kaçınılmaz olarak görülen biyolojinin bir sonu- cu olmayıp toplumsal olarak üretildiğini savundular. Bu nedenle kendilerin- den önceki feministler tarafından yapılan cinsiyet/toplumsal cinsiyet ayrımını reddettiler. Çünkü feministlerin yaptığı bu ayrıma göre cinsiyet doğaldı; sadece toplumsal cinsiyet toplumun yapay bir ürünü idi. Bu görüşlerin tersine postmodern feministler ‘kadın’ kategorisinin, özel anatomik düzenlemelere aşırı derecede önem vererek, toplum tarafından yaratıldığını savundular.
postmodern feministlere göre cinsiyeti de toplumsal cinsiyeti de yaratan toplumdu.
GETİRİLEN ELEŞTİRİLER :
Postmodernizm, ataerkilliğin tanımlanması ve çözümlemesi ile uyuşmadığı için onunla mücadele eden feministler tarafından eleştirilmiştir.
İkinci olarak, postmodernizm sadece ataerkilliği kalıcı bir kategori olarak sorgulamakla yetinmez; ‘erkek’ ve ‘kadın’ kavramlarını da (toplumsal cinsiyet) sorgular. Böyle olunca, yani postmodernistler kadın kavramının anlamını fiziksel bir gerçekten ziyade söylemden aldığını önerdikleri için de, kadınların ezildiğini gözlemleyen feministler tarafından çok tepkiyle karşılanırlar.
Judith Butler ve Queer Kuramı
Queer, heteroseksüel anlayışın dayattığı ikili kimlik (kadın ve erkek) rejiminde (yani toplumsal cinsiyet yapısında) öteki olarak görülenleri ve bu kişilerin eşit hak- lara sahip olmak için verdikleri mücadeleyi anlatmak için kullanıldı. Bu mücadele, homofobiye (eşcinsellere duyulan öfke) karşı olan anlayışa ve LGBT’lere (eşcinsel, biseksüel ve transseksüel) ayrımcı politikalar uygulayan yönetimlere karşı verilme- ye başlandı ve mücadelenin adı da queer hareketi olarak kondu. Bu hareket, tıp- kı feminist harekette olduğu gibi kendi kuramını da doğurdu. Queer kuramı
1980’lerin sonunda yapılan akademik konferanslar sonucunda, daha çok üniversi- telerin çatısı altında bir çalışma alanı haline geldi ve kendisinden önceki eşcinsel çalışmalarına eleştirel bir yaklaşım getirdi. Gey, lezbiyen, travesti, transseksüel, bi- seksüel, interseksüel ve benzeri kişilerce, başka bir deyişle ‘hegemonik heterosek- sist normlara dahil olmayanlarca sahiplenildi.
Queer kuramı neden önemlidir? Bu kuram bize “toplumsal cinsiyet, etnisite, sınıf gibi kimliklere cinselliği ekleyerek kimlik temelli analizin sınırlarını geniş- letme olanağı sunar ve böylece cinselliğin de bir iktidar kaynağı olarak analiz edilmesini mümkün kılar”
Queer kuramının, heteroseksüelliği normlaştıran bir sis- tem tarafından ötekileştirilenler (örneğin lezbiyen ve geyler) için bu sistem ile mücadelede kullanılabileceğine dikkat çekerler. Queer kuramcılarından Eva Ko- sofstky Sedgwick’in yazdığı ‘Dolabın Epistemolojisi’ önemli bir çalışmadır. Sedg- wick çalışmasında şöyle der: “Modern batı kültürünün herhangi bir veçhesini, modern homoseksüel/heteroseksüel tanımının eleştirel bir çözümlemesini kap- samadan anlama girişimlerinin tümü sadece eksik değil, özünde hasarlı kalmaya mahkûmdur”
postyapısalcı yaklaşımı ile Butler, sabit kimliklere karşı akışkan kimlikler öne- rir ve yeniden denetimlenecek kimlikler için ‘performative’(edimsel)kavramına başvurur.
Judith Butler’ın 1990 tarihli bu kitabı Türkçeye 2008 yılında çevrildi. Kitabının ikinci baskısının yapıldığı
2010 yılında Türkiye’ye gelen Butler, ‘Queer Yoldaşlığı ve Savaş karşıtı Siyaset’
başlıklı bir konuşma yaptı.
Butler için querr kavramının önemli olmasının birinci nedeni, toplumsal cinsi- yetleri ve cinsellikleri ne olursa olsun, homofobi ile kavgası olan herkesi bu amaç için bir araya getirmesi ve kimlikleştirmeyen bir ittifakı betimlemesidir. Querr teri- minin ikinci önemi de şuradadır. “Queer bir kimlik değildir. Bir anlamda kimliğin imkânsızlığıdır. Her türlü kimliğin yoldan çıkarılıp saptırılması, ezber bozacak şe- kilde ‘tuhaşaştırılmasıdır’. Bu yolla kimliğin -her türlü normatif kimliğin- kurucu olduğu kadar baskıcı ve dışlayıcı gücünü de etkisiz hale getirmektir”
Butler “queer ile olan ilişkisini -homofobi, göç karşıtı politikalar, kadın düş- manlığı arasında ayrım yapmadan-farklılığa karşı birlik politikalarını olumlamak olarak açıklar”
queer hem bir kuram hem bir aktivizmdir.
Türkiye’de queer kuramı ile feminist kuram arasında ortaklıklar veya farklılık- lar üzerine yapılan tartışmalar oldukça yenidir. Örneğin Savran, Türkiye’de cinsel- liğin queer bağlamında sorgulanmasını olumlu bulur ve bunun heteroseksüelliğin de sorunsallaştırılmasını sağladığını söyler. Querr kuramı bu özelliği ile feminist kurama katkı sunar. iki kuram arasında nasıl bir ilişki kurulabileceğini sorgulayan Bora da “feminist düşünce ile eşcinsel hareketi birleştirici noktanın toplumsal iliş- kiler ve iktidar ilişkisi ile bağlantılı olduğunu belirtir”
bell hooks’ un Yale Üniversitesi’nin Hukuk ve Feminizm Dergisi’nde yayın- lanan ‘Özgürleştirici bir pratik olarak Kuram’ isimli makalesinde kuram hakkında yazdıkları: “Kurama geldim, çünkü yaralıydım. içimdeki acı öyle yoğundu ki, yaşamaya devam edemezdim. Kurama geldim; çaresiz, anlama- ya çalışarak -içimde ve etrafımda ne olduğunu kavrayabilmek için. Böylece kuramda iyileşmem için bir yer buldum" .
Rosemari- e Tong (1989)da feminist düşüncenin özgürlükçü etkisinden söz eder. Feminist düşünceyi bir kaleydoskopa (çiçek dürbünü) benzetir. Tong, onun her çevrilişin- de başka desenleri inşa edebilmesine duyduğu hayranlığı anlatır ve her defasında bir yenisi ile karşılaştığı bu desenlerin kısa ömürlülüğü ile kuramların ömrü arasın da bir ilişki kurar.



Toplumsal Cinsiyet Sosyolojisi geniş özet- ünite 02
GİRİŞ : FEMİNİST BİLİMİN KARŞI ÇIKIŞLARI VE AÇILIMLARI
Feminist Kuramın Modernite Serüveni : Toplumsal İnşadan Dönüşlü Özneliğe...
feminist sorgulamanın ilk eşiği, cinsiyetin (kadının), dolayısıyla tüm bedensel özelliklerin, bir kadınlar kategorisi olarak kültürel ve sosyal içerikli olduğu düşüncesidir.
Kadın ve erkek kavramlarının, geleneksel kuramların toplumsal çözümlemenin analiz birimi olarak kabul ettiği birey kavramına indirgenmemesi gerekir. Bu düşünce, feminist kuramın çıkış noktalarından biri olarak kabul edilebilir.
feminist kuram, bireyi temel alan tüm mevcut kuramlardan farklılaşır.
feminist kuram, geleneksel pozitivist bilim anlayışını reddetmediğinden, ileri sürdüğü femi- nist düşünce ve yaklaşımlar pozitivist bilim anlayışı ile uyum sağlayamamıştır. Bu uyumsuzluk, bilimsel uğraşın temel ögeleri olan, yöntembilim, epistemoloji, onto- loji ve kuramsal tartışmalarda hem ayrı ayrı hem de bir bilim felsefesi yaklaşımı olarak kendini göstermiştir.

Feminizmin sorguladığı ve karşı çıktığı düşüncelerden öne çıkanların bazılarını şu şekilde belirtebiliriz:
(1) Geleneksel bilim, toplumsal konuları geniş bir alanda çözümlemesine rağmen, kadın konusunu ya hiç sorgulamamış ya da başka kavramsal ilişkilere bağımlı olarak incelemiştir.
Feministler, kadınların toplumsallığının çözüm- lenmesinde, birey olmanın ötesinde, erkeklerden ‘analitik’ olarak farklı bir çözüm- leme ile ele alınmaları gerektiğini savunmuşlardır. Bu nedenle, kadınların, birey kategorisine indirgenemeyeceklerini vurgulayarak, toplumsal özelliklerinin mev- cut bilimsel yaklaşımlardan farklı bir kuramla ele alınmasını savunmuşlardır.
(2) Bilim, toplumsal bir uğraş olarak, toplumsal güce ve iktidara içsel olmasına rağmen, bilimin tarafsızlık ve nesnellik iddiası, onun iktidar ilişkilerin dışında düşü- nülmesine neden olmuştur.
feminizm, sadece analitik bir çözümleme değil, güce, iktidara, ideolojiye ve siyasete içsel olan toplumsal bir hareket olarak kavramlaştırılmaya başlanmıştır.
(3) Erkek bilim insanlarının her konuda değil, ancak kadın konusunda tarafsızlıklarını korumadıkları güçlü bir şekilde belirtilmiştir.
(4) Bilim insanlarının erkek oldukla- rı için yanlı davranma ihtimali söz konusu ise, buna paralel olarak, özellikle kadın konusunda araştırılan erkeklerin verecekleri bilgilerin, bilinçli bir biçimde çarpıtılma ihtimali de söz konusu olacaktır. Bu nedenle, feminist araştırmalarda, araştırılanların kadın olması gerektiği düşüncesi güçlenmiştir.
(5) Erkek bilim insanının yanlı olabilme ihtimali, ilk etapta bilen kategorisinin kapsamlı bir sorgusunu gündeme getirmemiştir.
(6) Araştıranın da kadın olmasının daha uygun olacağı kabullenilmiştir.
(7) Araştıran ile araştırılanın kadın olması, araştırma sürecinde aralarında kurulan ilişkinin, karşılıklı bir ‘etkileşim’ ortamının sağlanabilmesi için gerekli görülmüştür. (8) Bu etkileşim, başlangıçta, araştırılanın rahat ve özgür bir ortamda, daha geçerli ve güvenilir bilgiler vereceği düşüncesi ile öne sürülmüştür.
(9) Araştırmacı ile araştırılan arasındaki sıradüzen olmayan etkileşim ortamının, araştıranın araştırma sürecine, kendi öznellikleri ile daha fazla katılmasının bilgi üretim sürecini daha yetkin kılacağı düşünülmüştür.
Feminist kuram, ilk etapta, kadın kategorisinin indirgendiği birey kategorisini sorunsallaştırmış; ikinci aşamada, toplumsal çözümlemede cinsiyetin sosyal ve kültürel bir kategori olarak ele alınmasının gerekli olduğunu göstermiştir. Feminist düşünce, yöntemleri çeşitlendirilmesi ve toplumsal cinsiyet kavramını güçlü bir çözümleme aracı haline getirmesine rağmen, içine girdiği ‘ataletten’ uzunca bir müddet kurtulamamıştır. Feminist kuramda çok önemli sonuçlar doğuran, toplumsal cinsiyet kavramının eleştirilmesi ile bu durgunluk zayışamış ve feminist tartışmalar tekrar canlanmıştır. Bu canlanma daha sonra, feminist epistemoloji tartışmaları ile güçlen- miş ve feminist düşüncenin ‘bağımsız’, farklı ve kapsamlı bir bilimsel kuram olma yolu güçlü bir şekilde açılmıştır.
*KADIN BİREY ÖTESİ BİR ANALİZ BİRİMİDİR.
*TOPLUMSAL CİNSİYET KAVRAMININ ELEŞTİRİSİ FEMİNİST DÜŞÜNCEDE BİR DÖNÜM NOKTASIDIR :
Somut olarak
(1) toplumsal cinsiyetin sosyal bir inşa olduğu;
(2) bunun kadınların yaşam deneyimi temelinde inşa edildiği;
(3) kadınların yaşam deneyimlerinin farklılıklarının onların öznelliklerine bağlı olduğu;
(4) kadınların öznelliklerinin, konumsal, bağlamsal, durumsal ve hatta geçici ve rastlantısal olduğu;
(5) öznelliklerin dönüşlü/yansımalı ve söylemsel olarak inşa edildiği
(6) bu inşanın politik bir pozisyon ve duruşa karşı- lık geldiği şeklindeki çoğunluğu epistemolojik içeriğe sahip önermelerin, feminist bilimin modernite yaklaşımı içerisinde gelebileceği ‘son durak’ olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Öznellik vurgusu, hem kadınlar arasındaki farklılıkların zenginliğinin gizlenmemesine, hem de bu farklılıkların, genel- lenerek bütünleşik bir kadın kategorisinin (toplumsal cinsiyet) yaratabileceği yanlılığı önlemeye yönelik olarak gündeme getirilmiştir. Bu nedenlerle, kadınların öznelliklerinin sorgulanması, feminist eleştirinin merkezine yerleştirilmiştir.
Bu sayede, feminist düşüncenin, yöntemin çeşitliliğine ve ‘yalın toplumsal cinsiyet’ kavramına sıkışan ve durağanlaşan sorgu alanı tekrar canlılığına kavuşmuştur.
Öznelliklerin özgül, konumsal, durumsal, yansımalı, söylemsel ve benzeri özelliklerini içeren bir ‘duruş’ ve pozisyonun mümkün olduğu düşüncesinin çok yönlü sonuçları olmuştur. Bu temelde gerçekleştirilecek toplumsal cinsiyet siyasetinin, bilginin ve bilim pratiğinin tüm aktörleri ve onlara içsel yapıları ve aralarındaki ilişkileri içine alacak bir kapsamda sorgulanmasına neden olmuştur. Oluşan bu durum, feminist kuramı, içinden çıktığı pozitivist anlayışı, içerden yapılabilecek eleştirisini en üst düzeye taşımıştır. Bu pozisyon alışın, pozitivist yaklaşımın temel öngörülerini kategorik olarak inkâr etmemesine rağmen, pozitivist bir duruşun temel önermelerini asgari bir düzeye indiren bir çizgiye karşılık geldiği söylenebilir
Pozitivist düşüncenin rasyonalite anlayışı inançların, sezgilerin, duyguların, deneyimlerin ve benzeri öznelliklerin akla, mantığa ve idrak etmeye dayalı olarak, toplumsal olanın bilinçli, amaçlı, şematik, düzenli, tutarlı bir şekilde anlaşılabileceğini ve öngörülebileceğini temel alır.
Postmodernite Açılımı : Dile Dayalı Söylem ve Toplumsalın Yapı-Sökümü
Postmodern düşünce, toplumsal yapıyı değil, dilin yapısını temel alan ve toplumsallığın genellemelerde elde edilen büyük anlatılar haline getirilmesini reddeden ve oluşturulmuş genel anlatıların söylemsel inşalarını yapı-söküme uğratılmasını öngören bir yaklaşıma sahiptir.
Postmodernite düşüncesi, modernite anlayışının geleneksel pozitivist temellerini inkâr eden bir yaklaşımı benimser.
Postmodernite yaklaşımı, feminizmin modernite içerisinden, onun en son durağı olan DURUŞ KURAMI kapsamında geliştirdiği sorgu ve eleştirilerden tamamen bağımsız değildir.
Modernitenin bilim anlayışına güçlü bir şekilde karşı çıkan, hatta onu reddeden postmodernite yaklaşımı, geleneksel bilim anlayışından köklü bir kopuşu simgeler.
postmodernite yaklaşımının en belirgin yöntemsel farklılığı, yapı-söküme dayalı bir yaklaşımı benimsemiş olmasıdır. Postmodernite yaklaşımlarının feminist kurama ‘alternatif’ bir açılım çizgisi sağladığı söylenebilir.
post- modernite yaklaşımlarının feminist siyaseti birçok alanda sınırladığı ve zayıflattığı eleştirisi feministlerin birçoğu tarafından paylaşılmaktadır.

