AÖF DERS NOTLARINA HOŞ GELDİN!

Ders notlarına erişmek için lütfen ücretsiz kayıt olunuz.

Ücretsiz Kayıt ol!

FİNAL Türk İslam Edebiyatı Final Ders Notları

Moderator
Mesajlar
419
Tepkime puanı
28
Puanları
18
TÜRK İSLAM EDEBİYATI

ÜNİTE-5

XV. Yüzyıla Kadar Türk-İslâm Edebiyatı

GİRİŞ

VIII. yüzyıldan itibaren Türkler’ in Müslüman Araplarla ilişki kurmasıyla başlayan süreç, bu milletin hayatında yepyeni bir dönemi başlatmış; pek çok alanda olduğu gibi edebî sahada da etkisini göstermiş, İslâmî konu ve motiflerin hâkim olduğu bir edebiyatın ortaya çıkmasına zemin oluşturmuştur.
Türklerin İslâmiyet sonrasında meydana getirdikleri müstakil eserler Karahanlılar dönemine (840-1212) rastlamaktadır. Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra Han’ın Müslüman olmasıyla devletin resmî dini haline gelen İslâmiyet Türkler arasında hızla yayılmıştır. Buhara, Semerkant, Kaşgar, Fergana gibi Karahanlıların hâkimiyeti altında bulunan kültür merkezlerinde Türk halkına hitap edecek olan ilmî ve edebî eserler meydana getirilmeye başlanmıştır. Paralel dönemlerde hüküm süren Gazneliler (999-1030) devrinde Türkçe yazılan eserlere rastlanmamıştır.
Türk İslâm edebiyatı bilinen büyük eserlerini XI ve XII. yüzyıllarda meydana getirmiştir. Bu dönemde kullanılan Türkçe, Hâkâniye Türkçesi olarak da isimlendirilen Karahanlı Türkçesidir.

XI-XII. YÜZYILLAR (ORTA ASYA SAHASI)

Türklerin İslamiyet’i kabul ettikten sonra meydana getirdikleri ilk müstakil eserler, Orta Asya’da Karahanlılar döneminde Hakaniye Türkçesi ile yazılmıştır. Günümüze kadar ulaşan bu eserler, Kutadgu Bilig, Dîvânu Lügat-it- Türk, Atabetü’l-hakâyık ve Dîvân-ı Hikmet’tir.

Kutadgu Bilig (Yusuf Has Hâcib)
Kutadgu Bilig, Türk İslâm edebiyatının bilinen ilk eseridir. Arapça ve Farsçaya hâkim, iyi eğitim almış bir kişi olan Balasagunlu Yusuf tarafından yazılmıştır. Eseri sebebiyle Has Hâciplik (Başmabeyincilik) göreviyle mükâfatlandırılmıştır.
Mutluluk veren bilgi anlamına gelen Kutadgu Bilig’in amacı, insanları şairin tasavvur ettiği ideal hayat tarzına kavuşturmaktır. Kutadgu Bilig’in üç nüshası bilinmektedir. Bunlardan Herat Nüshası Uygur harfleriyle, Kahire ve Fergana nüshaları Arap harfleriyle yazılmıştır. Reşit Rahmetî Arat, her üç nüshaya dayanarak tenkitli metin hazırlamıştır.
Eserin aslını oluşturan dört temsili şahsiyet bulunmaktadır. Bu şahsiyetler,
1.
Kün Togdı, Kün Toğdı, hükümdarın şahsında doğruluğu ve adaleti;
2. Ay Toldı, Ay Toldı, vezirin şahsında mutluluğu;
3. Ögdülmiş, Ögdülmiş, vezirin oğlunun şahsında aklı;
4. Odgurmış’tır. Odgurmış da vezirin kardeşi şahsında kanaati temsil etmektedir.

Dîvânu Lugati’t-Türk (Kaşgarlı Mahmud)
Türk dillerinin dîvânı (lugatı, kitabı) anlamına gelen Dîvânu Lugati’t-Türk, Türkçe’nin ilk sözlüğüdür. Satuk Buğra Han’ın altıncı kuşaktan torunu olan Kaşgarlı Mahmud tarafından yazılmıştır. Abbâsî halifesi Muktedî Biemrillâh’a sunulmuştur. Dîvânu Lugati’t-Türk, Araplar’a Türkçe’yi öğretmek maksadıyla yazılmıştır.
Nüsha, Fatih Millet Kütüphanesi Ali Emirî Efendi kütüphanesinde muhafaza edilmektedir.
Dîvânu Lugati’t-Türk, Türk dilleri sözlüğü olmasının yanı sıra tarih, coğrafya, folklor, kültür, edebiyat, vb. alanlarda Türk millî hafızasına ait zengin malzemeler ihtiva eden en önemli yazılı kaynaklardan biridir.

Atabetü’l-hakâyık (Edip Ahmet Yüknekî)
Hakîkatler eşiği anlamına gelen eser, Edib Ahmed bin Mahmud Yüknekî tarafından yazılmıştır. Eser, Emîr Muhammed Dâd Sipehsâlâr Bey adındaki bir hükümdara takdim edilmiştir.

Hoca Ahmed Yesevî (ö. 1166) ve Hikmetleri
Ahmed Yesevî, Türkler arasında kendi adıyla tarikat kurmuş bir mutasavvıftır. Yesi’de bulunan mutasavvıflardan Arslan Baba’ya intisap ederek tasavvuf yoluna yönelmiştir.
Arslan Baba vefat edince Buhara’ya giderek Şeyh Yusuf-ı Hemedânî’ye intisap etmiştir.
Yusuf-ı Hemedânî’nin ölümünün ardından yerine geçen iki halifesinin de vefat etmesiyle üçüncü olarak Ahmed Yesevî irşad makamına geçmiştir. Çok sayıda müridi olmuştur. Mansur Ata, Said Ata, Süleyman Hakîm Ata bunlardan en meşhur olanlarıdır.
Hikmet, kelime anlamı itibarıyla hâkimlik, bilgelik, sebep anlamlarına gelmektedir. Edebî olarak ise Ahmed Yesevî’nin dinî- tasavvufi manzumelerine hikmet denilmektedir. Bu manzumelerin toplandığı esere de Dîvân-ı Hikmet adı verilmiştir.

Dîvânu Lugati’t-Türk’de Geçen Bazı Atasözleri

1.
Beş parmak düz (bir) olmaz.

2. Arpasız at koşmaz, / arkasız kahraman çeriyi bozamaz.

3. Tay yetişirse at dinlenir /Oğul erleşirse baba dinlenir.

4. Ölecek sıçan kedi ayağını kaşır.

5. Korkmuş kişiye koyunun başı koç görünür.

6. Deve silkinse eşeğe yük çıkar.

7. Tembele bulut (dahi) yük olur.

8. Bir karga ile kış gelmez.

9. Kanı kan ile yıkamazlar.

10. Bir tilkinin derisi iki kere soyulmaz.

XIII. YÜZYIL (ANADOLU SAHASI)

Malazgirt zaferiyle birlikte Anadolu’nun kapıları Türkler’e açılmıştır. ***XIII. yüzyıl Anadolu’sunda Türk-İslâm edebiyatının temsilcilerinin mutasavvıf, ilk yazılı ürünlerin de dinî tasavvufî mahiyette eserler olduğu görülür. Türk asıllı olan ancak eserlerini Farsça yazmış olan Mevlâna Celâleddin-i Rûmî bu yüzyılın en büyük şairidir. Mevlâna, 17 Aralık 1273 yılında Konya’da vefat etmiştir. Mevlâna’nın sanatçı kişiliğini ortaya koyan ve lirik şiirlerini ihtiva eden eseri Divân-ı Kebir’dir. Divandaki şiirlerinde Şems mahlasını kullanmıştır. Bu yüzden esere Divânı-ı Şems-i Tebrizi de denilmiştir. Mevlâna’nın ikinci eseri, ona dünya çapında şöhret sağlamış olan Mesnevi’sidir. Mevlâna’nın olgunluk dönemi eseridir. Abdülbâkî Gölpınarlı, Mesnevî’nin muhteva özelliklerini şöyle açıklamaktadır: “Mesnevî’nin hemen her bahsinde Kur’an kıssaları geçer. Bu bakımdan Mesnevî’ye ‘Magz-ı Kur’an-Kur’an’ın içyüzü’ diyenler vardır. Mevlâna, kitabında büyük sofilerin menkıbelerinden bahseder. Mesnevî’de yer yer realiteye de ehemmiyet vermiştir.”

Ankaralı İsmail Rusuhî Efendi, Bursalı İsmail Hakkı, Ahmet Avni Konuk, Tahir Olgun, Abdülbaki Gölpınarlı, Şefik Can tanınmış Mesnevî şârihleridir. Süleyman Nahîfi şair Mesnevi’yi aynı aruz kalıbıyla nazmen tercüme etmiştir. Mevlâna’nın bir diğer eseri çeşitli konulardaki sohbetlerinin derlenmesinden oluşan Fihi Ma fih’tir. “Yedi meclis” anlamına gelen Mecalis-i Seb’a Mevlâna’nın gençlik döneminde yapmış olduğu yedi vaazı ihtiva eden mensur bir eserdir. Son eseri Mektubat, Mevlâna’nın dönemin önde gelen kişilerine yazdığı 145 mektuptan oluşmaktadır.

***XIII. yüzyılın eser sahibi mutasavvıflarından biri Mevlâna ile çağdaş olan Hacı Bektaş-ı Veli’dir. Hacı Bektaş-ı Veli’nin Makâlât, Kitâbü’l-fevâid, Fatiha Sûresi Tefsiri, Besmele Şerhi, isimli eserleri vardır. Hacı Bektaş-ı Veli’inin tasavvufi görüşleri en ayrıntılı olarak Makâlât isimli eserinde yer almaktadır. Makâlât’ın temel konusunu dört kapı (şeriat, tarikat, marifet ve hakikat), ve her bir kapıda on prensibi ihtiva eden kırk makamın açıklaması oluşturmaktadır.

XIII. yüzyıl sona ererken edebî eserlerde Farsça ile birlikte Türkçe de kullanılmaya başlamıştır. Karamanoğlu Mehmed Bey’in 1277 yılında devletin idaresini ele aldıktan sonra yayımlamış olduğu “Bu günden sonra hiç kimse divanda, dergâhda, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil konuşmayacak.” şeklindeki fermanı, Türkçe yazma konusunda âlim ve edipleri cesaretlendirmiş olmalıdır. Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled’in Divan, İbtidanâme, İntihanâme, Rebabnâme isimli manzum; Maarif adıyla da mensur eseri bulunmaktadır. Bu eserlerden İbtidanâme’de, 76, Rebabnâme’de 162 Türkçe beyit bulunmaktadır. Yüzyılın sonlarında yaşadığı söylenen şairlerden biri hakkında fazla bilgi bulunmayan Şeyyad Hamza’dır. Şeyyad Hamza’nın 1529 beyitlik Yusuf u Züleyha isimli mesnevisi, 36 beyitlik Dasitan-ı Sultan Mahmud adlı küçük bir mesnevisi ile az sayıda dini-tasavvufi şiirleri bulunmaktadır. On üçüncü yüzyılda yaşamış ve eserleri günümüze ulaşan şairlerden biri de Ahmed Fakih’tir. Edebiyatımızda ilk mevlid örneği olarak da kabul edilen Çarhnâme; Şam, Mekke, Medine, Kudüs gibi şehirleri ile buradaki kutsal mekânların anlatıldığı Kitâbü Evsâf-ı Mesâcid isimli eserler Ahmed Fakih ismine izafe edilmektedir Türk tasavvuf edebiyatının şüphesiz en dikkate değer şairi Yunus Emre de bu yüzyılda yaşamıştır.

Yunus Emre’nin Divan’ı ve Risâletü’n-nushiyye isimli mesnevisi bulunmaktadır. Yunus şiirlerinde aruzun hece veznine uyan basit kalıplarını kullanmıştır. Eser, Ruh ve akıl, kibir ve kanaat, buşu (gazab), sabır, buhl ve hased, gıybet ve bühtan olmak üzere altı başlık halinde yazılmıştır. Yunus Emre Türkçe tasavvufî terim dilinin kurucusu sayılmıştır. Yunus’un şiirlerindeki lirizm, şiirsellik öylesine yoğundur ki öğreticilik vasfı, dâhi bir sanatkârın dilinde âdeta eriyip gitmektedir. Sonraki yüzyıllarda yetişen Kaygusuz Abdal, Eşrefoğlu Rûmî, İbrahim Ümmi Sinan, Aziz Mahmud Hüdayi, Vâhib Ümmî, Elmalılı Ümmî Sinan, Niyazi-i Mısri gibi meşhur mutasavvıf şairler Yunus’un açtığı yolda yürümüşlerdir.