BİLİM VE BİLGİ SORUNSALI
Pozitivist Bilimin Temel Önermeleri
Sosyal bilimlerde, bilim ile bilgi arasındaki ilişkinin sorgulanması, bu gelişim çizgisinde önemli tartışma alanlarının oluşmasına neden olmuştur. Bir toplumsal kurum ve ilişki olarak, bilginin üretim (bilimsel araştırma) biçiminin, ortamının ve sürecinin, araştıranların (bilenler olarak) ve bilginin elde edildiği kişilerin (araştırılanların), nelere ve hangi durum, konum ve koşullara bağlı olarak gerçekleştiği çok yönlü ve derinlemesine sorgulanmıştır. Geleneksel pozitivist bilim pratiklerinin temel aşamaları olarak kabul edilen konuların seçimi, uygulanacak yöntemlerin ve oluşturulacak kuramsal çerçevenin belirlenmesi, yapılacak ölçümlerin neler olduğu, bilgi toplama yöntemlerinin ve yapılacak analiz tekniklerinin saptanması ve sonuçların nelere bağlı olarak ve nasıl yorumlanacağı, bu kapsamda eleştirilmiş ve geliştirilmiştir.

Hem modernite kuramlarında hem de özellikle postmodernite yaklaşımlarında, tümdengelim yöntemleri feministler tarafından güçlü bir şekilde eleştirilmiştir. Keller bunu ‘nesnellik yanılsaması’ olarak betimleyerek, gözlemin açıklamadan, bilenin bilinenden, kuramın pratikten, kültürün doğadan ayrılması gerektiğini savunmuştur.
Aydınlanma düşüncesine dayalı olan modernite yaklaşımında, toplumsal gerçekliğin çözümlenmesi bilimsel bilgiye dayalıdır. Bilimsel bilgi, nesnelliği ve tarafsızlığı temel alarak, akla ve kanıtlara dayalı olarak öze inebilen ve soyutlanarak genellenen bilgidir. Bu temelde, bilimsel kurallara bağlı olarak üretildiğinden ve bilim ortamının kurumsal yapısında denetlendiğinden, bilimsel bilgi geçerli, güvenilir ve evrensel olarak kabul edilir.
Pozitivist yöntembilim, mantıksal ve rasyonel temelde, gözlem yoluyla nesnel gerçekliğin sorgulanabileceğini varsayar.
Modernitenin bilim anlayışı, kuramların geliştirilmesi için hipotezlerin inşası, kavramların işlevsel hale getirilmesi ve toplanan kanıtlarla sınanmasını öngörür.
Geleneksel epistemoloji, bilginin, kişilerin deneyimlerinin ötesinde gerçekleşen bir olgu olduğunu kabullenir.
Pozitivist anlayış, araştırılan kişilerin, araştırmacıların bilgi, beceri ve etik anlayışlarına sahip olmadıkları için bilimsel sürece edilgen bir şekilde katılmalarını meşru görür.
Kullanılan yöntemlerin nicelleştirilme arzusuna bağlı olarak, pozitivist yaklaşım deney ve gözlemlere dayalı verilerin nesnel ve tarafsızlık temelinde, rasyonel bir içerikte kategorileştirilerek analiz edileceğini kabullenir. Tarama yöntemleriyle elde edilen verilerin istatistik teknikler kullanılarak, sorgulanan değişkenler arasındaki nedensel ilişkilerin açığa çıkarılacağını varsayar.
gerçek olanın keşfedilmesi için gerekli olan araçlar : yöntembilim, epistemoloji ve kuram
Pozivist Yöntembilimin Feminist Eleştirisi
feminist yaklaşımlarla, modernite anlayışının kendi içinden de pozitivist yöntembilim yaygın, detaylı bir biçimde eleştirilmiştir.
Gilligan , erkek araştırmacılar tarafından kullanılan nesnelleştirilmiş değer yargılarının, kadınların deneyimlerini yansıtmadığını göstermiştir.
Stanley ve Wise ,kadınların kendi öznel deneyimlerinin, alternatif (postmodern ve/veya postyapısalcı) bir şekilde yorumlanmadan da, geçerliğe sahip bir yöntembilim aracılığı ile sorgulanmasının mümkün olduğu düşüncesini benimsemişlerdir.
birçok feminist araştırmacı "Oakley, Mies, Klein, Harding,Reinharz" tam bir nesnelliğin mümkün olamayacağı düşüncesinden ilerleyerek, araştırmaya öznelliklerin dâhil edilerek, yanlılığın önlenip nesnelliğin sağlanabileceğini savunmuşlardır. Bu nedenle, yöntembilim ve epistemoloji tartışmalarının, toplumsal değişimi hedeşeyen feminist siyaset için katkısının önemli olduğu kabul edilmiştir.
pozitivist nicel yöntemlerin, feminist değerlerle birçok yönden uyum sağlamadığı düşüncesinden ötürü yaygın bir şekilde nitel yöntemlerin kullanılması önerilmiştir.
feministler yerel, özgül, konumlu ve benzeri yöntem ve analizlere yönelmişlerdir.
Bilgilerin elde edilmesinde yaygın olarak kullanılan tarama tekniklerinin, öznel deneyimlerin analizine olanak vermesi gerektiği vurgulanmıştır.
Betimsel ve yüzeysel sorular ile bilgi toplamanın feminist yaklaşımla uyumlu olmadığı belirtilmiştir
Pozitivist araştırma pratiklerinin, kadını ve onun gündelik yaşam deneyimlerini nasıl görünmez kıldığı ve/veya evcilleştirdiği gösterilmiştir.
kadınların öznelliklerinin açığa çıkartılmasında, nesnel erkekliğin ve kamusal kurumsallığının değil, nitel tekniklerle kadın odağında özgüllüklerin ve öznelliklerin sorgulanmasını savunmuşlardır.

FEMİNİST YÖNTEMBİLİM :
Feminist Yöntem Bilimin Güçlü Etkisi :
Liberal düşünce temelli geleneksel pozitivist yöntembilim rasyonalizm, nesnellik ve ampirizm üzerine inşa edilmiştir. Feminist yöntembilim, pozitivist araştırma yöntemlerinde süregelen egemen ön kabulleri eleştirerek, konuların seçiminde kadınların görünmezliğine, araştırmaya katılım konusunda ve bilgi birikiminin oluşturulmasında kadınların rolüne odaklanmıştır. Araştırma projelerinin oluşturulma ve uygulanmasında kullanılan erkek egemen varsayımları ve sadece erkek örneklemlere dayalı araştırma bulgularının aşırı genellenmesini eleştirmişlerdir. Kadınların, düşünce, inanç, değer ve deneyimlerinin zengin ve kapsayıcı bir şekilde elde edilmesi için nitel tekniklerin kullanılmasının gerekli olduğu, neredeyse tüm feministler tarafından kabul edilmiştir.
Pozitivist araştırma tekniklerini çok yönlü eleştirmelerine rağmen, feministler, gerektiğinde ‘kontrollü’ bir biçimde, klasik nicel teknikleri değiştirerek ve/veya yenilerini geliştirerek kullanabilmektedirler. Dikkat edilmesi gereken nokta, bu durumlarda bile, katı pozitivist ölçümlerin kadınların aleyhine kullanılma ihtimalinin bulunmasıdır.
Feminist Yöntembiliminin Gelişim Serüveni :
1970lerde feminist düşünürler, toplumsal cinsiyeti, sosyal değerlerden arınmış olgusal bir nesnellik olarak görmekten ziyade, onun sosyal olarak inşa edildiğini kabullenmişlerdir. Araştırmada bilenlerin, yalnız düşünürler olmadığını, araştırdıkları toplulukların bir parçası olduklarını vurgulamışlardır.
Feminist yöntembilim, kadınların ve araştırmanın bir parçası olan diğer marjinal grupların deneyimlerini anlamaya yönelik olarak gelişmiştir.
Kadınların yaşam deneyimleri incelenirken, ırk, sınıf, toplumsal cinsiyet ve cinsellik konularının kesişimsel olduğu düşüncesine yoğunlaşmışlardır.
1980’ler sonrası dönemde erkekler ve kadınlar arasındaki benzerliklerin ve farklılıkların neler olduğunu belirleme çabasının ötesine geçilerek, bunların varlığı ve oluşumu (inşası) eleştirilmeye başlanmıştır. Bu aktör-yapı ilişkisine yönelik feminist kuramın geliştirdiği düşünceler, toplumsal cinsiyet konusunun eleştirilerek sorgulanmasına yol açmıştır.
feminist yöntembilim pozitivizmin başat ikiliklerini (öznel/nesnel, rasyonel/duygusal, erkek/kadın, bilim/yaşam, erkeklik/kadınlık) sorgulayarak, erkek bileni geleneksel bilgi üretim sürecinin (nesnel, rasyonel, cinsi- yetçi, ırkçı ve sınıf temelli) merkezi konumundan uzaklaştırmıştır.
*Feminist yöntembilim, yöntemlerin çeşitliliğine indirgenmemelidir.*
Araştırmanın yansımalı/dönüşlü olma özelliği, araştırma sürecine katılanların değil, dışarıda kalanların da yaşam deneyimlerinin karşılıklı etkileşim içerisinde ve güç ilişkilerine bağlı olarak şekillendiği düşüncesine dayanır.
Feminist yöntembilim politik içeriklidir; sadece analiz ve anlama amacı ile sınırlı olmayan, kadınların yaşamlarının değiştirilmesine katkı yapan bir niteliğe sahiptir.
De Vault , kadınların gündelik yaşam öykülerinin, biçimlendirilmiş anlatılarının süregelen kurumsal egemenlik ilişkilerinin bilgisinde nasıl gizlediğini ve bunun feminist aktivizmde nasıl yansıdığını göstermiştir.
Feminist düşünürlerin temel kaygılarından biri de bilgi üretiminin toplumsal değişim amaç/hedeflerine yönelik olmasıdır.
Toplumsal eylem konusu, kullanılan yön- temlerin tipini ve seçilen konuları etkiler. Buna yönelik olarak feministler, katılımcı eylem araştırmasını seçerek , araştıran ile araştırılan arasındaki güç dengesizliklerinin azaltılmasını sağlamaya çalışmışlardır. Araştırma sürecini demokratik ve şeffaf kılabilmek için birçok aktivist araştırmacı, araştırmanın tasarım, uygulama, analiz ve raporlama aşamalarında, araştırmaya katılanların bilgi üretim sürecinde daha fazla söz sahibi olmalarını sağlamıştır.
Yansımalı araştırmanın genel olarak postmodernite yaklaşımında ve özel olarak da Üçüncü Dünya ve postkolonyal kuramların eleştirisinde daha çok kullanıldığını izlemek mümkündür. Bu çalışmalarda, geleneksel söylemde bilen statüsündeki araştırmacıların, araştırmaya egemen olan güç ilişkileri temelinde, araştırma öznelerinin temsil edilmelerini ve yazılı metinlerde yansıtılmalarını nasıl şekillendirdikleri ortaya konulmaya çalışılmıştır.
feminist yöntembilim sorunsalı,
(i) bilgi üretimindeki kurumsal ve entelektüel pratikleri,
(ii) bilginin doğasının ve içeriğinin ne olduğuna ilişkin varsayımları,
(iii) benlik ve bilginin kuramsallaştırılmasını,
(iv) bir kurum olarak bilimin ve gündelik yaşamın nasıl inşa edildiğini ve benzeri kuramsal ve felsefi konularla ilişkilidir.

FEMİNİST EPİSTEMOLOJİDEKİ GELİŞMELER :
Feminist epistemoloji tartışmaları, modernitenin bilim anlayışına yönelttiği kapsamlı eleştiriler, postmodernite açılımlarına neden olan düşüncelerle örtüşme ve paralellikler içerir
epistemolojik tartışmalar, bilim (bilgi/epistemoloji), yöntem (yöntembilim), politika (iktidar ve güç) ilişkilerinin ikilikli ele alınışına eleştirel yaklaşmıştır.
bilginin yerel ve durumsal/koşullu/olasılıklı/geçici bir toplumsal inşa olduğu düşüncesi feminist epistemolojinin temel sorgu alanlı olarak kabul edilmeye başlanmıştır.
kadınların sosyal gerçekliği, ‘feminist duruş yaklaşımı’ ile açıklanmaya çalışılmıştır. Belirli bir duruş, süregelen inanç, düşünce ve tutumlarda kendiliğinden yansımayacağından, feminist politik bir çabanın bu yak- laşıma içsel olduğu vurgulanmıştır. Bu nedenle, yalıtılmış kişilerin yaptıkları rasyo- nel tercihlerin soyut kavramlarla değil, kadınların gündelik yaşamlarındaki somut gerçekliklerle ele alınması gerektiği savunulmuştur.
Geleneksel Epistemolojinin Temel Unsurları :
En genel düzeyde, feminist yöntembilim, egemen bilgi üretme biçimlerinde, kadınların ve diğer marjinalleştirilmiş grupların, yaşam ve deneyimlerinin görünmez ve vazgeçilebilir kılınmasına karşı çıkmıştır.
feminist epistemoloji, kadınların yaşam deneyimleri- nin koşullarını, sosyal-yapısal sonuçları ile bilen ve bilinenler olarak, neden kamu- sal bilgi kapsamında yok sayıldıklarını (bilginin otoritesine sahip olsalar da) sorgular. Bu çaba, gücün sıradüzen yapısının sürdüğü ortamda, sosyal ve söylemsel yapıların anlaşılmasını gerekli kıldığından, epistemoloji, feminist kuram için elzemdir.
kadınların deneyimlerinin farklılığına odaklanan araştırma pratiklerine yönelmişlerdir.
akıl/usu erkek olmakla, beden/duyguyu kadın olmakla özdeşleştiren Batı felsefesi, duyguları irrasyonellikle özdeşleştirip önemsizleştirmiştir. Ancak, feminist epistemologlar, soyut toplumsallıkların (gerçekliklerin) somutlaştırılmasını tartışmışlardır. Farklı içeriklerde gerçekleştirilen bu ‘somut kılma’ sürecini, ilişkisiz sapmalar olarak marjinalleştirerek, yaşam deneyimlerini tekli açıklamalara indirgeyip asimile eden geleneksel epistemolojiler, feministler tarafından çok yönlü eleştirilmiştir.

Geleneksel Epistemolojinin Feminist Eleştirisi
Feministlerin bir kısmı, epistemoloji tartışmalarını, bilginin ve bilenin durumuna, bir kısmı da veri/kanıtın özelliklerine bağlı olarak tartışmalarını, feminist duruş kuramı ve feminist ampirizm yaklaşımı olarak ayrıştırmışlardır.
Duruş kuramcıları, kadınların deneyimlerinin tarihsel ve maddi durumlarını sorunsallaştırırken,
feminist ampiristler, merkeziyetçilikten arınmış veri/kanıta odaklanmışlardır.
Feminist epistemoloji, ‘kimin bilgisi’ sorgusunu öne çıkararak, bilginin bağ- lamsal ve konumsal olduğunu, aktörleri (eyleyicileri) araştırmanın tamamına içsel kılarak, bilgi üretiminin odağı haline gelmesini sağlamıştır. Bu çaba doğrultusunda feminist epistemologlar, soykütük ve yorumlayıcı teknikleri geliştirmişlerdir.
Feminist epistemoloji tartışmaları postyapısalcı düşüncelere önemli bir açılım sağladı.
Feminist epistemoloji sorgusu, erkeklerin kadınlık bilgisine sahip olmadıkları düşüncesini tartışma konusu haline getirmiştir.
Feministlerin epistemoloji alanındaki açılımlarının bir diğer anlatımı, toplumsal cinsiyet kavramlaştırmasının eleştirilerek ‘ikincil’ kılınmasıdır.
*söylemsel inşa yaklaşımı, kendi içerisinde, radikal görecelilik ve duruş kuramı olarak farklılaşır.
Duruş kuramcıları, bilginin bilenlerin çıkarlarına içsel olması nedeniyle, yaşam deneyimlerinin ve özgül öznelliklerin, bilenlere ayrıcalıklar sağlayacağı düşüncesi- ne sahiptirler. Bu yaklaşım, dünyayı insanların eylemlerine bağlı, sosyal olarak in- şa edilen yapısal bir gerçeklik olarak görür.
feminist epistemoloji tartışmalarına ciddi katkıları olmuş epistomologlar :
Harding’in feminist duruş kuramı,
Haraway’in konumsal bilgi yaklaşımı
Longino ve Nelson’un feminist ampirizmi

FEMİNİST DURUŞ KURAMI :
feminist bilginin ve feminist bilgi üretiminin toplumsal güce dayalı olduğu ve feminist bilginin de kadın deneyime dayandığı düşüncesini savunur.
yaklaşımın daha kapsamlı ve detaylı anlatımına göre:
(1) bilgi ve bilgi üretimi modernite anlayışının hangi özelliklerine sahip olursa olsun, bilginin kendisi ve üretim süreci toplumsal güç ilişkilerini içerir;
(2) bilgi ile güç ilişkili ise ve kadına ait bilgi de kadınlık deneyimlerine bağlı ise, feminist bilgi ile toplumsal güç arasındaki ilişki temel bir sorgu alanıdır;
(3) bilgi üretiminde kilit rol oynayan bilen özne, sadece kişisel, sabit ve belirgin olan ırk, sınıf, toplumsal cinsiyet ve benzeri kimliğine değil, toplumsal inşa sürecinin güç ilişkilerine bağımlıdır;
(4) bilgi kısmi, özgül, özel, durumsal ve benzeri özelliklere sahip olarak, kendisi de öznelliklere sahip ‘bilenler’ tarafından üretilir;
(5) kadınların deneyimleri çeşitlidir ve birbirlerinden farklıdır;
(6) kadınların öznelliklerinin sosyal inşasına temel olan güç ilişkileri genel, tümleşmiş, tekli ilişkiler değildir
(7) kadınlık bilgisi kısmidir ve durumsaldır; kadınlar ayrıcalıklı bir duruşa sahiptirler; bu durum genel olabilir ancak evrensel değildir.
Bu yaklaşım, bir yandan bilgi üretiminin toplumsal koşullarına, diğer taraftan ‘güçlü bir nesnelliğe’ dayanan yansımalı bir epistemolojiye dayandırılmıştır.
duruş kuramı, kadınların ezilmişliklerini, ikincilliklerini, alta sıralanmalarını, baskı altında kalmalarını, sömürülmelerini ve benzeri kadınlık durumlarını ‘doğal’ kabul eden ataerkil düzenin varsayımlarını reddeder. Bu karşı çıkışı benimseyen duruş kuramı, bilinç yükseltme ve sosyal-po- litik mücadele ile elde edilen ve toplumsal değişimi öngören bir içeriğe sahiptir.

Haraway ; sürekli değişen ittifakların oluşturduğu bir koalisyonun, bilgi üretiminin oluşumunu etkileyen bir zemin sağladığını savunmuştur.

FEMİNİST AMPİRİZM
epistemolojik açılımları, Longino ve Nelson ampirist bir temelde yeniden yorumlamışlardır.
Longino’nun sosyal ampirizminde, bilenin kişiler değil, bilenler topluluğu olduğu vurgulanarak, değer yüklü farklılıkların bilgi üretimini nasıl etkilediği gösterilmeye çalışılmıştır.
Harding de siyasetle donanmış sorgunun, güçlü nesnellik anlayışı ile daha geçerli ve uygun bir ampirizm olacağını vurgulamıştır.
Anderson’a göre, tüm araştırma tasarımları yanlıdır; çünkü bir araştırma, sorgulanan ilişkilerin bütün boyutlarını içeremez.
Clough da, öznellikler konusundaki şüphecilik ve yanılmanın olası olduğu konusunda benzer düşünceler ileri sürmüştür.
Feminist ampiristlerin düşüncelerinin geleneksel ampirizmin varsayımlarını kabullenen değil ama çağrıştıran benzerlikler içermektedir.