XIV. YÜZYIL

On dördüncü yüzyıl, Anadolu’da Türkçe’nin yazı dili haline gelmesinde bir dönüm noktasıdır. Selçukluların yıkılmasından sonra Anadolu’da kurulan Beylikler, siyasi tarih bakımından olduğu kadar edebiyat tarihi bakımından da bir geçiş dönemini temsil ederler. Bu dönem, konuşulan ve yazılan dilin özellikleri itibarıyla Eski Anadolu Türkçesi veya Erken Dönem Osmanlı Türkçesi olarak adlandırılan Türk dilinin özel bir devresi kabul edilmiştir. On dördüncü yüzyıl dinî-tasavvufi edebiyatın verimli bir dönemi olarak göze çarpmaktadır. Bu yüzyılda eser vermiş olan müelliflerden biri Gülşehrî'dir. Asıl adı Süleyman’dır.

Gülşehrî, Feridüddin Attar’ın Mantıku’t-tayr isimli eserini bazı ilave ve değişiklerle çevirerek Türkçe ’ye kazandırmıştır. Yüzyılın önde gelen mutasavvıf şairlerinden biri, Garibnâme isimli eseriyle şöhret bulmuş olan Âşık Paşa’dır. Âşık Paşa’nın Garibnâme’den başka Fakrnâme, Vasf-ı Hal, Kimya Risalesi, Sema Risalesi ve Tasavvuf Risalesi adlı eserleriyle muhtelif şiirleri vardır. Âşık Paşa’nın oğlu Elvan Çelebi de mutasavvıf bir şairdir. Menâkıbü’l-kudsiyye isimli 2081 beyitlik bir mesnevisi bulunmaktadır. On dördüncü yüzyılda yetişen dinî edebiyatın temsilcilerinden biri Erzurumlu Kadı Mustafa Darîr’dir. Gözleri görmediği için anadan doğma kör anlamına gelen “Darîr” lakabını kullanmıştır. Onun en mühim eseri, altı ciltlik Siretü’n-Nebî‘dir. Himayesinde bulunduğu Mısır meliki Mansur Ali’nin isteği üzerine yazmıştır. Darîr’in Siretü’n-Nebî’den başka Fütuhu’ş-Şam Tercümesi, Yüz Hadis Tercümesi ve Kıssa-i Yusuf isimli eserleri vardır. Bu yüzyılda eser veren diğer temsilcilerini de şöylece sıralayabiliriz. Âzeri sahasında olmakla birlikte Seyyid Nesimî Türk tasavvuf edebiyatının bu asırdaki en büyük şairlerinden biridir. Hurufiliğin kurucusu Fazlullah-ı Hurufî’ye intisap etmiş, onun fikirlerini savunmuştur. İnancı yüzünden Halep’te derisi yüzülerek öldürülmüştür. Divan şiirinin öncülerinden olan Ahmedî, İskendernâme isimli meşhur mesnevisine dinî edebiyata ait bir tür olan “Mevlid” manzumesini eklemiştir. Yine Ahmedî’nin kardeşi Hamzavî’nin Hz. Muhammed’in amcası Hz. Hamza’nın kahramanlıklarını konu edinen Hamzanâme isminde mensur bir eseri vardır. Bunlardan başka yüzyılın dikkate değer simaları arasında Kıssa-i Yusuf isimli mesnevisi ile Sulu Fakih’i, Hz. Ali Gazavatnâmeleri ve Muhammed Hanefi Cenknâmeleri’nin müellifi Dursun Fakih’i, Hacı Bektaş-ı Veli’nin Makalât’ını Türkçeye tercüme ettiği rivayet edilen ve Yunus tarzı şiirleriyle tanınan Said Emre’yi ve Hacı Bektaş’ın takipçilerinden olup Nasihatnamesiyle tanınan Abdal Musa’yı sayabiliriz.

XV. YÜZYIL

Dinî edebiyatımız açısından on beşinci yüzyıla baktığımızda Vesîletü’n- necât isimli mevlidiyle Türk halkının gönlünde taht kurmuş olan Süleyman Çelebi ilk göze çarpan müelliflerimizdendir. Anadolu’nun manevî önderlerinden biri ve Bayramiyye tarikatının kurucusu olan Hacı Bayram-ı Velî, sayıca az, ancak tesiri çok olan şiirleriyle yüzyıl edebiyatına katkı yapmış mutasavvıf şairlerdendir.Kaygusuz Abdal lakabıyla tanınmış olan Alaaddin Gaybî, şiir tarzı bakımından Yunus Emre’nin en eski takipçilerinden biridir. Çok sayıda eseri vardır. Manzum eserleri: Dîvân, Gülistan, Mesnevîler, Gevhernâme, Minbernâme. Mensur eserleri: Budalanâme, Kitâb-ı Miglâte, Vücûdnâme. Manzum-mensur karışık eserleri: Dilgüşâ, Saraynâme.

XV. yüzyılın dinî edebiyat sahasında haklı bir üne sahip Muhammediye isimli eseriyle şöhret bulmuş olan Yazıcıoğlu Mehmed’dir. Yazıcıoğlu’nun ünlü eseri Muhammediye, müellifin daha önce yazmış olduğu Megâribüz-zamân isimli Arapça eserinin manzum çevirisidir. Eser, Türkiye dışında, Kırım’da, Kazan’da ve Başkurt Türkleri arasında da kutsiyet kazanmıştır. Yazıcıoğlu’nun kardeşi Ahmed-i Bîcân'da ağabeyi gibi âlim ve fâzıl bir kişidir. Envârü’l-âşıkîn ismiyle şöhret bulmuş olan eseri Megâribü’z-zamân’ın mensur tercümesidir. Bu yüzyılda Yunus tarzı şiirleriyle meşhur olan mutasavvıf şairlerden biri de İznikli Eşrefoğlu Rûmî’dir. Eşrefoğlu’nun şiirleri Divan’da toplanmıştır. Tasavvufî ahlâkı anlattığı Müzekki’n-nüfûs, tarikat âdâbından ve ehl-i beyt sevgisinden bahseden Tarikâtnâme ve bazı küçük risaleleri vardır. Yüzyılın yetiştirdiği bilginlerden Sinan Paşa, secili nesrin en başarılı örneklerini vermiştir. Tasavvufî bir mahiyette yazılan Tazarrunâme, varlık, aşk ve âşıkın halleri, Allah’a karşı yakarış ve duaları içerir. İçinde çok sayıda manzum parça yer almaktadır. Maarifnâme (Nasîhatnâme), ahlâkî öğütler içeren bir eserdir. Tezkiretü’l- evliyâ ise Feridüddîn-i Attar’ın eseri esas alınarak yazılmıştır. Yüzyılın ünlü mutasavvıf şairlerinden biri de Halvetiyye tarikatı mensubu olmakla birlikte Mevlâna ve Mesnevî hayranlığı ile tanınan Aydınlı Dede Ömer Rûşenî’dir. Miskinnâme, Neynâme, Çobannâme, Kalemiyye isimli mesnevileri bulunmaktadır.

XIV. yüzyılın ikinci yarısı ile on beşinci yüzyılın ilk yarısında yaşayan Divan şairi Ahmed Dâi'dir. Ebu’l-Leys Semerkandi Tefsiri’nin tercümesi olup manzum bir mukaddimesi vardır. Miftâhu’l-cennet isimli, Vesiletü’l-mülûk li- ehli’s-sülûk isminde âyete’l-kürsi tefsiri tercümeleri vardır. Ayrıca yine ona atfedilen Tezkiretü’l-evliya tercümesi bulunmaktadır.

Şeyh Elvân-ı Şirazî (ö. 1425’ten sonra), Mahmud Şebusterî’nin Gülşen-i Râz isimli eserini nazmen tercüme etmiştir. Hatiboğlu Muhammed (1435’ten sonra)’dir. Hatiboğlu, Hacı Bektaş-ı Veli’nin Makâlât’ını nazmen tercüme etmiş ve eserine Bahrü’l- hakâik adını vermiştir. Muslihuddin Muhammed isminde bir müellifin Mülk Suresi Tefsirini Letâyifnâme adıyla nazma çekmiştir. Bir de Ferahnâme adında manzum yüz hadis tercümesi bulunmaktadır. Balıkesirli Devletoğlu Yusuf, Vikâye Tercümesi diye bilinen 6960 beyitlik fıkhî mesnevisini bu yüzyılda yazarak II. Murad’a ithaf etmiştir. Yine II. Murad’ın isteği üzere Muînüddîn bin Mustafa Mesnevî’nin birinci cildini Mesnevî-i Murâdiye adıyla tercüme ve şerh etmiştir. Fatih Sultan Mehmet’in hocası Akşemseddin’in din, tasavvuf ve tıp konularında eserlerinin yanı sıra tasavvufî mahiyette hece ve aruzla yazdığı az sayıda şiirleri de bulunmaktadır. Kırk Armağan isimli mesnevileri ile Kemal Ümmî, bu yüzyılda yetişen şairlerdendir. Vahdetnâme mesnevisi ve Kaside-i Bürde tercümesiyle bilinen Abdurrahim-i Karahisâri de on beşinci yüzyılda yaşamıştır. Karahisârî’nin ayrıca Minyetü’l-ebrâr isminde tasavvufi mahiyette yazılmış bir eseri vardır. Bu yüzyılda yaşayan mutasavvıf şairlerden biri de Gülzâr-ı Manevi’si ile Akşemseddin’in müridlerinden İbrahim Tennûrî ’dir. Akşemseddin’in oğlu Hamdullah Hamdi de Yusuf u Züleyha, Mevlid-i Nebi, Leylâ İle Mecnûn Tuhfetü’l-uşşâk, Kıyâfetnâme isimli beş mesnevisiyle Anadolu’da ilk “hamse sahibi” şair olarak tanınmıştır.

ÜNİTE-6

XVI-XX. Yüzyıl Türk- Edebiyatı


İlk kaynakları Kur’ân-ı Kerîm ile hadislerdir. Kısas-ı Enbiyâlar (Siyerler ve diğer peygamberlerin kıssaları), Tasavvuf (Umumî tasavvuf, Tarikat- Tekke Edebiyatı ve Menâkıb-ı Evliyâ), devrin ilimleri, yerli malzeme ve İran Edebiyatı da bu edebiyatın diğer kaynaklarıdır.

XVII. yüzyıldan itibaren edebiyatımızda görülen duraklama XVIII. yüzyılın iki büyük şairi Şeyh Gâlib ve Nedim ile bir soluk almışsa da XIX. yüzyılın ortalarında klasik dönem sona ermiştir. Bu dönemde dergilerin büyük bir öneme sahip oldukları görülür. Hisar, Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat, Türk Edebiyatı, Dergah, Yedi İklim, Hece gibi edebiyat dergileri gelenekten beslenen şair ve yazarların ürünlerinin yayımlandığı dergilerdir. Bu etki günümüzde de devam etmektedir.