FEMİNİST DURUŞ KURAMLARININ ELEŞTİRİSİ
öznellikler/deĞerler ile bilgi ve bilimsel pratik arasındaki ilişkilerin sorgulanmasında, bilginin konumlanma ve kısmilik vurgusu muğlaklığını korumaktadır. Buna ek olarak, öznelliklerin, bir ‘anlam dokusu’ olarak ele alınabileceği düşüncesinin de net bir yaklaşım olmadığı söylenebilir.
Kavramsal düzeyde, duruş kuramcılarının gerçekçilik ile inşacılık arasındaki geriliminin, göreceli bir yaklaşımla çözümlenme çabaları, feminist epistemoloji açılımlarına önemli katkılar sağlamıştır. Ancak, çeşitli öznelliklerin hangisinin, nasıl etkili olduğu konusu hala ciddi bir yöntembilimsel ve epistemolojik sorun olarak önemini korumaktadır. Özellikle, düşünürlerin ‘bulmak istediklerini’ sorgulamaları ve eleştirilere kendi değerlerini kullanarak karşılık vermeleri, araştırmanın yönlendirilmesine neden olabilir.
Harding , duruş kuramının sosyal kurama ve politik mücadeleye yaptığı vurgu nedeniyle, epistemoloji tartışmalarını canlandırdığını ve yansıma yaklaşımını geliştirdiğini savunmuştur.
Duruş kuramı modernite içinden yapılan feminist eleştirinin ‘son durağıdır’.
POSTMODERNİTE SÖYLEMİNİN KARŞI ÇIKIŞLARI
(1) Bilgi rasyonellik ve gerçek arasındaki ilişkiye bağlı olarak kurulabilir, ancak bu düşünce sistemlerinden sadece bir tanesi olduğundan ve başka sistemler de olası olduğundan bilgi görecelidir.
(2) ikiliklerin yapı-söküme uğratılması ile gerçekliğin nasıl toplumsal olarak oluştuğu ortaya konularak, ikilikler arasındaki güç ilişkileri çözümlenebilir.
(3) Bilen öznenin bağımsız olarak ve merkezi bir konumda gerçekliğe ulaşabileceği düşüncesi geçerli değildir. Bilenin bilgisine karşı çıkmaktansa, bilgi sahibi olanın kim olduğu, kim için konuştuğu; ne konuştuğu ve kimlerin ve nelerin dışarıda kaldığı sorunsallaştırılmalıdır.
(4) Toplumsal cinsiyet, ırk, sınıf benzeri kimliklerin katı, belirgin, tarih- dışı özcülüğüne karşı çıkılmalı ve onların hem parçalı hem de çoklu olduğu savunulmalıdır.
(5) Postmodernite, evrenselliğe ve merkeziyetçiliğe karşı çıkar.
(6) Beden ve cinsellik doğal ve maddi bir içeriğe sahip olabilir, ancak toplumsal cinsiyet çoklu ve çeşitli bir farklılığa sahiptir.
(7) Toplumsal iktidara sadece erkeklerin sahip olduğu (kadınların er-kekler tarafından ezildiği) anlayışı ve iktidar ilişkilerinin kadınların kurtuluş ve güçlenme projelerine indirgenmesi önemli bir sınırlılıktır.
POSTMODERNİTE SÖYLEMİNE FEMİNİSTLERİN KARŞI ÇIKIŞLARI
1) Post modern düşüncenin, kadın öznelliğine yoğunlaşarak, bilen özneyi ya- pı-söküme uğratıp, göreceliğe yönelmeleri, feminist hareketi önleme çabaları ile örtüşmektedir. Bilen özneye dayalı ve insancıl epistemolojilerin modasının geçmiş olduğu iddiaları, bilginin gücünün sınırlandırılmasına ve toplumsal cinsiyetin varlığı ile gücün maddi temellerinin inkâr edilmesine neden olmuştur.
(2) Postmodern kuramcıların, feminizmi politikanın dışına çıkardıkları söylenebilir. Postmodernite düşüncesinin apolitik olmadığı, çoğulculuk ve göreceliğin feminist siyaseti bölerek, mevcut güç ilişkilerini yıkmak bir yana, ona önemli bir zemin hazırladığı söylenebilir.
Postmodernite yaklaşımı, ezilmişlik duygusunu dildeki yansımalara indirgeyerek sınırlar. Ezilmişlik sadece anlamda değil aynı zamanda gerçek bedensel deneyimlerde yaşanan bir gerçekliktir. Postmodern düşüncenin somutlamayı dil aracılığı ile incelemesi, toplumsal yaşantının birçok özelliğini dışarıda bırakması, bu yaklaşımın önemli bir sınırlılığı olarak düşünülmelidir.
FEMİNİZMİN FELSEFEYE AÇILIMI
feminizm, felsefeye dışsal denmese de felsefenin dışında ve onun ‘ötekisi’ olma konumunu uzunca bir müddet korumuştur. Bunun temel nedenlerinden biri, Batı felsefesinin nesnellik ve tarafsızlık anlayışına dayalı olması ve fe- minizmin toplumsal bir hareket olarak siyasi içerikli olmasıdır.
Feminist felsefe 1970’lerde eşitlik, özgürlük ve toplumsal cinsiyet odaklı feminist düşünceler ile ortaya çıkmıştır.
Hem modernite anlayışının hem de felsefenin temel unsurlarından biri olan akılcılığın nasıl erkeklik ile ilişkili olduğu konusu, feminist felsefenin en başat sorgu alanlarından biri olarak ortaya çıkmıştır.
feminist felsefe, sadece etik ve politik felsefe alanında değil, epistemoloji, metafizik ve bilim felsefesi konuları da sorgulamalara yönelmiştir. Felsefenin temel unsurlarından biri olan akıl yürütmenin dışında olduğu düşünülen, bireylerin yaşam deneyimlerinin öznelliklerinin (değerlerinin), cinsiyetçi çarpıtma ve saptırmalarla düşünceyi nasıl şekillendirdiği feminist çalışmalarda gösterilmiştir.

SONUÇ :
Feminizmin, feminist kuramın ve feminist biliminin gelişim çizgisinde, kadın ve toplumsal cinsiyet temelinde gerçekleştirilen kavramsallaştırmaların, özellikle fe- minist yöntembilim ve feminist epistemoloji açılımları ile eleştirilmesi, feminizm açısından bir dönüm noktası olarak kabul edilebilir.
Feminist yöntembiliminde izlenen yöntemsel boşluk ve çelişkiler, geliştirilen feminist epistemoloji tartışmaları ile büyük ölçüde giderilmiştir. Feminist epistemoloji alanındaki gelişmeler, feminist yöntembilim ile feminist epistemoloji arasındaki tutarlılığı sağlamış ve feminist kuramın çağdaş genel bir sosyal kuram haline gelmesini yol açmıştır.



TOPLUMSAL CİNSİYET SOSYOLOJİSİ - ÜNİTE 03 - GENİŞ ÖZET
KADIN VE SİYASET
Kadınların kendi koşullarında değişiklik yaratabilecek siyasi eylemlere katılamamaları, kendi koşullarında yapabilecekleri iyileştirmelerin önündeki en önemli engellerden biridir.
KAMUSAL ALAN, ÖZEL ALAN AYRIMI
Kamusal alan yasaların yapıldığı, politik ilkelerin tartışılarak kararlaştırıldığı, vatan- daşların bu sürece katılarak siyasete dahil olduğu bir alan olarak tanımlanmaktadır. Öte yandan özel alan, yani aile ve hane içi alanı hayatın günlük ihtiyaçlarının karşılandığı bir alandır. Ailenin başı erkek, kamusal alanda siyasete katılırken kadınlar özel alanda, hane içinde, günlük yaşamsal ihtiyaçların giderilmesi (çocuk bakımı, yemek, temizlik vs) ile uğraşırlar. Özel alandaki kadınlar, kamusal alana katılamazlar. Kadınlar, doğuştan sahip oldukları iddia edilen bazı özellikleri sebebiyle siyasete uygun değillerdir. : Bu bakış açısının değiştirilmesi ve kadınların siyasette etkin olarak yer alması fikri tarihsel süreçler, olaylar ve düşünce akımlarının yanı sıra kadın hareketiyle birlikte düşünülmelidir.

TARİHSEL SÜREÇLER VE KADIN HAREKETİNİN ETKİSİ :
Birinci Dalga Feminizm
Kadınların erkeklerle eşit olduğu fikri ilk defa Fransız devrimi sırasında telaffuz edilmiştir. Akıl, ilerleme, bireyselleşme ve eğitimin önemi gibi değerler kadın haklarının bu dönemde kendini temellendireceği felsefi altyapıyı oluşturdu. Kadın haklarına dair ilk teorik çalışmalar da bu dönemde geldi.
Olympe de Gouges ‘in “Kadın ve Kadın Vatandaş Hakları Bildirgesi (Declaration of the Rights of Women)” adlı kitabı ve Mary Wollstonecraft’ın “Kadın Haklarının bir Savunusu (A Vindication of the Rights of the Women)” adlı kitabı ilk feminist teori eserlerinden sayılabilir.
Wollstonecraft’ın temel vurgusu, Fransız devriminin temel ilkelerinin (eşitlik, özgürlük, dayanışma) kadınları da içeren bir tanımını yapmasıydı.Böyle bir tanımın yapılmasında vatandaşlık kavramı kilit bir rol oynamıştır.
Vatandaşlık kavramı, kadınlara, kanunlar önünde erkeklerle eşit olma hakkını tanımaktadır.
Fırsat eşitliği anlayışıyla kadınların 18. ve 19. yüzyıllardaki toplumsal konumu birlikte düşünüldüğünde, bu dönem feminizminin temel mücadele alanı ve gündemi, yasal ve kurumsal düzenlemeler olarak ortaya çıktı. 18. ve 19. yy’da kadınlar günümüzde sahip oldukları birçok haktan yoksundularlar.
Bu dönem feminist hareketin en büyük başarısı, kadınların seçme ve seçilme haklarının dünya çapında tüm ülkelerde bir dalga halinde tanınmasıyla gerçekleşti. Oy hakkını kadınlara ilk tanıyan ülkeler, bazı istisnalarla birlikte, sivil hakların daha gelişmiş olduğu ülkeler oldu. Bu tür ülkelerde, kadınlar, 1920’lerin sonlarına kadar oy verme ve seçilme hakkını elde etmişlerdi. Mesela Yeni Zelanda’da 1893’de, Avustralya’da 1902’de, Norveç’te 1913’te kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır.
Türkiye’de ise kadınlar,
(1930) belediye seçimlerinde oy kullanmaya başlamış.
(1934) seçme ve seçilme hakkını kazanmışlardır.
Seçme ve seçilme hakkı gibi mülkiyet, aile hukuku gibi birçok alandaki yasal düzenlemeler de bu dönemin ürünleridir. Yasal düzenlemeler, kadınların kamusal alanda karşı karşıya kaldığı eşitsizliklerin giderilmesinde rol oynadı.
bu dönemki feminist harekete getirilen eleştirilere göre, birinci dalga feminizm kadınları kamusal alana çıkartırken özel alanda- ki eşitsizlikleri mücadele dışı bıraktı. Aileye, çocuk bakımına, cinsler arası ilişkile- re ait birçok konu ve bu alandaki eşitsizlikler göz ardı edildi. Yasal alandaki kadın erkek eşitliğini gözeten birçok düzenlemeler toplumsal hayatta gerçek kadın erkek eşitliğini topyekün yaratamadı.
İKİNCİ DALGA FEMİNİZM
İkinci dalga feminizm 1960’larda ortaya çıktı. 1960’lar, dünyanın birçok bölgesinde, savaş karşıtı, nükleer enerji karşıtı, ırkçılık karşıtı birçok toplumsal hareketin hız kazandığı bir dönem olmuştu.
Yasal alandaki eşitliğin, kadınların toplumsal alandaki sorunlarına ve erkek egemen yerleşik toplumsal pratiklere çözüm sunamadığını fark eden 2. dalga feminizm, hem mücadele alanını, hem mücadele konularını, hem de mücadele şeklini köklü bir şekilde değiştirdi. İkinci dalga feminizm, gündemini, özel alan ve özel alandaki eşitsizlikler bağlamında biçimlendirdi. Bu akıma göre, özel alan siyasetten ve güç ilişkilerinden bağımsız bir alan değildi yani özel (kişisel) de siyasiydi. Bu akıma göre, hane içi roller içerdikleri güç ilişkileriyle birlikte, cinsler arası eşitsizliği besliyordu. Kadınlık rolleri, sosyalizasyon süreçleriyle birlikte nesilden nesile aktarılıyordu.
1969’da New York’ta toplanan kadın kongresiyle 1970’de Oxford’da düzenlenen kadın kongrelerinin taleplerine bakıldığında, eskiden siyaset ve feminist mücadele dışı görünen kürtaj hakkı, doğum kontrolü araçlarına bedava erişim ve çocuk bakımı gibi konuların temel konular haline geldiğini görebiliriz.
Bu dönem feminist hareketi en çok etkileyen iki eser, Fransız filozof Simone de Beauvoir’in ve Amerikalı Betty Friedan’ın sırasıyla “İkinci Cins (Le Deuxieme Sexe)” ve “Kadınlığın Gizemi (The Fe- minine Mystique)”dir. Bu iki kitap da kadın olmanın erkek egemen bir toplumda ne anlama geldiğini ve kadınlık hallerini sorgulamaktadırlar.
Greenham Kadın Barış Kampı, İngiltere’de nükleer silahları protesto etmek için kadınlar tarafından kuruldu.
1981’de İngiltere’de Greenham Common üssünde nükleer başlıklı füzelerin konuşlandırılması kararı üzerine 36 kadın, üssün çevresinde bir barış kampı oluşturdular. Üssün çevresindeki telleri kesmek, kendilerini tel örgülere zincirlemek, tanklara engel olmak için yolları kazmak gibi eylemler geliştirdiler. Barışçı söylemleriyle kısa sürede geniş bir kamuoyu oluşturdular. 1982’de bu kamptaki kadınların sayısı 30 bini buldu. Füzelerin yerleştirilmesine engel olamamışlarsa da 10 yıl üssün çevresinde yaşayan kadınlar 1991’de füzelerin Amerika’ya gönderilmesiyle amaçlarına ulaştılar. 2000 yılında da eylem alanını tamamen terk ettiler.
Nükleer bir üssün çevresinde 24 saat yaşayan kadınların varlığı, şiddet karşıtlığı, tarafsızlığı ve çevreci vurgusu barış hareketlerine yeni bir gündem, metod ve tavır perspektifi getirdi.
KADINLARIN SİYASETE KATILIM EĞİLİMLERİ :
Siyasi katılım, literatürde farklı şekillerde tanımlanmaktadır.
Salibury’e (1975) göre siyasi katılım, öncelikle sistemi vatandaşlara, sisteme katılma ve böylece onu onaylama fırsatı vererek meşrulaştırır. Öte yandan vatandaşlara, siyasi güç elde etme ya da bu güce ortak olma imkânı verir. Son olarak da siyasi katılım, siyasi uzlaşmazlıkların çözümünde başlıca yöntemdir. Vatandaşlar siyasete katılarak hem süreci daha iyi öğrenirler, hem de ortak iyinin tanımlanmasında söz sahibi olurlar.
Başlıca katılım türleri :
oy vermek,
siyasi partilere üye olmak,
milletvekili adayı olmak,
dilekçe vermek,
protesto eylemlerine katılmak
sivil toplum örgütlerine üye olmaktır.
Kadınlar ve siyaset arasındaki ilişkiyi inceleyen 1960’larda yapılan araştırmalara göre kadınlar siyasete daha az katılmakta, siyasetle daha az ilgilenmekte ve siyaset hakkında daha az bilgi sahibi olmaktadırlar. Ancak günümüzde yapılan yeni araştırmalara göreyse kadınlarla erkekler arasında siyasete katılım açısından belirtilen farklar gittikçe azalmaktadır.
SİYASİ KATILIM SÜRLERİ VE KADIN KATILIMI
Vatandaşların en çok kullandığı katılım yöntemi oy vermektir
1960 ve 1970lerdeki birçok çalışmaya göre:
-seçimlerde kadınların erkeklerden daha az sıklıkta oy kullandığını
-kadınların seçimlere daha az katıldıkları
-kadınların kocaları ya da babalarının seçimleri doğrultusunda oy kullandıkları
-kadınların siyasi eğilimleri erkekler tarafından belirlendiği
-kadın oylarının daha muhafazakâr eğilimler taşıdığı
-kadınların oylarını var olan siyasi durumun korunması yönünde kullandıkları
gözlemlenmiştir.
Günümüzde, özellikle gelişmiş ülkelerde yapılan araştırmalar:
kadın ve erkek arasında oy verme davranışı açısından farkların ortadan kalkmakta olduğunu belirtmişlerdir.
Kadınlar da erkekler kadar sıklıkla oy verme haklarını kullanmaktadırlar.
kadınların muhafazakâr partilere oy verdiği yargısı da günümüzdeki çalışmalarda eleştirilmektedir.
Hangi partilere oy verildiği konusunda bir cinsiyet farklılaşmasından çok, bir kuşak (nesil) farklılaşmasından söz etmek daha doğru olur.
Yaşlı kadınlar; yaşlı erkeklerden, orta yaşlı kadın ve erkeklerden daha muhafazakâr eğilimler taşımaktadırlar. Ancak, özellikle 1980’lerden sonra yeni sol partilerin en önemli oy tabanını genç kadınlar oluşturmaktadır. Erkeklere nazaran daha çok genç kadın bu partilere oy vermektedir. Dolayısıyla günümüzde oy verme konusunda kadınlar ve erkekler arasında belirgin bir farktan bahsedemeyiz.
yapılan birçok çalışmada, kadınların geleneksel olmayan katılım türlerinde daha fazla yer aldıkları belirlenmiştir. Kadınlar özellikle son yıllarda savaş karşıtı şiddet karşıtı hareketlerde, nükleer karşıtı çevreci hareketlerde ve refah programları yanlısı oluşumlarda aktif olarak yer almaktadırlar. Öte yandan kadınların, daha çok yardım kuruluşları, kadın dernekleri, mahalle dernekleri gibi organizasyonlarda etkin oldukları gözlenmektedir. Bu oluşumlar, kamusal alanda kadına deneyim kazandırsa da siyaseti doğrudan etkilemeyi hedefleyen kuruluşlar değillerdir.
kadın katılımında esas problem, kadınların siyasi partiler, parlamento gibi formel kanallar yoluyla siyasete katılımında ortaya çıkmaktadır. Siyasi partilere erkekler kadar fazla üye olmamakta, parlamentoda erkekler kadar yer alamamaktadırlar.
Ad hoc (geleneksel olmayan- geçici) katılım türleri kurumsallaşmamış, geçici süreli, seçimler gibi formel siyasi süreçler içinde yer almayan siyasi katılım türleridir. Örnek olarak protesto hareketleri gösterilebilir.
KADININ PARLAMENTODAKİ TEMSİLİ
Kadınlar tüm ülkelerde nüfusun yaklaşık olarak yarısını oluşturmaktadırlar.
Dünya üzerindeki ortalama kadın temsili ya da parlamentolarda ortalama kadın sayısı %16 civarındadır.
190’dan fazla ülkede hükümetlerin başında bulunan kadın sayısı yedidir.
Türkiye’de 1934 yılından günümüze kadar parlamentoya giren 9134 milletvekili arasından sadece 236’sı kadındır.
Cumhuriyet tarihi boyunca meclisin sadece %2.6’sı kadın olmuştur.
1935 yılından günümüze kadar sadece 14 kadın milletvekili, farklı hükümetlerde bakanlık görevi yapmıştır.
Türkiye’de 2007 seçimleri sonucunda mecliste kadın temsil oranı %9,1 olarak gerçekleşmiştir.
Bu temsil oranıyla Türkiye, Dünyada 112 ülke arasında 107. sıradadır.
Formel temsil anlayışına göre ; fikirler ve çıkarlar temsil edilebilir ancak toplumsal cinsiyet ve diğer kimlikler temsil edilemezler.
Tanımlayıcı temsil anlayışına göre ; toplumdaki her grubun, kendilerine özgü kimlikleri ve bu kimliklerinden doğan sorunları vardır. Dolayısıyla bu gruplar, bu grup üyeleri tarafından temsil edilmelidirler. Örneğin; bu temsil anlayışına göre kadınlar ayrı bir siyasi grubu oluşturmaktadırlar. Erkeklerden farklı çıkarları, ayrı siyasi pozisyonları, farklı siyasi tutumları vardır. Kadınların, kadınlar tarafından parlamentoda temsili önemlidir. Çünkü bu tutum, davranış ve pozisyonların oluşumu, ancak kadın olma deneyimiyle mümkündür.
Nitelikli temsil anlayışında ; kadınların sadece parlamentoda bulunması değil, aynı zamanda kadınların çıkarları yönünde davranması da gereklidir. Nitelikli temsil taraftarları, kadınların parlamentoda var olmasının önemli bir başlangıç olduğunu, ancak bunun yanı sıra parlamentodaki kadınları destekleyici ve kadın sorunları yönünde etkin olmaya teşvik edici önlemler alınması gerektiğini savunurlar.
Tanımlayıcı temsille nitelikli temsil arasındaki köprüyü ‘kritik çoğunluk’ (critical mass) kavramı oluşturmaktadır.
Kritik çoğunluk: Bu kavram nükleer fizikten alınmış bir kavramdır. Fizikte kritik çoğunluk, kimyasal bir reaksiyonu başlatmak için gereken miktar anlamına gelmektedir. Siyaset bilimindeyse siyasi kültür ve siyasi gündemde değişiklik yaratılabilmesi için parlamentoda gereken kadın çoğunluğuna kritik çoğunluk adı verilmektedir. Yapılan çalışmalarda, kadınların gündemde kadından yana bir değişiklik yaratabilmeleri için en az %30 civarında bir temsil oranına sahip
olmaları gerektiği ortaya konulmuştur.
Kadının Siyasete Katılımındaki Engeller
Kültürel İdeolojik Sebepler
Toplumların kadınlara karşı tutum ve davranışları, kadınların sosyalleştikleri orta- mın onlar hakkındaki yargıları, kadınların siyasete daha aktif olarak katılımını et- kilemektedir. Çoğu toplumda kültürel değerler ve gelenekler, kadınları değil, er- kekleri politik aktör olarak onaylar.
Siyasi sosyalleşme (Political Socialization) siyasi katılımla ilgili yeteneklerin ve eğilimlerin içselleştiği bir süreç olarak adlandırılır. Politik davranış bu süreçler vasıtasıyla birey tarafından benimsenir .
*kadınların siyasete daha az katılmaları zaman, maddi kaynak, eğitim gibi, siyasetin gerektirdiği olanaklara erkeklere oranla daha az sahip olmalarıyla da ilgilidir.*
Sosyoekonomik Faktörler: Kadınların Güncel Durumları ve Sınırlılıkları
siyaset için gerekli belli başlı kaynaklar :
para,
zaman,
iletişim becerileri,
eğitim ve
çalışma hayatı deneyimi
olarak karşımıza çıkmaktadır.
1) Hane içi sorumluluklar ve özellikle çocuk bakımı, uzun bir dönem, anneyi çocuğa bağımlı kılmaktadır. Ayrıca birçok ülkede erkeklerle karşılaştırıldığında kadınlar eğitim olanaklarına daha az sahiptirler.
2) Siyaset için gerekli diğer bir faktöre, yani zamana, kadınlar erkeklere kıyasla daha az sahip olabilmektedirler. Kadınlar zamanlarını büyük oranda hane içi so- rumluluklara ayırmaktadırlar. Çalışan kadının bu anlamda omuzlarındaki yük daha fazladır.
3) Liderlik becerileri, toplum önünde konuşma yapmak gibi becerilere kadınlar daha geç sahip olabilmektedirler. Ev içi sorumluluklar sebebiyle kadınların siyasete gi- rişi oldukça geç yaşlarda, ancak çocuklarını yetiştirdikten sonra gerçekleşmektedir. Dolayısıyla, siyaset için gerekli olan kaynaklardan birisi olan deneyime de sahip olamamaktadırlar.
sonuç : Gelişmiş ülkelerde artan kadın eğitimi, profesyonel çalışma hayatı deneyimi, günlük ev sorumluluklarına yardım etmeyi amaçlayan sosyal devlet uygulamaları, kadınların siyasete katılımını artırmaktadır.
Siyasi Kurumlardan Kaynaklanan Nedenler
1) Bu faktörlerden ilki egemen siyasi kültürdür. Siyasi hayat kaybeden kazanan, yarışma, rekabet gibi erkek kuralları ve değerleriyle tanımlanmaktadır. Toplumsal cinsiyet rolleri yapılar içinde devam etmektedir.
2) Parlamentonun yapısı, parti yarışının özellikleri, seçim sistemi ve politik rejimin yapısı da kadınların siyasete girişlerinde önemli rol oynamaktadır. Üniter devletlerde parlamentoya girebilmek için genellikle tek bir kanal (ulusal meclis) mevcuttur. Federal devletlerdeyse yerel parlamentolar ve yerel siyaset, siyasete gi- riş ve yükselmede önemli yollar haline gelmektedir. Böyle ülkelerde özellikle yerel siyasetle daha ilgili olan kadınlar için, siyaset kariyeri olanakları artmaktadır.