XVI. YÜZYIL

Bir ihtişam dönemi, bir altın çağı mesabesindedir. Divan şairlerinin istiklâllerine kavuştukları bir yüzyıldır. Şiirdeki kudret ve şöhretleriyle yaşadıkları çağı aşan Fuzûlî, Gazelde ileri giden ve İstanbul Türkçesi’ni genel bir şiir dili hâline getiren Bâki, Geniş hayal gücüne sahip olan Zâtî, Aşk ve rindâne hayatın usta sözcüsü Hayâlî, Sâde diliyle Nev‘î, İnsan ruhunu tahlilde gerçekten başarılı olan tenkitçi ve terkîb-i bendleriyle isim yapmış olan Rûhî-i Bağdâdî bu yüzyılın usta şairleridir. Fuzûlî Divan’ı, Leylâ vü Mec-nûn mesnevisi ile önem arz ederken, Devrinin “sultânü’ş-şuarâ”sı olan Bâki Divan’ı ile, Câmî-i Rûm lâkabıyla anılan Lâmii Çelebi Şevâhidü’n- Nübüvve, Nefehâtü’l-Üns Tercümesi, Risâle-i Tasavvuf ve Hüsn-i Dil gibi eserleriyle şöhret bulmuştur. Yine Fuzûlî, hamse alanında önem arz eden Taşlıcalı Yahya, Lâmiî Çelebi ve Kara Fazlı mesnevi tarzında eser yazan şairlerin başında gelmektedirler. Bu yüzyılın diğer önemli şairleri olarak Emrî, Figânî, Hayretî ve Hilye’siyle Hâkânî Mehmed Bey sayılmalıdır. Tezkire alanında Sehî Bey, Lâtîfî, Âşık Çelebi, Kınalızâde Hasan Çelebi, Beyânî ve Ahdî; Tarih alanında Lütfi Paşa, Hoca Sadeddîn, Gelibolulu Mustafa Âlî ve Kemâlpaşazâde; Denizcilik alanında Seydi Ali Reis ve Pîrî Reis; Münşeât alanında Feridun Bey Osmanlılarda nesrin birdenbire gelişmesinde yardımcı olmuşlardır. Bu yüzyılda, Edirneli Nazmî ve Tatavlalı Mahremî aruzla yazdıkları bazı şiirlerde Arapça ve Farsça kelime ve terkip kullanmayarak Türkî-i basit adını verdikleri yeni bir tarz oluşturmuş ve sâde Türkçe ile şiir yazmışlardır. M. Fuat Köprülü’nün “Millî Edebiyatın İlk Mübeşşirleri” diye vasıflandırdığı ve haklarında makâle yazdığı bu iki şairden biri olan Tatavlalı Mahremî, Türkî-i basit hareketinin öncüsü kabul edilmektedir. İbrahim Gülşenî, Ahmed Sârbân, Muhyiddin Üftâde, Şah Hatâyî, Vâhib Ümmî, Pir Sultan Abdal, Hâşimî Emir Osman, Şemseddin Sivâsî, Kul Himmet ve Muhiddin Abdal bu dönemin mutasavvıf şairlerindendir.

XVII. YÜZYIL

Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselişin hemen ardından gelen bozgun, yenilgi ve iç karışıklıklarla siyasi ve ekonomik gücünü giderek kaybetmeye başladığı duraklama dönemidir. Gerçekten de dışta ve içte çeşitli karışıklıkların yaşandığı bir dönem olan XVII. yüzyıl, ilim ve fikir adamları ile sanatkârlar açısından oldukça zengin bir görünüm arz eder. Bu dönemde, mimarî, musikî ve edebiyat alanlarında önemli temsilciler yetişmiştir. Dönemin en önemli gelişmesi musikî alanında olmuştur. Mûsikî, en parlak yıllarından birini Sultan IV. Murad’ın saltanatı sırasında yaşamıştır. Bayatî makamındaki Mevlevî âyini bu dönemde bestelenmiştir. Edirneli Derviş Mustafa Dede, Zâkirî Hasan Efendi, Bezci- zâde Mehmed Muhiddin ile Kovacızâde Mehmed Efendi bu yüzyıldaki dinî mûsikînin gelişmesinde büyük katkısı bulunanlardandır. Hafız Post’un öğrencisi olan Itrî ise devrin üstad şahsiyetlerindendir. XVII. yüzyıl, Türk edebiyatının her dalında olduğu gibi, şiirde de en gelişmiş bir dönemdir. Dönemin padişahlarından III. Murad “Murad, Muradî”, III. Mehmet “Adnî, Muhammed”, I. Ahmet “Bahtî”, II. Osman “Fârisî”, IV. Murat “Murâdî” ve IV. Mehmet “Vefaî” mahlaslarıyla şiir yazan birer şairdirler. Divan edebiyatında, 1603 yılında klasik devir sona ermiş, onun yerine “Sebk-i Hindî” diye isimlendirilen yeni bir akım başlamıştır. Türk edebiyatı, bu dönemde gazel ve kasîde alanında altın çağını yaşar. Bu yüzyılın temsilcileri olarak kasîde ustası Nef‘î’yi, hikemiyât şairi Nâbî’yi, samîmî edâlı Şeyhülislâm Yahya ve Sebk-i Hindî akımının ilk temsilcileri olan Nâilî ile Neşâtî bu yüzyılın usta şairleridir. Bunlardan ayrı Bahâî, Fehîm-i Kadîm, Sâbit ve Nâdirî de ilk akla gelen diğer şairlerdir. Şeyhülislâm Bahaî, Fehîm-i Kadim , Sâbit, Sabrî, Alî, Riyazî, Şehrî, Nedîm-i Kadim, Sabûhî, Vecdî gibi şairler gazel ve kasideleri ile tanınmışlardır. Gani-zâde Nadirî, Nev‘î-zâde Atâyî, Nergisî, Müftî Aziz ve Hulvî Mahmud ise dönemin önemli hamse yazarlarıdır. Bu dönemde yazılan mensur edebî eserlerin başında “Şuarâ Tezkireleri” yer almaktadır. Tamamı yedi adet olan bu tezkireler şunlardır: 1. Sadıkî’nin Mecmau’l-Havâs, 2. Riyâzî’nin Riyâzu’ş-Şuarâ, 3. Kaf-zâde Fâizî’nin Zübdetü’l-Eş‘âr, 4. Rızâ’nın Tezkire-i Şuarâ, 5. Yümnî’nin Tezkiretü’ş-Şuarâ, 6. Âsım’ın Zeyl-i Zübdetü’l-Eş‘âr ve 7. Güftî’nin Teşrifâtü’ş-Şuarâ’sıdır. Nesir alanında sâde ve süslü eserler verilmiştir. Veysî ve Nergisî, sanatlı ve süslü nesir üslubunun temsilcileridir. Bu yüzyılın nesir ürünleri olarak bir tarafta Evliya Çelebi’nin Seyâhat-nâme’si, diğer yanda ise Veysî’nin Siyer-i Veysî’si vardır. Kâtip Çelebi’nin, başta Keşfü’z-zunûn olmak üzere, çeşitli alanlarda yazdığı ilmî eserlerle, Naîmâ ve Peçevî tarihleri; Koçi Bey’in Risâle’si bu yüzyılın önemli çalışmalarıdır. Tarih sahasında ise Peçevî ve Nâimâ bulunmaktadır. Tezkireci olarak da Sadıkî, Yümnî, Riyâzî, Kaf-zâde Fâizî, Rızâ, Âsım ve Güftî anılması gereken isimlerdendir.

XVII. yüzyıl tekke mensupları ile medreselilerin birbirlerini suçlayarak hararetli münakaşalara giriştikleri bir dönemdir. Şeyhülislâm Yahya, Nâilî, Edirne, Muradiye mevlevihanesi şeyhi Neşati Ahmet Dede dönemin tasavvuf etkisindeki başlıca divan şairleridir. Hüseyin Lâmekânî, Aziz Mahmud Hüdâyî, Ankaravî İsmail Efendi, Abdülmecid Sivâsî, Abdülahad Nûrî, Akkirmanlı Nakşî, Oğlan Şeyh İbrahim, Elmalılı Ümmî Sinan, Sarı Abdullah Efendi, Fenâyî, Sun‘ullah Gaybî, Niyazi Mısrî de bu asırda yaşayan önemli mutasavvıf şairlerdendir.

XVIII. YÜZYIL

XVII. yüzyıl bir hazırlanma ve geçiş devri, XVIII. yüzyıl ise verim devridir. III. Ahmet ve III. Selim’in de sanatçı kişilikleri sayesinde edebi hayat canlı kalmıştır. Bu yüzyılın edebi özelliklerinin en belirgini Nedim’in öncülüğünde başlayan Mahallileşme Akımı’dır. Şiirin merkezi Bağdat’tan İstanbul’a taşınmıştır. Divan Edebiyatı’nın iki önemli ismi Nedim ve Şeyh Galip hece vezniyle türküler kaleme alarak Divan Edebiyatı ve Halk Edebiyatı arasındaki bağları güçlendirmişlerdir. Daha önce XVI. yüzyılda Edirneli Nazmi ve Tatavlalı Mahremi’nin de ortaya attıkları ama başaralı olamadıkları bu düşünce XVIII. yüzyıla damgasını vurmuştur. Şeyh Gâlib ise Sebk-i Hindî akımının ve bu dönemin en güçlü temsilcisi ve şairidir. Bu yüzyılda anılması gereken diğer şairler ise Nazîm Yahya, Sünbül-zâde Seyyid Vehbî Nahîfî Süleyman, Koca Râğıb Paşa, Haşmet, Fıtnat Hanım, Esrâr Dede, Enderunlu Fâzıl, Sürûrî, gibi şairlerdir. Nesir alanında tarihçilerden Silahdâr-zâde ve Râşid, tezkirecilerden Sâlim, Safâyî, Belîğ, Râmiz ve Esrâr Dede’dir. Değişik konularıyla Kâmî, bu yüzyılda dikkat çeken diğer yazarlardandır.

XVIII. yüzyıl tasavvuf şiirinde Lale Devri’nin etkisiyle genel olarak bir duraklama söz konusu olmuştur. Dönemin önemli mutasavvıf şairlerinden ikisi Bursalı İsmail Hakkı ile Erzurumlu İbrahim Hakkı’dır. Nasûhî, Neccar- zâde Şeyh Rızâ, Cemâlî Salâhaddîn Uşşâkî ve Üsküdarlı Haşim de bu dönemde yaşayan diğer mutasavvıf şairlerden bazılarıdır.



XIX. YÜZYIL

Türk divan edebiyatının ekseni İran değil, Batı dünyası veya Fransız edebiyatı idi. Bu yüzyılın başında Arapça’dan Fîrûzâbâdî’nin el- Kâmûsu’l-muhît’ini, Farsça’dan Burhân-ı Kâtı‘ isimli lügatleri dilimize çeviren Mütercim Âsım’ı görüyoruz. Bu yüzyılda, gözden kaçırılmaması gereken bir şey vardı ki o da, mahallîleşme cereyanının hızla ilerlemiş ve gelişmiş olmasıydı. Keçeci-zâde İzzet Molla da, divanında, güçlü bir divan şiiri temsilcisi olmakla beraber, Mihnet-keşân isimli mesnevîsinde İstanbullu ile taşralının görüş, düşünüş, anlayış, hatta anlatış özelliklerini belirtmiş, bize, henüz sosyal hayatımızda ele alınıp incelenmemiş fakat, incelenmeye hazır bir belge vermişti. Bu yüzyıl, Batı tesirindeki Türk edebiyatı karşısında Divan edebiyatının gerilemeye yüz tuttuğu dönemdir. Enderunlu Vâsıf, Keçeci-zâde İzzet Molla, Âkif Paşa, Şeyhülislâm Ârif Hikmet, Leskofçalı Gâlib, Yenişehirli Avnî, Osman Nevres, Âdile Sultan ve Kâzım Paşa bu yüzyılın son temsilcileridir. Ayrıca, Ahmed Sûzî, Müştak Baba ve Turâbî dönemin önemli mutasavvıf şairlerindendir. Daha sonra yetişecek ve Tanzimat dönemini temsil edecek olan Şinâsî, Ziya Paşa, Nâmık Kemâl gibi şairler ise, yüzyıllarca devam eden Divan edebiyatının yıkılışına zemîn hazırlayan ve yardımcı olan kişilerdir. Bu dönemin nesir yazarları ise Şânî-zâde Atâullah ile Mütercim Âsım, tarihçi Es‘ad Efendi anılması gereken isimlerdir. Bu dönemin tezkirecileri olarak da Fatîn ve Mehmed Emin Bey sayılmaya değer isimlerdir.

XX. YÜZYIL

Tanzimat, Servet-i Fünûn, Edebiyat-ı Cedide gibi adlarla devam eden edebiyatımız, XX. yüzyılda Milli Edebiyat akımıyla devam etti.

XX. yüzyılın ortalarına kadar, Mehmed Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı, Asaf Halet Çelebi gibi bir kaç şairi istisna edersek, Türk-İslâm edebiyatı sahasında eser veren şair sayısı oldukça sınırlıdır. DİKKAT: Ağustos 1930’da Ahmet Hamdi Tanpınar klasik şiirimizin lise ders müfredatından çıkarılması hususunda bir önerge vermiştir. Mustafa Nihat Özön ve Abdülbaki Gölpınarlı gibi edebiyatçılar tarafından savunulan bu görüş toplantı sonunda oy çokluğuyla reddedilmiştir.