Kadınların parlamenter temsilde yer almalarını etkileyen en önemli faktör se- çim sistemleridir. Kadın temsili açısından en avantajlı seçim sistemi çok üyeli se- çim bölgeleriyle liste usulü orantılı temsil sistemidir. Orantılı temsil sisteminde par- tiler bir seçim bölgesinden daha fazla aday seçtirebilirler (çok üyeli seçim bölgele- ri) ve böylece parlamentoda fazla sandalye sayısına sahip olabilirler. Orantılı (Nispi) seçim sistemlerinde partilerin birden fazla adayının seçilmesi mümkün olduğundan, partiler kadın aday göstermede daha rahat davranabilmektedirler.
Nispi (orantılı) sistemler Bu sistem, partilere parlamentoda güçleri oranında temsil olanağı tanımaktadır. Çoğunluk sistemlerinden farklı olarak, seçim bölgelerinde birçok partiden birden fazla aday seçilebilmektedir. Liste usulü uygulamasında listedeki sıralama çok önemlidir, çünkü adaylar, partilerinin aldıkları oy oranına göre, o listelerdeki yerlerine göre seçilirler. Seçmenler listede değişiklik yapmak, adayların sıralarını değiştirme olanağına sahipse o zaman, orada “tercihli liste” yöntemi uygulanmaktadır. Seçim çevrelerinin genişliğinin artması ile birlikte siyasi partilerin parlamentoda temsil imkânı da artmaktadır.
3) Demokratik sistemler iyi tanımlanmış, açık kurallarıyla kadınların, oyunun kurallarını daha iyi öğrenip, ona uygun stratejiler geliştirmelerini sağlayabilir. De- mokratik olmayan sistemlerse, gücün nasıl ele geçirileceğine dair lider iradesine göre sürekli değişen kurallarıyla aynı şeffaşığı kadınlara sunamazlar.
Kadının siyasete katılımı demokratik ülkelerde demokratik olmayan ül- kelere göre, sosyoekonomik gelişmeye bağlı olarak daha yüksektir. Ancak, kadı- nın parlamenter temsili açısından bu fark gözlemlenmemektedir. Mesela Çin ve Küba gibi demokratik olmayan ülkelerde, kadının parlamenter katılımı, birçok demokratik ülkeden fazladır. Bu ülkelerde kadının parlamentoda temsili pozitif eylem stratejileriyle desteklenmektedir. Ancak bu tür meclisler semboliktir ve bu- radaki kadın temsili de sembolik bir varlık göstermektedir.
Kadının parlamenter temsili, bu normların en önemlilerinden biri haline gelmiştir. Dolayısıyla yeni demokratikleşen bu ülkeler, toplumsal cinsiyet kota- ları yoluyla parlamentodaki kadın sayısını arttırmaya çalışmaktadırlar.
4) Siyasete katılım süreçlerinde en etkin kurumlardan birisi siyasi partilerdir. Siyasi partiler, seçme ve aday gösterme süreçleriyle siyasete kimlerin katılacağına dair karar vermektedirler.
parti ideolojisi, kadın katılımını kolaylaştırmada, eskisi kadar önemli görülmemektedir. Öte yandan siyasi partilerin organizasyon yapısı aday gösterme prosedürleri, kadın katılımı üzerinde önemli rol oynamaktadır.
Kadının Siyasi Katılımını Artırmaya Yönelik Stratejiler
1. Söylemsel stratejiler: Bu stratejiler söylemde kadın katılımını destekleyici bir tavır almayı gerektirmektedir. Böyle bir söylem, hem kadın katılımını destekle-yici savları söylemde somutlaştırmayı, hem de bununla ilgili uluslararası antlaşma- ları onaylamayı gerektirmektedir.
2. Olumlu eylem stratejileri (Positive Action): Bu stratejiler kadın katılımı- nın önündeki önyargıları yok etmek kadar kadınları katılıma teşvik etmek için de planlanan eylemlerdir. Kadın adaylara maddi destek, kadınlara yönelik eğitim dü- zenlemek, destek birimleri kurmak böyle eylemlerden sayılabilir.
3. Pozitif ayrımcılık stratejileri: Bu stratejiler, diğerleri arasında, kadının par- lamentoda yer alması açısından en radikal sonuçları doğuran stratejiler bütünüdür. Toplumsal cinsiyet kotaları, liberal temsil ve eşitlik ilkesini ciddi şekilde eleştiriye tabii tutmakta, bunları yeniden düzenleme iddiası taşımaktadır.
fırsatların eşitliği yerine, sonuçların eşitliğini gözeten stratejiler uygulamak, kadın temsili açısından daha verimli sonuçlar verecektir. Bu yaklaşıma göre, siyasi kurumlarda cinsiyet dengesinin kendisi hedeşenmeli ve bu yönde kadın lehine düzenlemeler yapılmalıdır.
Toplumsal cinsiyet kotaları, yaygın adıyla kadın kotaları, bir kuruluşun üyeleri- nin belli bir sayısının (yüzdesinin) kadınlar tarafından oluşturulması zorunluluğu- nu ortaya koyan bir kavramdır. Bu kuruluşlar; parlamentolar, hükümetler ve komi- teler olabilmektedir. Kotalar, kadın siyasetçi adaylarına değil, aday yapma sorum- luluğu taşıyan siyasi partilere, kadın temsilinde eşitliği gözetme yükümlülüğü getirir. Günümüzde bir “kota ateşi” tüm dünyayı sarmaktadır. Cinsiyet kotalarının uy- gulanmasını, gündemlerinin ilk maddesine yerleştiren kadın hareketi, kadın kota- sı uygulamanın temsildeki adaletsizlikleri gidereceğine inanan siyasi elitler ve uluslararası kuruluşların bu konuda gittikçe artan hassasiyeti devletleri, kotaların uygulanmasına sevketmektedir.
Literatürde kotaların uygulanmasına dair yapılan tartışmalar aleyhte ve lehte savlar içermektedir.
Kota uygulamalarının olumsuz yönleri, şu savlarla ileri sürülmektedir:
• Siyasi temsil, sosyal kimlikler, kategoriler açısından değil, fikirler açısından olmalıdır. Cinsiyet kotaları diğer grupların da temsil edilme iddiasını destek- leyecektir.
• Sadece cinsiyetlerinden dolayı seçilen adaylar, siyasette liyakat ilkesine ay- kırı bir örnek oluşturmaktadır.
• Cinsiyet kotalarının uygulanması parti içi çatışmalara yol açabilir.
• Kotalar “herkes için eşitlik” ilkesine aykırı bir durum teşkil etmektedir. Öte yandan cinsiyet kotalarını savunan görüşler şöyle sıralanabilinir:
• Kadın kotaları ayrımcılık teşkil etmez, adaletsiz temsilin sonuçlarını düzelt- meye çalışır.
• Kotalar liyakat ilkesine aykırı bir durum oluşturmaz; çünkü kadınlar da siya- sette erkekler kadar yetenekli ve birikimlidirler. Fakat kadın yetenekleri böyle bir siyasal sistemde değersizleştirilmektedir.
• Kadınlar vatandaş olarak eşit temsil hakkına sahiptirler.
• Erkekler kadınların çıkarlarını temsil edemezler.
• Seçmenler böylece kadın adayların da dahil olduğu daha geniş bir seçim olanağıyla karşılaşırlar. Kotalar seçmenlerin, kadın adayları da değerlendir-mesini olanaklı kılar.
Kotalar değişik ülkelerde değişik biçimlerde uygulanmaktadır. Kotalar uygulandıkları yerlere göre farklı kategorilerde değerlendirilir:
• Anayasal kotalar: Bu kota türü, uygulamada en az görülen kota türüdür.
Sadece onüç ülkede uygulanmaktadır. Kadınlar için parlamentoda belli sa- yıda sandalyenin ayrılması gerekliliği anayasalarında ifade edilmektedir. Parlamentoda nihai bir kadın sayısı öngörülür. Bu ya bir seçim döneminde bazı bölgelerin kadın bölgesi olarak belirlenmesiyle ya da partinin aldığı oy oranıyla paralel bir şekilde, belli sayıda kadının, o sandalyelere atanması yü- kümlülüğünün partilere verilmesiyle gerçekleştirilir. Örnek olarak Ugan- da’da mecliste en az 56 koltuk kadınlar için ayrılmışken Ruanda da koltuk- ların en az %30’u kadınlar için ayrılmıştır.
• Siyasi parti kotaları: Partilere belli sayıda kadını aday gösterme yükümlü- lüğünü veren, partilerin tüzüklerinde düzenlenen kotalardır. Anayasal ya da yasal bir yükümlülük olmadığında partiler, kendi inisiyatişeriyle tüzüklerin- de kotaları düzenleyebilirler. Genelde aday gösterilme süreçlerinde kadın aday sayılarında bir düzenleme içerirler.
• Seçim yasaları kotaları: Parti kotalarının aksine anayasal kotalar gibi partilerin tümünün uygulamakla yükümlü oldukları kota düzenlemelerini içe- rir. Parlamentodaki kadınların nihai sayısından ziyade seçim süreçlerinde, aday gösterilme aşamalarında belli bir kadın aday sayısını hedefleyen kotalardır.
Liste usulü orantılı (nispi) temsil uygulanan sistemlerde partilerin, kadın adayları listenin neresine koyacakları önem kazanmaktadır.
Orantılı temsil sistemlerinde genellikle parti listelerindeki tüm adaylar seçilemez. 100 kişilik bir listeyle seçime giren bir partinin %20’lik oyu o listedeki ilk 20 kişinin milletvekili olarak seçileceği anlamına gelmektedir.
Seçilmesi zor olan yerlerde aday gösterilen kadınlar, kota gerekliliği yerine gelmiş olsa da parlamento temsilini kazanamamaktadırlar. Bu yüzden fermuar gibi yöntemlerle kadın adayların seçilme şansları arttırılmaya çalışılmaktadır.
Fermuar sisteminde adaylar bir erkek bir kadın şeklinde listede sıralanmaktadır. Ya da belli sayıda kadının ilk sıralarda olacağı şeklinde kotalar düzenlenir.
Çoğunlukçu seçim sistemlerinde kota uygulanırken kazanılması mümkün olan seçim bölgeleri gruplanıp, buralarda eşit sayıda kadın ve erkek aday gösterilmesi hedeşenmektedir.
Değişik ülkelerde değişik kota uygulamaları görülmektedir. En yaygın olarak kullanılansa parti kotalarıdır. 106 ülkeden 14 ülke anayasal kota, 31 ülke seçim yasalarında kota ve 61 ülke de parti kotası kullanmaktadır. Partiler tarafından gönüllü olarak uygulanan kotalar genellikle daha önce de kadın temsilinde belli bir aşamayı sağlamış iskandinav ülkeleri gibi ülkelerde uygulanmaktadır. Ancak, kadın hareketinin ve temsilinin halihazırda oldukça zayıf olduğu ülkelerde gönüllülük esasına dayanan kotalar yerine, seçim yasalarında ya da anayasal düzeyde düzenlenen kota uygulamaları ortaya çıkmış birçok ülkede de uygulanmaya başlanmıştır. Bu kotalar, demokratikleşme reformlarının bir parçası ola- rak uygulanmaya başlanmıştır. Ruanda başta olmak üzere, birçok ülke, kota uygulaması sayesinde kadın temsili oranlarında üst sıralara yükselmiştir. Özellikle yeni modernleşen, iç istikrarını sağlamaya çalışan ülkelerde, kota uygulaması hızlı sonuçlar vermektedir.



Toplumsal Cinsiyet Sosyolojisi geniş özet- ünite 04
Eğitim, hem birey hem toplum açısından yeteneklerin ve ilerlemenin gerçekleştirilmesinde, yaşam kalitesinin geliştirilmesinde dirimsel öneme sahiptir. Çünkü; insanın kendi gücünü ve kendini güçsüzleştiren mekanizmaları farkedebilmesi ve bunları dönüştürebilmesi için, ortam yaratma gizilini de için- de barındırır. Kadınların sadece okuryazar olması bile, kendilerini ifade etmelerini sağlayacak yeni bir dil kazanmak; olanaklardan ve risklerden haberdar olmak ve toplumdaki karar alma süreçlerine katılmak için güçlenmelerinin en önemli anahtarı olarak görülmektedir.
Kadınların eğitimiyle şiddet görme olasılığı arasında ters yönlü, evlilik yaşının ertelenmesi ve işgücüne katılım arasında güçlü ve olumlu bir ilişki vardır.
eğitim terimini, öğrenim ve öğretim süreçlerinin okul öncesi, ilk, orta ve yüksek okullar gibi formal, kurumsal organizasyonlarda örgütlenmesi anlamında kullanıyoruz.
Birleşmiş Milletler tarafından ülkelerin insani gelişmişlik düzeyini kadın erkek farklarına göre değerlendiren Toplumsal Cinsiyet lişkili Gelişme Endeksi ’nin yaşam beklentisi ve fertbaşına gayrisafi yurtiçi hasıla ile birlikte üç temel göstergesinden biri eğitimdir. Türkiye, 2010’da bu endekse göre 138 ülke arasında 77. sırada yer aldı.
Kadının eğitim düzeyi yükseldikçe daha az çocuk ölümüyle karşılaşılmakta, daha sağlıklı, daha iyi beslenmiş ve eğitilmiş çocuklar yetiştir- me olasılığı da artmaktadır. Kadınların eğitimi, uluslararasında insani gelişmeyi ölçmeye yarayan temel göstergelerden biridir.
Eğitimde toplumsal cinsiyet eşitliğiyle ilgili engellerin kaldırılması uluslararası öncelikler arasında yer almaktadır.
2015 yılına kadar okula kayıt, okulu tamamlama ve öğrenimde başarı yönleri de dahil olmak üzere eğitimde tam bir cinsiyet eşitliğinin sağlanması,
2000 yılında Birleşmiş Milletler Bin Yıl Zirvesinde dünya liderleri tarafından kabul edilen Bin Yıl Kalkınma Hedeşerinden biridir .
Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi taraf devletlerin, eğitim alanında kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olmalarını güvenceye bağlamak üzere, gerekli tüm önlemleri almasını gerekli kılar.
Kadınların eğitimi, Pekin Eylem Platformu’nun, kadının ilerlemesi ve güçlendirilmesi için hükumetlerin, uluslararası toplulukların ve sivil toplumun öncelikle harekete geçmesini gerekli gördüğü 12 kritik alandan biridir.
Eğitime erişim, tüm insanların toplumsal sınıf, etnisite, cinsiyet, engellilik vb özelliklerine bakılmaksızın eğitimde fırsat eşitliğinden yararlanabilmesi anlamına gelir. Kadınlarla erkeklerin eğitime erişimi arasındaki fark, her öğretim düzeyi için kadın oranlarının erkek oranlarına bölünmesiyle elde edilir. Türkiye eğitime erişimde, 2010 Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Endeksi’nin 134 ülke arasındaki sıralamasında 101. sıradadır
TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTSİZLİKLERİNİN EĞİTİMDEKİ İZDÜŞÜMLERİ
kız ve erkek çocuklarla kadınların ve erkeklerin varolan eğitim kurumlarına erişebilmek açısından ne derecede eşit olduklarını kapsar. Tarihsel olarak tüm toplumlarda eğitim kurumlarından yararlanmanın bir erkek ayrıcalığı olarak başladığı ve sürdürüldüğü, kadınların bu kurumlara çok sonradan ve ciddi mücadeleler sonunda erişebilme hakkını kazandıkları bilinmek- tedir. Eğitime erişim, dünyanın pek çok yerinde, henüz tamamlanmamış bir süreç niteliğini taşımaktadır.
Eğitime Erişimdeki Eşitsizlikler
Eğitime erişim, dünya genelinde bölgesel gelişmişlik düzeyine bağlı olarak büyük değişiklik gösterir. Afrika ülkelerinin çoğunda, Orta ve Güney Amerika’da, Güney Doğu Asya’da kadınların yüzde %50’sinden çoğu hiçbir eğitim görmediği gibi her eğitim düzeyindeki toplumsal cinsiyet farkları da gelişmiş ülkelerdekinden çok daha fazladır. Genel bir örüntü olarak kentlerdeki kadınların kırsal alanlarda yaşayanlara, genç kuşaktakilerin daha öncekilere kıyasla eğitime erişimleri daha fazla ve eğitimde kalma süreleri daha uzundur. Bu konuda, özellikle de yoksul ve kırsal kesimlerden kız çocukların okula kaydının ve eğitimde kalmasının sağlanmasına öncelik verilmesi özellikle vurgulanmaktadır.
Kadınların eğitime erişimleriyle ilgili çok önemli bir gelişme, yüksek öğretim- deki toplumsal cinsiyet eşitliğinin kimi ülkelerde kadınların lehine evrilmiş olmasıdır.
Türkiye’deki lise matematik kitaplarında tek bir matematikçi kadın adı yoktur. Milli Eğitim Bakanlığı'nın ortaöğretim öğrencilerine tavsiye ettiği
100 Temel Eserde Türkiye'den Halide E. Adıvar ve Samiha Ayverdi dışında kadın yazar bulunmadığı gibi dünya edebiyatı listesinde de hiçbir kadın edebiyatçıya yer verilmemektedir.
EĞİTİMDE CİNSİYET AYRIMCILIĞI
CEDAW (md. 10/c), kadın ve erkek rolleriyle ilgili kalıpyargıların eğitimin her biçi- minden ve düzeyinden kaldırılmasını, özellikle ders kitaplarının ve okul program- larının yeniden gözden geçirilerek eğitim yöntemlerinin bu amaca göre düzenlen- mesini gerektirir. Çünkü; eğitim kurumları, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini kaldırmayı hedeşeyen yasal düzenlemeleri içeren öğretileri kapsadıkları örneklerde bile, kadınlarla erkeklerin eşit olmadıklarını gösteren açık ya da örtülü mesajlar verirler.
Her kültürde varolan düşünce, değer ve bilgilerden sadece bir kesiti okullarda kullanılmak için seçilir. Bu seçimin arkasındaki kriterler genelde iktidar gruplarının dünya deneyimlerine uygun düşer. Okul bilgisinin tipik bir özelliği erkeklerin düşünsel, siyasal ve askercil etkinliklerinden oluşmasıdır.
Eğitimde toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin, kadın erkek kimliklerinin kurulu- şunda ciddi bir etmen de okuldaki işbölümü ve hiyerarşidir. Kadın öğretim gücünün eğitim hiyerarşisinin alt basamaklarında toplanması ve yöneticiliğe yükselme konusunda dikey ayrışım ya da cam tavan diye adlandırılan engeller, bu iş bölümünün en karakteristik özelliklerindendir.
Kadınların yüksek öğretime giderek artan katılımlarına karşılık üst akademik yönetim konumlarına erişimde karşılaştıkları sorunları tanımlamakta kullanılan son metaforlardan biri ‘sızdıran boru hattı’ benzetmesidir. Bu metaforun, ‘kadın akademisyenlerin aile içi rollerde ve beklentilerde devam eden sorumluluklarıyla ilişkisini sorunsallaştıran kadın öğretim elemanlarının sayısı hiç de fazla değildir.
Cam Tavan: Kadınların, çalıştıkları kurumlarda, yükselebilecekleri en yüksek basamağı belirleyen görünmez, cinsiyetçi engeller.