XX. yüzyılda az da olsa aruz veznini kullanarak geleneğe uygun şiirler kaleme alan ve Divan teşkil eden mutasavvıf şairler de bulunmaktadır. Avlarlı Efe olarak da tanınan Erzurumlu Muhammed Lutfî, Sivaslı Şeyh Halid, Osman Kemâlî, Mustafa Fehmi Gerçeker , Darendeli Osman Hulusî bunlardan bir kaçıdır. Geleneksel edebiyatın yeniden ve fakat öncekinden farklı bir tarzda gündeme gelişi Necip Fazıl ile başlar. Necip Fazıl, Nur Harmanı isimli eseriyle geleneksel edebiyatımızdaki manzum kırk hadis türünü yeniden gündeme getirmiştir. Necip Fazıl’ın çıkarmış olduğu Büyük Doğu mecmuası (1943), özellikle ikinci dönemi olan 1945’ten sonra geleneğin dirilişi anlamında önemli bir görev üstlenmiştir. Necip Fazıl’ın başlatmış olduğu bu hareketin ikinci ismi ise hiç şüphesiz Sezai Karakoç’tur. Türk-İslâm edebiyatının XX. yüzyıldaki üçüncü adımı ise Maraş’ta başlayan ve Nuri Pakdil’in Ankara’da çıkardığı Edebiyat dergisi (1969) etrafında devam eden edebî harekettir. Bu dergi ve daha sonra çıkan Mavera dergisi (1976) çevresinde yer alan M. Akif İnan, Cahit Zarifoğlu, Erdem Beyazıt, Rasim Özdenören, Alaattin Özdenören, Ebubekir Eroğlu, İsmet Özel gibi yazar ve şairler, Necip Fazıl’la başlayan Türk-İslâm edebiyatı geleneğini devam ettirmişlerdir.

ÜNİTE-7

Allah Teâlâ ile İlgili Edebî Türler

GİRİŞ
Her şeyden önce eserlerin, mensûr ve manzûm olmak üzere iki tarz ve şekilde yazılmaları usûldendir. Mensur eserlerde müellifin âdet ve geleneğe göre, takip ettiği sıra: “Besmele, hamdele, salvele, ammâ ba‘dü” sözleridir. Manzum eserlerde ise bu sıra: “Besmele, Tevhîd-Münâcât, Na‘t, Sebeb-i Te’lîf-i Kitâb” şeklindedir.

1. Mensur Eserlerde Ammâ ba‘d: “Allah’a hamd, Peygambere salât ü selâm’dan sonra” anlamında bir deyimdir ki, bundan sonra asıl konuya geçilir. Asıl konu ile Hamdele ve salvele faslını ayırdığı için “ammâ ba‘dü” sözüne “faslu’l-hitâb” da denir.

2. Manzum Eserlerde Manzum eserlerde de bu geleneğe bağlı kalınarak, önce yine “Besmele”, sonra “Hamdele” yerine Tevhîd ve Münâcât, “Salvele” yerine ise Na‘t sıralama- sına uyulur. “Ammâ ba‘dü” deyimi yerine de özellikle mesnevîlerde “Sebeb-i te’lîf-i kitâb” ibaresi yer alır. Şâir Nâbî’nin yazdığı, 91 beyitten oluşan manzûme, tevhîdin en güzel örneğidir. Tevhîdler, manzûm olarak yazıldığı gibi, mensûr olarak da yazılmıştır. Mensûr olanlarına “Tazarrunâme” denilir.

Münâcât, Arapça olup “Neciv” kökündendir. Kelime anlamı “fısıldamak, kulağa söylemek” demektir. Münâcâtın ıstılah anlamı ise: “Allah’tan bir şey istemek için, ona yalvarmak ve yakarmak için yazılmış olan manzûmeler”, “Allah’a duâ ve niyâz etme”, “Allah’a hitâbederek duâ ve niyâzı ihtiva eden şiir” demektir. Mensûr olan münâcâtlara da “Tazarru‘-nâme” denilmektedir. Dînî edebiyatımızın, bir başka deyişle Türk İslâm Edebiyatı’nın en sevilen, en tanınmış ve yaygın hâle gelmiş eserleri, Ahmed Yesevî’nin hikmetleri yerine, Yûnus Emre’nin ilâhileri, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i, Yazıcıoğlu Mehmed’in Muhammediyye’si, Fuzûlî’nin Hadîkatü’s-su‘adâ’sı, Ahmed Cevdet Paşa’nın Kısasu’l-Enbiyâ’sıdır. İçeriğinin tamamen dinî olmasını göz önünde bulundurarak edebiyatımızdaki bir dinî-edebî nazım türlerinden bahsedebiliriz. Bu tasnifi kullandığımızda da üç ana başlık karşımıza çıkar: Allah’la ilgili nazım türleri, Hz. Peygamber’le ilgili nazım türleri ve dinî-ahlaki diğer nazım türleri.

ALLAH’IN GÜZEL İSİMLERİ: ESMÂ- I HÜSNÂLAR Esmâü’l-hüsna ifadesi, Kur’ân-ı Kerîm’de dört ayrı surede yer alan birer ayette geçmektedir. Araf, İsrâ, Tâhâ, Haşr Konuyla ilgili olarak Prof. Dr. H. İbrahim Şener tarafından bir doktora tezi hazırlanmıştır. Esmâ-ı hüsnâ havâssının da yer aldığı Seyyid Süleyman Hüseynî’nin Kenzü’l-Havâss isimli eseri bundan dolayı halk arasında yaygın olarak okunan kitaplardan birisidir. Esmâ-ı hüsnâ ile ilgili en çok eser verilen dil Arapçadır. Bunu sırasıyla Türkçe ve Farsça izler. Ayrıca İngilizce olarak da yazılan biri manzum diğeri mensur iki eser vardır. Arapçada, bu konuda çoğunluğu mensur olmak üzere seksen küsur eser verilmiştir. Bunlardan manzum olanların sayısı sekizdir. Türkçe kaleme alınan Esmâ-ı hüsna sayısı elliye yakındır ve bu eserlerden on dokuz tanesi manzumdur. Mensur ve manzum olmak üzere Farsça altı tane eser bulunmaktadır. Arapça olan mensur eserlerden Gazâlî’nin, Maksadu’l-Esnâ fî Şerhi Esmâillâhi’l-Hüsnâ’sı, Beyzâvî’nin, Müntehe’l-Münâ fî Şerhi Esmâillâhi’l-Hüsnâ’sı, Fahreddîn Râzî’nin, Levâmiu’l-Beyyinât Şerhu Esmâillâhi Teâlâ ve’s-Sıfât’ı ilk akla gelenlerdendir. Farsça eserlerden Abdurrahman Câmî’nin Risâle-i Muammâ-yı Nefîse’si ile Lamiî Çelebi tarafından Türkçe’ye tercüme edilen Mîr Hüseyin eş-Şirâzî’nin Şerhu’l-Esmâi’l-Hüsnâ’sı en çok bilinenlerdendir. Şeyhoğlu Mustafa, Îsâ Saruhâni, Ahmed Şâkir Paşa, İbrahim Cûdî, Bıçakcızâde İsmail Hakkı Türkçe manzum Esmâ-ı hüsnâ kaleme alan şairlerden sadece bir kaçıdır.

2. TEVHÎDLER Allah’ın birliği ve yüceliği konusunda yazılan manzûm ve mensûr eserlere tevhîd denir. Tevhîdlerde, öncelikle, Allah’ın zâtî (selbî) ve sübûtî sıfatları yer almaktadır. Allah’ın zâtî sıfatları altı tanedir. Bunlar: Vücûd, kıdem, bekâ, vahdâniyet, muhâlefetün li’l-havâdis ve kıyâm bi-nefsih denilen sıfatlarıdır. Sübûtî sıfatlar ise sekiz tanedir. Bunlar da: Hayat, ilim, semî‘, basar, irâde, kudret, kelâm ve tekvîn, sıfatlarıdır. Tevhîdlerde yer alan ve işlenen diğer esas ve konuları şu şekilde sıralamak mümkündür: Vahdet-i vücûd (varlıkta birlik) inancına göre, kâinâtta var olan her şey vehim, hayal, aynadaki akis ve gölgeler gibidir. Vahdet-i vücûd nazariyesi XIII. yüzyldan itibâren, Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sadreddin-i Konevî gibi bilgin ve şâirlerle büyük ilerleme kaydetmiştir. Burada Vahdet-i vücûdla ilgili bir noktayı, önemli olması nedeniyle, açıklamakta fayda vardır. Vahdet-i vücûd, panteizm değildir ve onunla hiçbir ilgisi yoktur. Edebiyatımızdaki en güzel tevhîdlerden biri Niyazii Mısrî’ye aittir. Muhibbî mahlasıyla şiirler yazan Kanuni Sultan Süleyman'dır.

3. MÜNÂCÂTLAR Münâcât, kelime olarak “fısıldamak, kulağa söylemek, iki kişi arasında geçen gizli konuşma” anlamları taşımaktadır. Münâcât aslında kulun acziyetini ifade halidir. Yegâne Ganiyy-i Mutlak olan sadece Allah’tır. Münâcâtlarda Allah’ın bazı sıfatlarından da söz edilir. Celal ve Cemal, kerem, lütuf ve yardım sahibi olduğu, ilim ve kudretinin sonsuzluğu, Kıdem ve Bekâ sıfatları ön plana çıkarılır. Münacatlarla ilgili Prof. Dr. Cemal Kurnaz tarafından hazırlanan Münâcât Antolojisi’nde türün güzel örnekleri bir araya getirilmiştir. Cahit Zarifoğlu’nun “Sultan” isimli şiiri de son dönemlerde yazılan en güzel münâcâtlardan biridir. Eski şâirlerimiz, tertip ettikleri Divanlarına ve kaleme aldıkları mesnevîlere tevhîd ve münâcâtla başlamayı bir kural olarak kabul etmişlerdir. İslâm’ın etkisiyle Arap edebiyatında ortaya çıkmış olan münâcât türünün, X-XI. yüzyıllarda İran edebiyatında; XII. yüzyıldan itibaren de Türk şiirinde kullanılır olduğu görülür.







ÜNİTE-8

Hz. Peygamber ile İlgili Edebî Türler

NA‘T
Sözlükte bir şeyin sıfatlarını saymak,bir kişiyi vasıflandırmak, medhederek anlatmak mânâlarına gelen na’t edebiyatta Hz. Peygamber için yazılan medih şiirleridir. Kâ‘b b. Züheyr’in Kasîde-i Bürde’yi yazmak suretiyle Cenâb-ı Hakk’ın affına mazhar olması gibi şairler de na‘tları ile Resûl-i Ekrem’in mahşerde tecelli edecek olan şefaatini ümit etmişlerdir. Na’tlar divan ve mesnevilerde genellikle tevhid ve münâcâtlardan sonra yer almaktadır. Nat’lar daha çok kaside nazım şeklinde yazılmakla birlikte, gazel, mesnevi, kıta, müstezad, terci-bend ve terkib-bend, musammat, rubâî vb. şeklinde pek çok na‘t örneği bulunmaktadır. Türk edebiyatında ilk na‘t örneğine Kutadgu Bilig’de rastlanmaktadır. Yûsuf Has Hâcib ile başlayan bu gelenek Edib Ahmed Yüknekî’nin Atebetü'l-hakåyık ve Ahmed Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmet’inden sonra Anadolu sahası dışında pek çok şair tarafından devam ettirilmiştir. Çağatay edebiyatında Ali Şîr Nevâî, divan ve mesnevilerinin tamamında ve mensur eserlerin- de çok sayıda na’t yazmış, bu yüzden de na‘t şairi unvanına lâyık görülmüştür. Bu şekilde çok na’t yazan şairlere na’t-gu denilmektedir. Anadolu sahasında Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Farsça, Yûnus Emre’nin Türkçe na‘tlarıyla bu tür XIII. yüzyıldan itibaren edebiyatın vazgeçilmez bir türü halini almıştır. Bazı şiir mecmuaları tamamıyla na‘tlara hasredilmiştir Bu mecmualara ''mecmûa-i nuût'' denilmektedir. Divan edebiyatındaki binlerce na‘t içinde en çok tanınanlar arasında ilk sırayı Fuzûlî ' nin ''Su Kasidesi'' Şeyh Galib’in, mütekerrir müseddes şeklindeki na‘tı, Fehîm-i Kadîm’in daha çok edebî muhitlerde şöhret kazanan ve Nazîm, Neşâtî, Şeyh Galib gibi şairler tarafından nazîre yazılan ''rûz ü şeb'' redifli na‘tları zikredilebilir. Dört halife için yazılanlara na’t-ı çehâr-yâr-ı güzin, Hz. Ali için yazılana na’t-ı Ali, veliler için yazılanlara nuût-ı evliyâ denir.

SİYER Kelime anlamı hal, tavır gidiş, bir kimsenin hâli, tavrı, gidişi, ahlâkı, hâl tercümesi demektir. Edebiyatımızda Peygamberimiz’in hayatını anlatan eserler için kullanılır bir terim olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in söz ve davranışlarından bahseden hadis ilmi siyerin en önemli kaynaklarındandır. Sahabeden gelen rivayetler ve Hz. Peygamber’in savaşlarının anlatıldığı Megazi kitapları da siyerin ana kaynakları arasında sayılır. Siyer-mevlid türünün en dikkate değer manzum örneği sayılan Yazıcıoğlu Mehmed’in XV. yüzyıla ait Muhammediye’si de Arapça Megâribü’z-zamân’ın Hz. Peygamber’le ilgili kısmının Türkçe’ye manzum olarak çevrilmesinden doğmuştur. Türk edebiyatında siyer-mevlid türünün de ilk örneği olarak kabul edilmektedir. Türk edebiyatında en eski Türkçe siyer, Darîr’in 790’da Kahire’de tamamladığı ve muhtemelen Mısır Memlük Sultanı Berkuk’a takdim ettiği Tercüme-i Siyer-i Nebî adlı beş cildlik manzum-mensur eserdir. Lamiî Çelebi’nin Terceme-i Şevâhidi’n-Nübüvve li-takviyeti yakîni ehli’l- fütüvve’si, Altıparmak lakabıyla tanınmış Üsküplü Çıkrıkçızâde Muhammed b. Muhammed’in Delâil-i Nübüvve’si önemli tercüme siyerlerdir. Bunların yanında mensur ve manzum olarak kaleme alınmış bir çok telif siyer mevcuttur. Veysi’nin Dürretü’t-tâc fî siret-i sahibi’l-mi’rac’ı, buna Nabî’nin Zeyl-i siyer-i Veysî’ ismiyle basılan ve edebi değeri çok yüksek olan zeyli, Nazmizâde Murtaza Efendi'nin Siyer-i Veysî’ye yazdığı zeyl, Şeyhülislâm Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi tarafından yazılan el-Fevâyihu’n-nebeviyye fi’s-sireti’l-Mustafaviyye adlı eser, Eyüp Sabri Paşa’nın Mahmûdü’s-siyer’i önemli örneklerdendir.

MEVLİD Arapça “velede” fiilinden türeyip sözlükte doğum, doğum yeri ve zamanı mânâlarına gelen mevlid terim olarak daha çok Hz. Peygamber’in doğumunu anlatan manzum eserlere denir. İlk Türkçe mevlid metni hakkında kaynaklarda kesin bilgi yer almamakla birlikte Süleyman Çelebi’nin kaleme aldığı Vesîletü'n-necât adlı mesnevinin ilk mevlid olduğu görüşü yaygın bir şekilde kabul görmektedir. Türkçe’de kaleme alınan mevlidlerin sayısı 200 civarındadır.

HİLYE Sözlük anlamı süs, zinet, cevher, güzel sıfatlar, güzel yüz demek olan hilye, Türk-İslâm edebiyatında bilhassa Hz. Peygamber’in fizikî özelliklerini, vasıflarını ve güzelliklerini anlatan edebî eserlerle aynı konuda hüsn-i hatla yazılmış levhalar için kullanılan terimdir. Tirmizî’nin şemâil ve hilye türü eserlere kaynaklık eden eş-Şemâ’ilü’n-nebeviyye’sinin pek çok şerhi bulunmaktadır. Hâkanî Mehmed Bey’in 1015’de Hilye adlı manzum eserini kaleme almasından sonra hilye türü eserlerin yaygınlaştığı görülür. Hâfız Osman da hilyeye dair rivayetlerin metinlerini hat ve tezhip sanatının estetik ölçüleri içinde levha olarak düzenlemiştir.

Böylece Hz. Peygamber’in fizikî özelliklerini anlatan eserlerle hattat ve müzehhiplerin ortaya koyduğu levhalar “hilye-i şerif, hilye-i saadet, hilye-i Resûlullah, hilyetü’n-nebî” gibi adlarla anılmıştır. Hilyelerde esas olarak Hz. Peygamber’in fizikî özellikleri anlatılmakla birlikte bazı eserlerde ruhî portresiyle ilgili hususlara da yer verilmiştir. Bu tarzın en tanınmış örneği Nahîfî’nin Hilyetü’l-envâr’ıdır.

Mİ’RÂCİYYE Mi’râcın kelime anlamı merdiven, göğe çıkma demektir. Mi’râciyye ise İslâm edebiyat ve sanatlarında Hz. Peygamber’in hicrî aylardan recep ayının 27. gecesinde yaptığı mi’racı konu alan eserlerin genel adıdır. Efendimiz bu gece beş vasıta kullanmıştır. Bu vasıtalar Beytü’l-makdise kadar Burak, dünya semaına kadar mi’râc, yedinci semâya kadar melekle- rin kanatları, Sidretü’l-müntehâ’ya kadar Cibrîl’in kanadı, Kabe kavseyn’e kadar da Refref’tir. Bu konu Kur’ân-ı Kerîm’de İsra suresinin ilk ayeti ile Necm suresinin ilk ayetlerinde ele alınmaktadır Anadolu sahasında ilk müstakil mi’râciyye XV. yüzyılın başında Ahmedî tarafından yazılmıştır. Tahkik-i Mi’râc-ı Resûl başlıklı 497 beyitlik eser, şairin divanındaki kısa mi’râciyyelerden farklı olduğu gibi İskendernâme’sindeki mevlid bölümünden de ayrıdır.

XIV. yüzyıla ait Âşık Paşa’nın Garibnâme’sinde, XV. yüzyılda Yazıcıoğlu’nun Muhammediyye’sinde, Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-necât’ında, Hâkanî Mehmed Bey’in Hilye’sinde mi’rac hadisesine temas edilmiştir.

XVI. yüzyıldan itibaren divanların içinde mi’râciyyelerin artmaya başladığı, XVII ve XVIII. yüzyıllarda ise hemen her şairin divanında bir veya birkaç mi’râciyyenin yer aldığı görülmektedir. Bunların en eski örneği Lâmiî Çelebi’ye aittir. Ganîzâde Mehmed Nâdirî ise türün meşhur mi’râciyyesinin şairidir.

XVIII. yüzyılda Nâyî Osman Dede’nin mi’rac kandillerinde okunmak üzere yazıp bestelediği Mi’râcü’n-nebî aleyhisselâm adlı 102 beyitlik eseri türün en tanınmış örneğidir. Nahîfî’nin Mi’râcü’n-nebî isimli 1157 beyitlik eserinde ilgili âyetler ve sahih hadisler başta olmak üzere diğer rivayetler ve ulemânın mi’raca dair görüşleri değerlendirilmiştir.

KIRK HADİS II. (VIII.) asrın sonlarında derlemeler halinde ilk basit örneklerini veren, “kırk hadis”, “hadîs-i erbaîn”, “tercüme-i hadîs-i erbaîn”, “şerh-i hadîs-i erba- în”, “çihl hadis”, “hadîsü’l-erbaîn”, “erbaîn” gibi adlarla anılan kırk hadis türü dinî, ahlaki, toplumsal ve edebî özellikleri ile hem Arap ve Fars hem de Türk edebiyatında önemli bir tür halini almıştır. Arapça’da “erbaûn hadîs”, Farsça’da ise “çihl hadis” denilmektedir. Mustafa Âlî’nin Manzum Kırk Hadis Tercümeleri mevzu bütünlüğü sağlanmaya türe örnek gösterilmektedir. Kıt’alar halinde yazılan çihl hadis tercümelerinin en ünlüsü İranlı Abdurrahman Câmî’nin Farsça eseridir. Mesnevi şeklinde yazılanların en meşhurları ise Hakânî Mehmed Bey’in ve Hazînî’nin eserleridir. Kırk hadis türündeki eserleri aşağıdaki gibi tasnif etmek inceleme açısından kolaylıklar sağlamaktadır. a. Kutsi hadislerden seçilenler, b. Peygamber’in hutbelerinden seçilenler, c. Senetleri sahih hadislerden seçilenler, ç. Zıt isnatlı, 7 ve 10 ile alakalı veya isnatsız hadislerden seçilenler, d. 40 rakamına dayanılarak tertip edilenler, e. Ezberlenmesi kolay ve kısa hadislerden seçilenler, f. Veciz, camialı hadislerden seçilenler, g. Fasih ve sahih hadislerden seçilenler, h. Noktasız harflerden seçilenler, i. Aynı râvîden rivâyet edilenler, j. Aynı konuda tertip edilenler,

Yazılma Sebepleri a. Hz. Peygamber’in “Ümmetim içinde din işlerine ve dînî konulara dair kırk hadis ezberleyeni, Allah Teâla kıyâmet gününde fakihlerle beraber haşreder’’ hadisine nâil olmak için, b. Hz. Peygamber’in şefaatine ulaşma umudu, c. Okuyanların hayır duasını almak, d. Hocasının veya dostlarının arzusunu yerine getirmek, e. Devlet başkanı vb. tarafından görevlendirilmiş olmak, f. İlgi duyulan bir konuda hadis derleme arzusu içinde olmak, g. Hastalıklardan kurtulmak ve şifa bulmak beklentisi. XIV. asırda Mahmud b. Ali’nin Nehcü’l- Ferâdis adlı eseriyle ilk örneğini veren Türkçe kırk hadis geleneği XV, XVI ve XVII. asırlar- da gelişip genişlemiş, XVIII. asrın ikinci yarısından sonra ara sıra Köstendilli Şeyhî gibi dikkate değer manzum kırk hadis mütercimleri ortaya çıkmış olsa da sanat yönünden zayıf örnekler görülmeye başlanmıştır.

XV. asırda Ali Şîr Nevâî, XVI. asırda Hazînî, Usûlî, Fuzûlî, Nev’i, Âşık Çelebi, XVII. asırda Hâkânî, Ankaralı İsmâîl Rüsûhî, XVIII. asırda Osmanzâde Tâ’ib, Bursalı İsmail Hakkı, Müstakimzâde Sâdeddin, XIX. asırda Köstendilli Şeyhî, Hüseyin Remzî önemli isimler arasında sayılabilir.

REGAİBİYYE Regaib kandilinde okunmak üzere yazılıp bestelenmiş manzumelere verilen isimdir. Regaibiyyelerde daha çok mesnevi nazım şeklinin kullanıldığı, bazılarında ise kıta, ilâhi, gazel ve kaside gibi şekillerin tercih edildiği görülmektedir. Selâhaddin Uşşâkı’ye atfedilen Matlau’l-fecr adlı mesnevi ile Edirne Müftüsü Fevzi Efendi’ye ait Envârü’l-kevâkib fî leyleti’r-Regâib adlı manzume türün önemli örneklerindendir.

MU’CİZÂT-I NEBÎ Na’tlarda, siyerlerde ve bilhassa mevlid vb. bazı mesnevilerde kimi zaman Hz. Peygamber’in mûcizelerine yer verildiği gibi bazen de başlı başına eserler halinde de mucizelerin anlatıldığı görülmektedir. Bunlara örnek olarak, Güvercin Hikâyesi, Kesikbaş Destanı, Deve Hikâyesi, İzzetoğlu’nun Tavus Destanı, Sadreddin’in Geyik Hikâyesi gibi halk tipi mesneviler gösterilebilir.

ESMÂ-İ NEBÎ Esmâ kelimesi Arapça isim kelimesinin çoğuludur. Tamlama halinde “nebinin isimleri” manasına gelmektedir. Terim olarak esmâ-i nebî Hz. Peygamber’in isimleri hakkında yazılan eserlere denmektedir.

HİCRET-NÂME Sözlük anlamı ayrılmak, göç etmek, ilgisini kesmek, uzaklaşmak olan hicret, Farsça mektup, kitap gibi mânâlara gelen nâme ile birleşik isim olarak Hz. Peygamber’in hicretini konu alan türlere isim olmuştur. Bu türdeki önemli eserlerden birisi Süleyman Nahifî’nin, yaklaşık 800 beyitlik Hicretü’n-Nebî’sidir.