Sızdıran boru hattı. Kadınların ilköğretimden başlayarak karar verme konumlarına giden süreç içinde düzenli olarak sistem dışına atılmaları.
Toplumsal cinsiyet ve eğitim ilişkisinin bir başka evrensel örüntüsü kadınların belli alanlarda yığılması ya da aşırı temsili, buna karşılık belli alanlardan büyük ölçüde dışlanmış oluşları anlamında yatay ayrışımdır. Yatay ayrışımın en aşırı örneği Suudi Arabistan’da olduğu gibi kız çocukların farklı okullarda eğitim görmesidir.
OECD ülkelerinin tümünde sağlık ve sosyal yardım, insan bi- limleri, sanat ve eğitim kadınların en çok seçtiği alanlardır.
Okulun, psikolojik ve fiziksel olarak, kız çocuklarla kadınlar için nasıl bir ortam oluşturduğu ‘soğuk iklim’ metaforuyla tanımlanmaktadır. Psikolojik ortam olarak okul, sadece öğrenme süreçleri bağlamında değil, tırnaklar, saçlar, giysiler, arka- daş ilişkileri gibi konularda da sürekli kontrol uygulaması nedeniyle stresli bir or- tam betimler. Kızlar özellikle mercek altındadır, sıklıkla da öğretmenleri tarafından davranış biçimleri, ses tonu gibi konularda ek kısıtlamalara tabi tutulurlar . Erkekler fiziksel şiddete uğrarken kızlar daha çok sözlü ya da psikolojik şiddete maruz kalırlar. Bu nedenle kızlar çareyi, dikkatleri üzerlerine çekecek davranışlardan, soru sormaktan, tartışmalardan, karar verme süreçlerine katılımdan kaçınmakta bulurlar. Sınıf içinde görünmez olmak suretiyle alacakları riskler azalır. Ancak bu durumda da özgüvenlerinin gelişimi en- gellenir, etkin öğrenme için gereken ilişkileriyle ileriye dönük beklentileri olumsuz etkilenir.
TOPLUMSAL CİNSİYET VE EĞİTİM İLİŞKİSİ KONUSUNDAKİ KURAMLAR
Söz konusu kuramlar, bir yandan eğitimin toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin sürdürülmesine ve önlenmesindeki rolüne odaklanmış, bir yandan da eğitimde toplumsal cinsiyet farklarından etkilenmeyen bir eşitliğin ya da hakka- niyetin sağlanmasını hedeşemişlerdir.
Rol/Toplumsallaşma Kuramları
Toplumsal cinsiyet ve eğitim konusundaki ilk araştırmalar, 1960’lı ve 1970’li yıllar- da başladı ve eğitimde cinsiyet rolü toplumsallaşması konusuna yöneldi. Dönemin toplumsal hareketlerinin ve özellikle de ikinci dalga feminizmin tetiklediği bu ça- lışmalar temelde, kadın kimliğinin gelişmesinde ve kadınların yetişkin dünyasında karşılaştıkları eşitsizliklerde okulun ve öğretmenlerin nasıl bir etkisi olduğunu araştırıyordu.
Cinsiyet rolü toplumsallaşması konusundaki araştırmalara göre, erkek çocuklar okulun sözel, bedensel ve toplumsal etkileşim alanlarında daha fazla yer kaplıyor ve bu da kızların edilginliğine karşılık erkeklerin bağımsızlıklarının gelişmesine neden oluyordu.
Erkek çocukların, saldırganlığı ken- di cinslerine uygun davranış olarak benimseyerek okuldaki kız arkadaşlarına ve kadın öğretmenlerine yönelik cinsiyetçi davranışlar içine girmeleri de cinsel rol toplumsallaştırmasının sonuçlarındandı.
Toplumsal cinsiyet toplumsallaşmasının büyük ölçüde çok farklı etkile- şimlere sahip kız ve erkek akranlarında ve çocuk kültürü çerçevesinde gerçekleş- mesi, cinse özgü akranlarında kızların ve erkeklerin okul başarısını etkileyen ne tür davranışlar (örneğin saldırganlık ya da çalışkanlık) geliştirdiklerini mercek altına getirmiştir.
ELEŞTİRİSİ : Cinsiyet rolü toplumsallaşması kuramları, yasalarla dönüştürülebileceği sanılan, fazla basitleştirilmiş bir ataerkil modeli benimsemek, kız ve erkek çocuklar konu- sundaki kalıpyargıları olduğu gibi kabul etmek, kızların edilginliklerini fazla abartırken direnç ve karşı koyma gizillerini fark edememek, cinsiyet gruplarının kendi içlerindeki farkları gözden kaçırmak gibi nedenlerle eleştirilmiştir.
Kültürel Sermaye Kuramı
Sermaye terimi, ekonomide kâr sağlamak için piyasada yatırımda kullanılan kaynaklar olarak tanımlanır. Sosyoloji bu kavramı salt ekonomik olmaktan çıkararak çeşitli biçimlerde genişletmiştir. Örneğin, insan sermayesi, bireyin piyasadaki değerini artırmak amacıyla eğitimine yapılan yatırıma gön- dermede bulunur. Sosyal sermaye, kişinin sahip olduğu ilişkileri ve bu ilişkilerin sağladığı kaynakları ifade etmeye yarar.
Bourdieu’nun kültürel sermaye kavramı kültürü ‘örneğin, bireyi belli bir statü grubunun üyesi olarak görmeyi sağlayan görgü kuralları, sanat, müzik,vb. hakkında bilgi sahibi olmayı’ bir sermaye biçimi olarak tanımlamıştır.
Bourdieu’nun kültürel sermaye kuramında kadınların, özellikle de anne rolünde, kültürel sermayenin birikiminde kilit önemi vardır.
Kadınlar, ekonomik sermayeyi kültürel sermayeye dönüştürerek aile içinde çok önemli bir rol oynarlar. Ötesi, kültürel sermayenin aile içinde etkili olarak aktarımı da sadece kültürel sermayenin mikta- rına değil, özellikle annenin sahip olduğu kullanılabilir zaman miktarına bağlıdır.
Anneler, çocuklarının eğitsel başarıları konusunda yüklendikleri sorumluluklar- la da toplumsal sınışarın yeniden üretiminde rol alırlar. Annenin kendi olumsuz okul deneyimleri, eğitsel yeterlik ve bilgilerden yoksunluk duygusu, ev ödevlerine yardım konusunda özgüven eksikliği, kültürel sermaye yetersizliğine ve dolayısıyla sınıf ve öteki toplumsal sınır çizgilerinin sür- dürülmesine yol açan etmenler arasındadır.
Kültürel sermaye kuramı, hem günlük yaşamda eğitim sisteminin toplumsal ye- niden üretimi nasıl gerçekleştirdiğini, hem de toplumsal cinsiyetle nasıl ilişkilendiğini göstermek bakımından aydınlatıcı olmuştur.
ELEŞTİRİSİ : yeniden üretime odaklanan öteki kuramlarda olduğu gibi, insan öznenin iradesini, bireysel bilinci ve direnç olasılıklarını ihmal eden ve ataerkil sistem içinde eğitimin, kız çocuklar ve ka- dınlar için gerçekleştirdiği çelişik işlevlere yer vermeyen görece mekanik bir yeniden üretim analizi olması dolayısıyla eleştirilmiştir.
Akademik Kapitalizm Kuramı
Yüksek öğrenim kurumlarında çeşitli bölüm ve birimlerin dış kaynaklardan yararlanmak konusunda maruz kaldıkları dengesizlikler, genelde kadınların aleyhi- ne, erkeklerin lehine sonuçlar doğurmaktadır. Çünkü; kaynakların, fonların, projelerin çoğunluğu, erkeklerin yoğunlaştığı, uluslararası rekabete, küresel kapitalizmin merkezine ve piyasaya daha yakın mühendislik, elektrik elektronik, bilgisayar teknolojisi gibi alanlara yönlendirilmektedir. Buna karşılık kadın öğretim üyelerinin ve öğrencilerin toplandığı sosyal çalışma, eğitim, hemşirelik, sosyal bilimler gibi akademik alanlara daha az ekonomik kaynaklar ayrılarak kıyısallaşmaları (marjinalleşmeleri) artırılmaktadır.
Erkekler, akademik kapitalizmin ayırıcı özelliği olan piyasa ve piyasa benzeri etkinliklerin de önderleri ve yarar sağlayıcılarıdır. Akademik işgücünden sağlanan patentlerin ya da üniversitelerin araştırma ürünlerinin, lisans haklarının sahipleri ve akademik girişimlerle kurulan yan şirketlerin üst yöneticileri arasında erkeklerin oranı kadınlardan çok daha fazladır.
Yüksek eğitimin toplumsal yeniden üretim işlevi dolayısıyla akademik alandaki kadınların konumları, genel olarak kadınların toplumsal, siyasal ve ekonomik gelecekleri açısından kritik önem taşır. Bu nedenle de akademik kapitalizm kuramı, yüksek eğitim sistemlerinin özündeki tarihsel ataerkilliğin yok edilmesi için topyekun bir devrime gerek olduğunu savunan, örneğin Radikal feminizm gibi, kuramlarla benzer özellikler gösterir. Bununla birlikte kadınların eşitsizliğini sadece çalışma alanı içinde sınırlayarak öteki ezilme biçimleriyle hiç ilgilenmemesi ne- deniyle bütüncül bir toplumsal cinsiyet perspektifi sunmaktan uzaktır.
Feminist Kuramlar
Feminist eğitim araştırmaları, ırk ve toplumsal sınıf gibi, cinsiyetin de okullarda olup bitenleri biçimleyen, bunlar tarafından biçimlenen, indirgenemez güçler olduğunu savunur.
Feministlere göre eğitim sistemleri de okullar da iktidarın ve kültürün araçlarıdır. Ancak feminist yaklaşımlarda kültür, aynı zamanda önemli bir direnç ve değişim kaynağıdır.
Liberal feminizm :
liberal kuramın tüm formları gibi bireysel çabaya ve rekabetçi başarıya önem verir. Dolayısıyla bireyselliği ve bireysel öğrenim sürecini öne çıkarır. Tüm insanlar için, zararlı toplumsal cinsiyet kalıpyargılarının, toplumdan ve okuldan temizlenmesi için, eğitimle farkındalık yaratılması bu mücadelenin esas unsurlarındandır.
Eğitime erişim bu yaklaşımın temel taşıdır. Zira toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin nedeni cehalettir.
liberal feminizm, kadınlara eğitimde fırsat eşitliği sağlanmasında, beyaz erkeklerin tekelinde olan kapıların açılmasında önemli rol oynadı.
ELEŞTİRİLER : liberal feminizmi siyasal cehaletle suçlayanlar çeşitli eleştirilerde bulundular: Toplumsal cinsiyet baskılarının, özellikle de ırk ve sınıf gibi öteki ezilme biçimleriyle ilişkisini kuramamak, bir sınıf olarak kadınların, kendilerine atfedilen görevlerden dolayı yarışa başlarken yaşadıkları dezavantajları göreme- mek, özel ve kamusal yaşam arasına sınır çekerek cinsellik, aile, evlilik, annelik, ev içi emek gibi kavramlara dokunmamak, bireysel öğrenme ve başarıyı kurum- sal ekonomik, toplumsal ve siyasal güç yerine basitçe eğitim ve iş fırsatlarıyla ve doğurganlık tercihleriyle ilişkilendirmek , söz konusu eleştiriler arasındadır.