ÜNİTE-9

Dinî Tür ve Konular

DİNÎ TÜRLER

Mersiyeler ve Makteller
“Mersiye”, dinî edebiyatımızda bir kimsenin vefatı üzerine duyulan üzüntüyü ifade etmek üzere, ölenin meziyetlerini anlatmak suretiyle yazılan duygu yoğunluğu yüksek manzumelere denir. Ölenin arkasından söz söyleme geleneği İslâmiyet öncesi Türk şiirinde “sagu”, Türk halk şiirinde ise “ağıt” olarak isimlendirilmiştir.

Klasik edebiyatımızın Şeyhî, Ahmed Paşa, Necâtî, Zâtî Bakî, Fuzûlî, Hayâlî, Taşlıcalı Yahyâ, Nev’î, Nâilî, Şeyh Gâlib gibi önde gelen şairleri mersiyeler yazmışlardır. Mersiye genel olarak vefat hadisesini ele alırken, maktel sadece Hz. Hü- seyin’in Kerbelâ’da şehid edilmesini konu edinir. Maktel türünün en güzel örneğini Hadîkatü’s-süedâ isimli eseriyle Fuzûlî vermiştir. Lâmii Çelebi’nin Maktel-i Hüseyin’i de önemli örneklerdendir.

Ramazâniyeler Ramazan ayı, genel olarak fıkıh ve ilmihal kitaplarında dinî bir konu olarak yer almakla birlikte, sosyal hayata kattığı canlılık ve renklilik sebebiyle edebiyatın da ilgi alanına girmiştir. Edebiyatımızda Ramazan’a dair şiirler, XVI. yüzyıldan itibaren yazılmaya başlanmıştır. XVIII. yüzyıla gelindiğinde sayıca artarak müstakil bir tür oluşturacak boyutlara ulaşmıştır. İşte klasik dinî edebiyatımızda konusunu Ramazan ayından alan bu şiirlere “Ramazâniye” denir. Klasik edebiyatımızda bu türün en güzel örneklerini, Sâbit, Nazîm, Nedim, Enderunlu Fâzıl ve Enderunlu Vâsıf vermişlerdir. Ramazan ile ilgili dinî ve tasavvufî amaçla yazılan eserler dışında, edebî alanda yazılan eserler şöyle tasnif edilebilir. 1. Ramazâniyeler, 2. Ramazan ilâhîleri, 3. Ramazan mânileri, 4. Ramazan ile ilgili gazel, rubâî, koşma vs. Bahar mevsiminin gelmesiyle “bahâriye”ler, kışın gelmesiyle “şitâiyeler”, nevruz için “nevrûziye”ler, bayramları karşılamak için “ıydiye”ler yazıla gelmiştir. XVII. yüzyılın meşhur mutasavvıf şairi Niyazî-i Mısrî’ye ait ilâhînin ilk iki dörtlüğü veda mahiyetindeki ilâhîlere örnek teşkil eder

Gazavâtnâmeler Gazavât, cenk, savaş anlamına gelen gazâ/gazve kelimesinin çoğuludur. Bir dinî edebiyat terimi olarak gazavâtnâme, düşmanlara karşı mukaddes değerler uğruna yapılan savaşların anlatıldığı eserlerdir. Manzum ya da mensur olarak yazılmışlardır. Tek bir savaş anlatılmışsa gazânâme, birden fazla savaş anlatılmışsa gazavâtname şeklinde isimlendirilmiştir. İlk örnekleri Arap edebiyatında görülür.

Arap edebiyatında savaşları ve bu savaşlarda gösterilen kahramanlıkları anlatan eserlere megâzî denilmiştir. Eğer savaş zaferle neticelenmişse galibiyeti anlatan eserlere zafernâme; savaş sonunda bir kale ya da şehir zaptedilmişse bu hadiseyi hikâye eden eserlere de fetihnâme denilmiştir. Gazavâtnâmeler başlıca şu konularda yazılmıştır: 1. Padişahlardan birinin hayatını esas alarak onun zamanında meydana gelen olayları mensur ya da manzum olarak anlatan Selimnâme, Süleymannâme gibi eserler. 2. Vezirlerin veya ünlü komutanların gazalarını tasvir eden gazavâtnâmeler. Bu eserlerde çoğunlukla Barboros Hayrettin, Köprülü Fâzıl Ahmed, Özdemiroğlu Osman gibi bazı paşaların şahsiyetleri ele alınmıştır. 3. Bir seferi ya da bir kalenin fethedilmesini konu edinen gazavâtnâme, fetihnâme ve zafernâmeler.

Fetihnâmeler İslâm ve Türk-İslâm devletlerinde fethedilen beldeleri, kazanılan zaferleri haber veren mektup ve fermanlarla bu fetihleri anlatan tarihî eserlerin genel adıdır. Fetihnâmeler bazan “zafernâme”, “beşâretnâme”, bazan da “tehditnâme” diye anılmıştır. Türk edebiyatında XV. yüzyıldan itibaren doğrudan doğruya müelliflerince “fetihnâme” olarak adlandırılan manzum ve mensur eserler arasında Kıvâmî’nin Fetihnâme-i Sultan Mehmed’i, Sa’yi’nin Fetihnâme-i Bağdad’ı, Murâdî’nin Fetihnâme-i Hayreddin Paşa’sı, Nâbi’nin Fetihnâme-i Kamaniçe’si sayılabilir.

Kısas-ı Enbiyâlar Kısas-ı Enbiyâ, Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar gelip geçen peygamberlerin hayat hikâyelerinin anlatıldığı eserlere verilen isimdir. Arap edebiyatında yazılan ilk kısas-ı enbiyâlar, Kisâî’nin Kitâbu Kısası’l-enbiyâ’sı ile ondan sonra yazılan Sa’lebî’nin Kısasu’l-enbiyâ (Arâisü’l-mecâlis) isimli eseridir. Son dönemlerde de Peygamber kıssalarıyla ilgili kitaplar yazılmıştır. Bunların en meşhuru Ahmed Cevdet Paşa’nın yazmış olduğu Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârîh-i Hulefâ isimli eser olup günümüz harfleriyle de yayımlanmıştır.

Bütün peygamberlerin hikâyelerini ihtiva eden kısas-ı enbiyâlardan başka tek bir peygamberin hayatını anlatan eserler de yazılmıştır. Hz. Yusuf ile ilgili kaleme alınan Kıssa-i Yûsuf’lar ve Hz. Süleyman ile ilgili yazılan Süleymâniyye’ler bu tür eserlerdir.

Tezkiretü’l-Evliyâlar Tezkire, bazı meslek sahipleri için yazılan biyografik eserlere verilen isimdir. Veliler tezkiresi anlamına gelen Tezkiretü’l-evliya da İslâm velilerinin hayat hikâyelerinin yazıldığı eserlerdir. Feridüddîn-i Attâr’ın Tezkiretü’l-evliyâ adını taşıyan eseri bu türdeki ilk örnektir. Tespit edilebilen ilk tezkiretü’l-evliyâ çevirisi XIV. yüzyılda Aydınoğlu Mehmet Bey’e sunulmuştur. Klasik Türk nesrinin büyük temsilcisi Sinan Paşa’nın Tezkiretü’l- evliyâ’sı yazarın güçlü üslubu sayesinde telif hususiyeti göstermektedir. Türk edebiyatında meşhur olmuş bir evliyâ tezkiresi de Lâmiî Çelebi’nin Nefhâtü’l-üns çevirisidir.

Menâkıbnâmeler Menâkıpnâmeler, XIV. yüzyılın başlarından itibaren Anadolu sahasında yazılmaya başlanmıştır. Halvetiyye, Bayramiyye gibi bir tarikat zümresi hakkında Menâkıbnâmeler yazılmakla beraber bir mürşdin hayatını anlatan türleri çoğunluktadır. Hacı Bektaş-ı Velî, Emir Sultan, Hacı Bayram-ı Velî, Eşrefoğlu Rûmî, İbrahim Gülşenî, Şemseddin-i Sivâsî, Niyazî-i Mısrî gibi pek çok tarikat önderine ait Menâkıbnâmeler bulunmaktadır. Ayrıca Fatih’in hocası Akşemseddin ve veziri Mahmud Paşa gibi bilge kişilikleriyle meşhur olmuş bazı devlet görevlileri hakkında da Menâkıbnâmeler yazılmıştır. Kısasü’l-enbiyâ ve Tezkiretü’l-evliyâlar çeviriye dayanan eserler olmasına karşılık Menâkıbnâmeler Türkçe olarak kaleme alınmışlardır.

DİNÎ EDEBÎ ESERLER

İslâmî Türk Edebiyatı’nın ürünleri sadece bir tür adı altında yazılan eserlerle sınırlı değildir. İslâmiyet’in Türkler arasında yayılmaya başlamasının hemen ardından yazılmaya başlanan Kur’an-ı Kerîm’in Türkçe’ye tercüme ve tefsirleri bu eserlerin başında gelmektedir. İslâm dinine ait bazı temel bilgilerin yer aldığı akâid ve fıkıh kitapları, ahlâka dair kitaplar, dua kitapları Müslümanların günlük ihtiyaçlarını karşılamak üzere kaleme alınan dinî eserlerdir ve bunların bir kısmı manzûm olarak kaleme alınmışlardır.

Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe’ye Tercüme ve Tefsirleri Türkler, İslâmiyeti kabul etmeleri ile birlikte dinin birinci kaynağı Kur’ân-ı Kerîm’i Türkçe’ye çevirmekte gecikmemişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm önce Samanoğulları döneminde Emîr Mansur b. Nuh’un oluşturduğu bir kurul tarafından Taberî Tefsiri esas alınarak Farsça’ya çevrilmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe’ye ilk tercümesi yine Farsça’ya yapılan tercüme ile aynı dönemde muhtemelen aynı heyetin Türk üyesi tarafından meydana getirilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe’ye ilk çevirileri satır arası çevirilerdir. Anadolu’da Türkçe büyük tefsir ve tercüme faaliyetleri ise mevcut en eski nüshalara göre Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan bir asır sonra yani on dördüncü yüzyılda başlamıştır. Mevcut tefsirlerin çoğu Ebu’l-Leys Semerkandî’nin tefsiri esas alınarak yapılmış veya onun aynen tercümesidir. Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe’ye ilk tercümelerinde Arapça ve Farsça kelimeler yok denecek kadar azdır. Mesela şeytan kelimesi “yak” ile tercüme edildiği halde, melek kelimesinin karşılığı bulunamamış ve Farsça “ferişteh” kelimesi ile karşılanmıştır.

Akâid ve Fıkıh Kitapları İnanç ve ibadet hayatıyla ilgili eserler, bazı dinî kuralları halka öğretme ihtiyacından kaynaklanan, dinî edebiyatımızın öğretici vasfının öne çıktığı didaktik eserlerdir. İnanç alanında manzum akâidler, Âmentü şerhleri, kazâ ve kader ile ilgili eserler yazılmıştır. Bu alanda yazılan eserlerin en meşhuru, Mehmed İlmî Efendi’nin Manzum Akâid’idir. Birgili Mehmed b. Pîr Ali’nin kaleme aldığı Vasiyetnâme isimli risâlesi, ezberlenebilmesi amacıyla, Bahtî tarafından 1642 yılında nazma çekilmiştir. Fıkıh alanında da aynı öğretici gayelerle pek çok eser yazılmıştır. Bu alanda bilinen ilk manzum eser, Gülşehrî’nin Manzum Kudûrî Tercümesi’dir. Ancak bu eser ele geçmemiştir. Diğer bir eser Balıkesirli Devletoğlu Yusuf’un 1425’te tamamladığı Vikâye Tercümesi olarak tanınan ilmihal konularını içeren mesnevîsidir. Eser Sultan İkinci Murad’a sunulmuştur. İmam A’zam Ebû Hanîfe’nin Fıkh-ı Ekber’inin tercüme ve şerhleri de önem arz etmektedir. Fıkhın bazı konularında müstakil manzumeler yazıldığı da olmuştur. Namazın ibadetinden bahseden Şurûtü’s-salât, orucun çeşitleri ve faziletini anlatan Fezâilü’s-sıyam, hacca dair bilgilerin yer aldığı Menâsikü’l-Hac, miras konularının ayrıntılı bir şekilde anlatıldığı Manzûme-i ferâiz türünden eserlerdir.