Radikal Feminizm : Genelde kadınların ezilmişliğini ve özelde eğitimdeki toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini ataerkillik kavramıyla açıklar ve bu ezilmişliğin evrensel niteliğini vurgular. Buna göre cinsiyet eşitsizliğinin sorumluluğu ve çözümü sadece eğitimcilere atfedilemez. Aile, işyeri ve medya, egemen erkek ve ezilen kadın ikiciliğinin sürdürülüp durduğu toplumsal düzlemler arasındadır. Eğitimcilerin görevi, feministlerin ataerkil güçlere karşı mücadelesinin bir parçası olarak toplu- mu, cinsiyetçi olmayan davranış ve pratikleri gerçekleştirecek biçimde yeniden eğitmek olmalıdır.
Bu yaklaşım, eğitimin özgürleştirici bir gizil güce sahip olduğunu kabul eder. Ancak var olan durumuyla bunu gerçekleştiremiyeceği görüşündedir. ‘bilinç yükseltme’ diye adlandırılan kadın odaklı bir eğitimden (ya da yeniden eğitimden) geçmeleri önemlidir .
1960 larda geliştirilen bilinç yükseltme, kadın deneyimi konusunda bir bilgi paylaşımı aracı ve yöntemi olup kadınlarla ilgili kapsamlı bir bilgi tabanının yokluğunda kadınlar için bir eğitim aracı olarak kullanılmıştır.
Radikal feminizm ‘kız okulları’nı kadın kültürünün güçlenmesinde bir ilk adım olarak görür. Buna göre okulların ayrılması, kadınların güçlenmesinde ve ataerkilliğin alt edilmesinde siyasal bir stratejidir .
70’lerde ikinci dalga kadın hareketlerine egemen olan radikal feministlerin, kadın deneyimlerini aydınlatan bir bilgi tabanı yaratmak hedefi, feminist bilimin gelişmesini ve özellikle de ABD’de Kadın Çalışmaları ders ve programlarının yayılmasını sonucunu doğurdu.
Radikal feministler, hem liberal, hem de sosyalist feministlerden çeşitli eleştiriler aldı. Liberaller, kadın erkek kutuplaşmasına götüren radikal söyle- min yarattığı infial nedeniyle kadın hareketinin kazanımlarının altını boşalttığını, cinsel politikaya aşırı önem vererek siyasal reformları küçümsediğini savunuyordu. Kadınların ezilmesini tüm ezilme biçimlerinin temeline koymalarıysa sol düşünce- de ciddi itirazlarla karşılaştı.
ELEŞTİRİSİ : Radikallerin, tüm hiyerarşilerin şu ya da bu biçimde erkek egemenliğinin çeşitleri olduğu görüşü, özellikle eleştirildi.
Feminist Yeniden Üretim Kuramı: Geleneksel Marxist sınıf analizlerinden derinlemesine etkilenen bu yaklaşımın, eğitimin toplumsal değişimdeki rolü konu- sundaki görüşleri fazla iyimser değildir. Eğitimi, sınıf mücadelesi gibi cinsiyet mü- cadelesinin de gerçekleştiği, toplumsal egemenlik ve ezilme örüntülerinin yeniden üretildiği ve sürdürüldüğü düzlemlerden biri olarak görürler. Örneğin; işçi sınıfı kızlarının, bir yandan öteki kızlarla ortak ayırtgözetimlerini, bir yandan da erkek arkadaşlarıyla aynı sınıf eşitsizliğini de yaşayarak iki kez ezildiğini düşünürler.
Marksist (ve Sosyalist) feministlerin kuramsal alandaki çok önemli katkılarına karşılık okulun, toplumsal cinsiyet ve güç ilişkilerinin yeniden üretiminde nasıl bir rol oynadığı konusundaki çalışmaları sınırlıdır.
işçi sınıfından kız ve erkek çocukların okuldaki toplumsal sınıf hegemonyası aracılığıyla işçi sınıfı kadınlarına ve erkeklerine dönüşmeleri ya da egemen sınıf ve cinsiyet ilişkilerinin sürdürülmesinde aile, okul ve iş piyasasının karşılıklı ilişkileri bu kapsamda araştırılanlar arasındadır .
Bu araştırma söyleminin kullandığı kapitalizm, üretim, yeniden üretim, sınıf, toplumsal cinsiyet, ataerkil ilişkiler gibi Marxsist kavramlar, farklı sınışardan kız öğrencilerin okul içindeki farklı konumlanışlarını ortaya çıkarmakta etkiliydi. Ne var ki aynı söylem, kadınlar için, kadınlar hakkında kuramlar geliştirmeyi hedefleyen genel feminist taleplere yer bırakmıyordu. Tüm yeniden üretim kuramlarında olduğu gibi, bireysel bilince ve direnç olasılıklarına da kadınların çalışma yaşamı dışındaki ezilme biçimlerine de gereken önemi vermedikleri için eleştirildiler.
Siyah Feminizm :
1970 lerin sonunda radikal ve liberal feminizmleri eleştiren ve genişleten farklı feminist bakış açılarının en önemlilerinden biriydi. Yalnız be- yaz ataerkil toplumu eleştirmekle kalmayıp, beyaz kadın hareketini de kadınlar arasındaki ekonomik ve toplumsal farklılıkları görmezden gelmekle suçluyorlardı. Siyah feminizm, özellikle de ırkçılığın ve cinsiyetçiliğin, eğitimdeki yaygınlığını odağa getirmekle kalmıyor, buna ağır eleştiriler de yöneltiyordu.
Siyah feminizm farklı etnik kökenlerden gelen siyah kadınların ve kızların okul- da aynı homojen grubun üyeleri muamelesine uğramasına karşıydı. Beyaz öğret- menlerin, siyah kadın ve kız çocukların eğitimdeki başarısızlıklarını ‘kültür çatış- ması’ ile açıklamalarını sorgularken, bir yandan da siyah aile kültürünün nasıl suç- lu ve hastalıklı bir konuma düşürüldüğünü deşifre etmeye ve siyah kadınlarla ilgi- li kalıp yargıları deşmeye çalışıyordu.
öğretmenleri eşitçi pratiklere yönlendirmek amacıyla kurum- sal ve bireysel ırkçılık ve cinsiyetçilik konusunda yeniden eğitmeyi amaçlayan si- yah feministler de vardır. Aralarında bel hooks’un da olduğu siyah feminist peda- goglar, dersliği bir baskı ortamı olarak görmekle birlikte, aynı zamanda da bir özgürleştirme yeri olabileceğini düşünürler. Buna göre otorite ve gücün derslikte ge- lişigüzel kullanımı öğretmenin tahakkümüne ve öğrencilerin nesneleştirilmesine yol açar.
Siyah feminizmin, kolektif eylem aracılığıyla ekonomik gelişmenin ve siyasal hakların sağlanmasına yönelik amaçlarını kimlik politikaları, farklar ve çoğulluk konularındaki vurgusuyla dengelemesi ve beyaz feminist kadın hareketi içine özümsemesiyle ilgili sorunları söz konusudur. Bu nedenle de asıl özelliği olan keskin eleştirel söyleminden zaman zaman tavizler vermesi eleştiri konusu olmuştur. Öte yandan siyah feminizm, bir yandan feminist hareket içindeki bölünmüşlüğe katkıda bulunmak, bir yandan da beyaz feminist kadın hareketiyle Afrika kökenli Amerikalı kadınlardan çok daha güçlü paylaşımları olmak gibi nedenlerle ayrılıkçılıkla suçlanmıştır.
Postyapısalcı Feminizm : insanlar, bilinçli özneler olarak, yaptıkları ve söyledik- leri aracılığıyla kendilerinin ve birbirlerinin toplumsal cinsiyet kimliklerini kendileri kurarlar .Kadın erkek gibi ikicilik kategoriler de doğal ya da nötr olmayıp edebiyat, sanat, hukuk, eğitim programları ya da araştırma raporları gibi söylem sistemleri aracılığıyla üretilir ve güç ilişkilerini sürdürmeye yardım ederler.
Postyapısalcı Feminizm, okulları toplumsal, kültürel ve tarihsel mercekten inceleyerek, iktidar ve güç ilişkilerini çözümler. Okul dilinin kimin çıkarlarına hizmet ettiğinin anlaşılmasıyla, kimin çıkarlarının kıyısallaştırıldığını, susturulduğunu, dış- landığını görmeyi ve öylece dönüştürmeyi hedefler.
Postyapısalcı feministler, makro feminist eğitim kuramlarının aksine, örüntülerden ziyade karmaşıklığı öne çıkaran bir ‘olumlu belirsizlik’ anlayışına sahiptir. Buna göre kız öğrenciler okulda, mutlak bir güçsüzlük halinde değil, kimi güçleri de barındıran çeşitli konumlarda bulunurlar. Bu değişkenlikler görüldüğünde feminist araştırma ‘dezavantajlı’ odağından uzaklaşmaya ve güç dengesindeki değişmeleri incelemeye başlar .
Postyapısalcı feminizmin söylem konusundaki vurgusu, çözüm stratejisi olarak, bir karşı söylem oluşturma önerisine yol açmıştır. Karşı söylem, söylenemiyenlerin söylenmesini sağlamaya yöneliktir. Bu bağlamda düşündükleri bir eylem biçimi, öğrencilerde, eğitim söylemindeki konumlanışları konusunda eleştirel bilincin gelişmesini sağlamaktır. Bir başka strateji ise feminist eylemin gerçekleşmesine el- verişli fırsatları kollamak olacaktır.
ELEŞTİRİSİ : postmodernist feministler, bir yandan kendi üzerine yansıyanlardan ve açıklıktan bahsederken bir yandan da bu olanağı, kendi okurlarından esirgeyecek kadar anlaşılması güç, karmaşık yazma biçimleri kullandıkları için eleştirilmişlerdir.
SONUÇ VE POLİTİKA ÖNERİLERİ :
eğitim, kişinin yeteneklerini geliştirmesi ve kendini gerçekleştirmesi açısından çok önemli bir güçlendirici niteliğindedir.
alt gelir grubu kızları, okulu, evdeki kadınlık rolünden kaçıp kurtulabilecekleri, çocukluklarını yaşayabilecekleri bir yer haline getirme eğilimi ve çabasındadırlar .
Güçlendirmek için eğitimin ‘şart’ olması, mevcut haliyle ya da tek başına buna yeterli olduğu anlamına gelmez. Toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin eğitime nasıl yansıdığını anımsadığımızda okulun cinsiyetçi yapısının, içeriklerinin, ilişkilerinin dönüştürülmesiyle ilgili stratejiler önem kazanmaktadır.
Gerçek bir dönüştürme, erkeklerle kadınlar arasındaki temel güç ilişkilerinin, ev içi alan, işgücü piyasaları ve siyaset dahil, yeniden yapılanmasını, cinsiyetçi kül- türün dönüştürülmesini, doğrudan doğruya ataerkilliği hedefler.
 
Üst