Ahlâk ve Nasîhate Dair Eserler Dinî edebiyatın öğretici karakteri dikkate alındığında yazılan eserlerin büyük çoğunluğunun dinî ve ahlâkî nasihatleri içerdiği görülecektir. Kutadgu Bilig ve Atabetü’l-hakâyık’tan başlayarak hemen her devrin özelliklerine uygun olarak ahlâkî konuları işleyen telif ve tercüme pek çok eser meydana getirilmiştir. insanların sahip olmaları gereken iyi huylar ile uzaklaşmaları gereken kötü huyları müstakil olarak anlatan kitaplar da yazılmıştır. Kınalızâde Ali Çelebi’nin Ahlâk-ı Alâî’si, Şemseddin Ahmed Sivâsî’nin Mir’âtü’l-ahlâk’ı, Muhyî-i Gülşenî’nin Ahlâku’l-kirâm’ı, bu tür eserlerdir. Ahlâk kitaplarının önemli bir bölümünü nasihat/öğüt tarzındaki kitaplar oluşturur. Feridüddîn-i Attar’ın Pendnâme isimli eserinin tesiriyle çok sayıda eser yazılmıştır. Çeşitli meslek mensuplarını uyarmak maksadıyla da nasîhatnâmeler yazılmıştır. Nasîhatnâme türünde yazılan eserlerden bazıları şunlardır: Yunus Emre, Risâletü’n-nushiyye, İbrahim Gülşenî Pendnâme, Sinan Paşa Nasîhâtnâme (Ahlâknâme), Zaifî Bûsitân-ı Nasâyıh, Güvâhî Pendnâme, Azmî Pendnâme, Nâbî Hayriyye, Zarifî Ömer Baba Pendnâme, Sünbülzâde Vehbî Lutfiyye.

DİNÎ DESTANÎ METİNLER

Dinî-Destânî Eserler
Bu destanların en eskisi Hâricîlerin ünlü kahramanı Hamza’nın adı etrafında gelişen Hamzanâmeler ile Horasanlı Ebû Müslim’in destanî hayatını anlatan Ebu Müslim Kitabı’dır. Bunlardan başka, Bizanslılara karşı giriştiği savaşlarda ismi öne çıkan Seyyid Battal Gâzi’nin menkabelerini anlatan Battalnâme, Anadolu içlerine kadar birçok şehri fetheden Dânişmend Gâzi’nin fetihlerini anlatan Dânişmendnâme, Anadolu ve Rumeli’deki fetihlerde gösterdiği kahramanlıklarla Sarı Saltuk’un maceralarını anlatan Saltuknâmeler meydana getirilmiştir.

Cenknâmeler ve Muhtelif Dinî Hikâyeler Savaşma, vuruşma anlamına gelen cenk kelimesinden türetilen cenknâme, Hz. Ali ve oğlu Muhammed Hanefiyye’nin katıldığı çeşitli savaşları anlatan dinî destanî mesnevîlere verilen genel isimdir. Mensur çeşitleri de bulunmaktadır. Türk edebiyatında XIV. yüzyıldan itibaren görülmeye başlanan Cenknâmelerin önemli temsilcileri bu yüzyılda yüzyılda yaşamış olan Yusuf- ı Meddah, Tursun Fakih, Kirdeci Ali ve Begpazarlı Maazoğlu Hasan isimli müelliflerdir. Kütüphanelerde destan mecmualarında kayıtlı bazen de mevlid metinlerinin arkasına ilave edilmiş halde bulunan hikâyeler şunlardır: Kesikbaş Destanı, Güvercin Hikâyesi, Geyik Hikâyesi, Ejderha Destanı, İbrahim Destanı, İsmail Destanı, Fatıma Destanı, Ukkâşe Hikâyesi vb.









ÜNİTE-10

Tasavvuf ve Edebiyat

GİRİŞ
Bilindiği gibi tasavvuf, Müslüman toplumlarda derin tesirler yaratmış bir düşünme ve yaşama biçimidir. Kelime olarak sof giymek, saf olmak, ilk safta bulunmak ve suffa ashabı gibi yaşamak anlamlarına gelen tasavvufun pek çok tanımı yapılmıştır. Marifet. Bilgi, tecrübî ve amelî bilgi, tanımak, âşinâlık. (Tas.) Sûfîlerin rûhanî halleri yaşayarak, mânevi ve ilâhî hakikatleri tadarak (iç tecrübe ile ve vasıtasız olarak) elde ettikleri bilgi, irfân. Bu yoldan Hakk'a dair elde edilen bilgiye marifetullah, buna sahib olan kişiye ârif-i billâh (ârif, urefa) denir. Tarîkat, ma’rifete ulaşmak için tutulan, bir takım kuralları ve esasları (usûl-erkân) bulunan yol demektir. Tarihî süreç içerisinde Bektâşîlik, Kadirilik, Yesevîlik, Nakşîlik, Mevlevîlik, Halvetîlik, Şazelîlik, Bayramîlik ve Rifâilik gibi adlarla anılan tarikatlar olmuştur. Bütün bu yollar, zamanla tekke adı verilen kurumların doğmasını sağlamıştır. Tekke, tarikatın usûl ve erkânının öğretildiği, dervişlerin ruhen ve ahlâken eğitilip olgun ve yetkin kişiler hâline geldikleri yerdir. Türk-İslâm Edebiyatı içerisinde, Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, Türk Tasavvuf Edebiyatı, Tasavvufî Halk Edebiyatı ve Tekke Edebiyatı gibi adlarla anılan bir edebiyatın oluşmasını sağlamıştır.

TASAVVUF VE EDEBİYAT

Çeşitli tarifleri bulunmakla birlikte tasavvuf, daha çok bir hâl ilmi olarak kabul edilir. Sûfî, hâl sahibidir. İlk sûfî adıyla anılan Kûfeli Ebû Hâşimdir. Daha sonra Süfyânü’s-Sevrî, Zü’n-Nûn el-Mısrî, Horasanlı Bâyezid-i Bistâmî, düşüncelerinden ötürü idam edilen Hallâc-ı Mansûr ve Cüneyd-i Bağdâdî gibi sûfiler yetişmiştir. Ebü’l-Kâsım Abdü’l-Kerim el-Kuşeyrî ve İmâm-ı Gazzâlî gibi büyük âlimlerin tasavvufu sistemleştiren eserler yazmalarıyla, bu cereyan kısa zamanda halk arasında yayılmıştır. İlk sûfî yazar Basralı Haris b. Esed el-Muhâsibî’den başlayarak, ünlü düşünür İbnü’l-Arâbî’ye kadar bütün büyük sûfîlerin eserleri, tasavvuf dilini oluşturmuş ve sûfi düşüncesinin varlık, bilgi ve ahlâk anlayışını ortaya çıkarmıştır. Edebiyatımızda bilhassa Horasan Melâmiliği ile İbnü’l-Arâbî ve Mevlânâ’nın tesiri çok açıktır. Başlangıçta Bağdatlı Cüneyd, Bâyezid-i Bistâmî ve Ebû Said Ebu’l-Hayr gibi sûfilerin söz ve menkıbelerinde görülen vücûdiyye mesleği, İbn Sinâ, Sühreverdi-i Maktûl gibi İşrâkî felsefeyi ve Yeni Eflâtuncu düşünceleri yayan filozofların da katkısıyla gelişmiştir. Tasavvuf şiiri, başlangıçta Halac-ı Mansûr’dan başlayarak Mısırlı şâir Ömer b. Fâriz’e kadar Arap edebiyatı içerisinde sınırlı bir daire dâhilinde gelişti. Ömer b. Fâriz’in Kasîde-i Tâiyye isimli eseri tercüme, tahmis ve şerh olunarak tasavvuf edebiyatı içerisinde bir çığır açmıştır. İran’da İbn Sinâ’nın sûfiliğe ilham teşkil edecek düşünceler serdetmesinin yanında, Şeyh Ebû Sâid Ebu’l-Hayr da şiirleriyle bu çığıra katkıda bulundular. Bilhas- sa rubaileri ile tanınan Ebû Sâid, Rudegi, Firdevsî, Hâkim Senâî ve Feridüddin-i Attâr’ın müjdecisi olmuştur. Daha sonraki dönemlerde eserlerini Farsça yazan Mevlanâ, Abdurrahman Câmî ve Kâsimü’l-Envâr gibi büyük şairler yetişmiştir.

Türk-İslâm Edebiyatı ve Tasavvuf Tasavvuf, eski Türk inanç ve gelenekleriyle paralellik arz eden metafizik tasavvurlarıyla kısa zamanda benimsenmiştir. Dervişler bölgeyi bir ağ gibi sarmış; Herat, Nişabur, Merv, Buhara, Fergana ve daha birçok yerde bu faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. XII. asra gelindiğinde, Türk illeri tasavvuf ve tarikatların en yoğun olduğu bölgelerden biri hâline gelmiştir. İslâm’ı din olarak kabul eden halk kitlelerinin büyük bir çoğunluğu, Baba ve Ata olarak anılan dervişleri benimsemişlerdir. Baba ve Ataların ilk temsilcileri, Korkut Ata ve Çoban Ata isimleriyle tanınan sûfîlerdir. Bu bölgelerde Muhammed Ma’şuk Tûsî ve Emir Ali Ebû Hâlis gibi sûfîler de yetişmiştir. Bununla birlikte Türk sûfîliğinin en önemli temsilcisi Hoca Ahmed Yesevî’dir. Ahmed Yesevî’nin tasavvufî anlayışıyla kurumsallaşarak bir tarikat hüviyetini kazanan Yesevîlik, her bakımdan bir Türk tarikatıdır. Bundan başka, Kübrevîlik ve Nakşîlik de Türk illerinde gelişen tarikatlardandır. Hoca Ahmed Yesevî, Mansur Ata, Sa’id Ata, Süleyman Hakim Ata ve Lokman Parende gibi hâlifelerini ve yüzlerce öğrencisini muhtelif bölgelere göndermiş, hikmet adıyla anılan tasavvufî şiirleriyle Türk illerini aydınlatmıştır. Tasavvufun Türk edebiyatına iki şekilde etkisinden söz edilmektedir:

1.Divan şiirine etkisi: Tasavvuf, vezin, şekil ve muhteva itibariyle İslâm kültür coğrafyasının bir eseri olan, özellikle XVI. ve XVII. yüzyıllarda gerçek anlamda hüviyetini kazanan divan şiirine etki etmiştir. Tasavvufun divan şiirine etkisi, tasavvufî mesnevîler, menâkıbnâme ve tezkiretü’l-evliyâ gibi türlerin doğmasına sebep olmuştur. 2.Halk şiirine etkisi: Bu etki, Ahmet Yesevî’nin başlattığı ve Yesevî dervişlerinin geliştirip yaydığı hikmet geleneğinde ortaya çıkmaktadır.

Edebiyat tarihine bakıldığında, tasavvuf edebiyatı için XIII. asrın büyük önemi olduğu görülür. Bu dönem, tasavvuf edebiyatı açısından hem kuruluş, hem ihtişam çağı olarak değerlendirilebilir. Hacı Bektaş- ı Velî’nin Arapça olan Makâlât isimli eseri, manzum ve mensur olarak Türkçeye çevrilmiş; Ahmet Fakih ve Şeyyad Hamza gibi şairler, Türkçe yazdıkları şiirlerle Anadolu’da filizlenen edebî hayatı beslemişlerdir. Bütün bu şairler, Anadolu’da yoğrulan yeni bir medeniyetin de öncüleridir. Bu yüzden dönemi, Anadolu’daki Türk kültür hayatının tedvin asrı olarak nitelendirmek mümkündür.

XIV. yüzyıl, daha çok Yunus takipçilerinin asrı olarak kabul edilir. Türk halkına tasavvufî ilkeleri öğretmek amacıyla Garibnâme’yi kaleme alan Âşık Paşa, doğrudan doğruya tasavvufu konu edinen Fakrnâme ve Vasf-ı Hâl isimli mesnevîleri de telif etmiştir. Menâkıbnâme tarzının ilk örneği olan Menâkıbü’l-Ârifîn’in yazarı Eflâkî, Hacı Bektâşî Velî’nin müridi olup Yunus tarzını bu muhit içerisinde en güzel temsil eden Said Emre ve Attar’ın Mantıku’t-Tayr isimli ünlü mesnevîsini Türkçe’ye kazandıran Gülşehrî’yi de bu dönemde anmak mümkündür.

XV. asır, Timur’a karşı kaybedilen Ankara Savaşı’yla Anadolu’da Türk birliğinin dağılmasıyla başlar. Bu yüzyılda İstanbul fethedilerek Türk-İslâm kültürünün merkezi hâline dönüştürülmüştür. Bazı tarihçilerin Fatih Rönesansı olarak nitelendirdikleri bir süreci de içine alan bu dönem, fikrî, dinî, mimârî ve sanatsal açıdan tasavvufun geliştiği, merkezden muhite yayıldığı bir dönemdir. Bu gelişmelere paralel olarak tasavvuf edebiyatı da çığ gibi büyümüştür; bu bakımdan dönem, gerek şâir, gerekse eser yönünden oldukça zengindir. Nitekim dönem içerisinde, Mevlid türünün oluşmasını sağlayan Vesîletü’n-Necât’ın şâiri Süley- man Çelebi, Somuncu Baba ismiyle bilinen Hamîd-i Velî, Emir Sultan, Hâlilnâme’yi kaleme alan Abdülvâsî Çelebi, Ankara’yı merkez edinerek çiftçi ve esnaf üzerinde derin tesirler icra eden Bayramiye Tarîkatı’nın kurucusu Hacı Bayram-ı Velî, Fatih’in hocası Akşemseddin, Muhammediye’nin yazarı Yazıcıoğlu Mehmed, Yazıcıoğlu’nun kardeşi ve Envâru’l-Âşıkîn’in müellifi Ahmed Bîcan, Kaygusuz Abdal olarak da tanınan Alaiyeli Alaaddin Gaybî, Eşrefoğlu Rûmî, Dede Ömer Rûşenî, Kemal Ümmî, Cemâl-i Halvetî ve İbrahim Tennûrî gibi sûfi şairler yetişmiştir.

XVI. asır siyasi alanda yükseliş dönemini temsil eder. Bu dönemde, Molla Câmi’nin ünlü eseri Nefehatü’l-Üns’ü tercüme eden Nakşî şeyhlerinden Lamiî Çelebi, İbnü’l Arâbi’nin ünlü eseri Fusûsu’l-Hikem’i tercüme eden Nev’î Yahyâ, Gencine-i Râz ve Şâh u Gedâ isimli ahlâkî ilkeleri telkin edici mesnevîlerin yazarı Dükâkinzâde Taşlıcalı Yahya, Kerbela faciasının destanı olarak nitelendirilmesi mümkün olan Hadîkatü’s-Süedâ isimli makteli ve mecazî aşktan hakîkî aşka geçişi anlatan Leylâ vü Mecnûn ile dinî edebiyata dair Hadîs-i Erbaîn Tercümesi’ni yazan Fuzûlî ve sultânü’ş-şu’arâ olarak kabul edilen Bakî yetişmiştir. Bunlardan başka Kara Fazlî, Hilye-i Hakânî ve Hadîs-i Erbâin Tercümesi ile haklı bir şöhrete ulaşan Hakânî Mehmed Bey, Dükâkinzâde Ahmed, Halvetîlik içinde Gülşeniyye kolu- nun kurucusu olan İbrahim Gülşenî, Ahmet Sarban, Vahib Ümmî, Üftâde, Şemseddin Sivâsî, Seyyid Seyfullah, Hurûfî şâir Arşî ve şathiyyesi ile tanınan Azmî Baba dönemin sûfi şairleri olarak kabul edilmektedir.

XVII. asır siyâsî alanda duraklama asrı olarak bilinir. Celâlî isyanlarının yanında, dinî kültürel alanda da Sivâsîler-Kadızâdeliler mücadelesi adıyla tarihe geçen tekke-medrese tartışmalarının ayyuka çıkmıştır. Bu dönem, sayıları gittikçe artan tekkelerde şiir ve mûsikînin ön plana çıktığı ve hece-aruz ayrımı yapılmaksızın bol miktarda tasavvufî şiir örneklerinin verildiği bir çağdır. Dönemin sûfî şairleri içinde, Muhyî, İdris- i Muhtefî, Zâkirî, Hüseyin Lâmekânî, Derviş Osman, Aziz Mahmûd Hüdâyî, Şeyhî, Abdulehad Nûrî, Akkirmanlı Nakşî, Zâkirzâde Abdullah Biçâre, Cahîdî, Sarı Abdullah Abdî, Sinan-ı Ümmî, Sunu’llâh-i Gaybî, Divitçizâde Mehmed Talib, Derviş Himmet, Niyâzi-i Mısrî ve Mehmed Nazmî’yi zikredebiliriz.

XVIII. asır, geçen asırdan miras kalan siyasi, iktisadi ve sosyal sıkıntılarla geçmiştir. Lâle devrini kapatan Patrona Hâlil İsyanı ve ıslahat hareketlerinin öncülerinden olan III. Selim’in ölümüne sebebiyet veren Kabakçı Mustafa İsyanı gibi iki önemli sosyal hareket yaşanmıştır. Aynı şekilde bu dönem, özellikle tasavvuf edebiyatda umumi bir duraklama ve gerilemenin ortaya çıktığı çağ olarak da gösterilebilir. Süleyman Nahifî, Şeyh Galib, Esrar Dede, Bursalı İsmail Hakkı, Edirne’de Sezâî-i Gülşenî, Neccarzâde Rıza, Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi şairler de yetişmiştir. Bunlardan başka, Mahvî, Mehmed Nasûhî, Mehdî, Hasan Senâyî, Mustafa Azbî, Süleyman Zâtî, Cemâleddîn-i Uşşâkî, Üsküdarlı Hâşim, Fahreddin Fahrî ve Mustafa Zekâî de tasavvufî şiir vadisinde eserler ortaya koymuş şairlerdir.

XIX. asır, ıslahat hareketlerinin devletin temel politikalarını belirlediği dönemdir. Yeniçeri Ocağı’na karşı Nizâmî-ı Cedîd Ocağı’nın kuruluşuyla başlayan bu asırda, Tanzîmat Fermânı ve Islahat Fermânı gibi batılılaşma yönünde güçlü adımlar atılmıştır. Nazif Dede, Kuddusî, Sivaslı Sûzî, Bektâşî mürşitlerinden Mehmed Ali Hilmi Dede, Edib Harâbî Baba, Hanya Mevlevîhânesi dedelerinden Kara Şemsî, Terzi Baba adıyla anılan Hayyat Vehbî, Dertli, Seyrânî ve Türâbî gibi şahsiyetler bu asırda yetişmiştir.

Tasavvuf Edebiyatında Zümreler Edebi muhit, edebiyatçının içinde yetiştiği, izini süreceği ustaların şiirlerini ve sohbetlerini dinlediği, kendi şiirlerini okuduğu ve icabında eleştiriler alarak yetiştiği ortamlardır. Sûfi şairin muhiti, içinde yetiştiği tekkedir. Zümre, cemaat, topluluk; bölük, grup, sınıf, takım, bölüm; cins, nevi gibi anlamlara gelir. Edebiyat biliminde ise, edebi eserleri tasnif etmek için kullanılan bir tabirdir. Her tekkenin bir zümre teşkil ettiği düşünülebilir. Ancak bu türden bir tasnif, işimizi kolaylaştırmaz. Diğer bir ifadeyle, Yesevî zümresi, Mevlevî zümresi, Bektâşî zümresi, Nakşî zümresi gibi bir tasnif, her tarikatı bir edebi okul olarak ele almak anlamına gelir. Bu ise, tasnif yaparak çözümleme yapmak isteyenlerin işini zorlaştırır. Bu bakımdan muhitten yola çıkmakla birlikte edebi eserin mahiyetini dikkate alarak bir tasnif yapmak yerinde olur.

Buna göre tasavvuf edebiyatı iki ana koldan gelişmiştir:
1. Tasavvufî halk edebiyatı Yesevî’nin hikmet geleneğiyle gelişen edebiyattır. Bu edebiyat, hece vezniyle, mâni ve koşma gibi nazım şekilleriyle oluşur ve hikmetten başka, ilâhî, nefes, nutuk, devriye, şathiye, destûr, medednâme ve düvaz imam gibi türleri içerir. 2. Klasik tasavvuf edebiyatı Mevlana çizgisinde gelişen bir edebiyattır. Bu edebiyat, aruz vezniyle, gazel, kasîde, kıt’a, musammat, terkîb- bend, tercî- bend, rubâî, tuyuğ ve mesnevi gibi nazım şekilleriyle oluşur ve tevhid, münacat, na’t, mevlid, hilye gibi dinî edebi türleri içerir. Bu iki temel koldan başka konuları ele alış biçimlerine göre de üç temel zümreden bahsetmek mümkündür. Bunlar; 1. Zühdî edebi zümre, daha çok dinî ve tasavvufî düşünceyi telkin eden eserleri içerir. 2. Vahdetçi aşkın zümre edebiyatı, vücûdun birliği ilkesini (vahdet-i vücûd) benimseyen, aşk ve cezbeyi esas alan tasavvufî çevrelerin eserlerini içermektedir. Bu zümre içerisinde eser veren bazı şairleri zikredebiliriz: Yunus Emre yolunda giderek şiir söyleyen Hacı Bayram-ı Velî, Sarban Ahmed, Kaygusuz Vizeli Alaaddin, Emir Osman-ı Haşimî, Muhyî, İdris-i Muhtefî, Oğlanlar Şeyhi İbrahim, Sunullah Gaybî, Sarı Abdullah Efendi, Dukâkinzâde Ahmed Bey, Hüseyin Lâmekânî, Osman Kemâlî, Ahmed Rindî... 3.Bektaşî zümre edebiyatı, bir yönüyle vahdetçi aşkın zümre edebiyatını andırmakla birlikte, kendisine has karakteri olan bir edebiyattır. Zamanla Babâî, Kalanderî, Hurûfi, Kalenderi, Kızılbaş, ve Tahtacı gibi isimlerle anılan muhitleri de içine alarak genişleyen bu zümre içerisinde, Ha- cı Bektâş-ı Velî’den başlamak üzere, Abdal Musa, Kaygusuz Abdal Viranî, Teslim Abdal, Yemini, Muhyiddin Abdal, Şah İsmail Hataî, Pir Sultan Ab- dal, Kul Himmet, Seyrani ve Kalender Abdal gibi büyük şairler yetişmiştir.

TASAVVUFÎ TÜRLER

Sufi şairler, manzum (şiirsel) ve mensur (düzyazı) pek çok eser yazmışlardır. özellikle tasavvufî halk edebiyatı yahut tekke edebiyatı olarak kabul edilen saha içerisinde ortaya konan, ilâhî, nefes, nutuk, devriye, tarîkatnâme, şefaatnâme, destur ve düvazdeh gibi türler de vardır. Tasavvufî eserleri genel olarak iki gurupta tasnif etmek mümkündür: 1- Tasavvufî düşünceyi öğretmeyi amaçlayan eserler. 2- Hâl dilinin dışa yansıdığı eserler. Tasavvufî düşünceyi öğretmeyi amaçlayan eserler, uyarıcı, telkin edici, yolun usul ve erkânını öğretici eserlerdir. Bunlar başta tasavvufî mesneviler olmak üzere, tezkiretü’l-evliya, menakıbnâme, evliyânâme velâyetnâme ve mansûrnâme gibi tekke geleneğini ve tarihini aktaran manzum ve mensur eserler; Nasihatnâme, sohbetnâme, ibretnâme, faziletnâme, tenbihnâme, minbernâme ve vasiyetnâme gibi yolun esaslarını telkin eden eserler; telkinnâme, erkannâme, tâcnâme ve tarikatnâme gibi edeb ve erkânını gösteren eserlerdir. Bunlardan başka, vahdetnâme, vücûdnâme, şathiye ve devriye gibi tasavvuf düşüncesinin temel konularını açıklayan eserleri; şefaatnâme, desturnâme ve istimdadnâme gibi ululardan yardım dilemeyi salık veren eserleri; besmelenâme, ihlâsnâme ve ayetnâme gibi sûfiyi Kur’anın anlamıyla buluşturan eserleri ve salatnâme, oruçnâme, ramazannâme, hacnâme, kıyametnâme, mahşernâme ve fetvanâme gibi dinî görevleri ve temel hukuki meseleleri öğreten eserleri de zikretmek gerekir. Ayrıca istihracnâme gibi geleceğe ilişkin çıkarımlar yapan manzumeleri, tahassürnâme gibi gafletle geçen zamanın muhasebesini yapan eserleri de bu grupta değerlendirebiliriz. Tevhid, münacat, na’t, miracnâme, ilâhî, nefes ve bazı hikmet, nutuk, devriye ve şathiyelerin, vecdin ve cezbenin tesiriyle söylendiği görülür. Bu eserler, hâl dilinin dışa yansıdığı eserlerdir. Tasavvuf edebiyatının temel özelliklerini gösteren, hikmet, ilâhî, nefes, devriye, gülbank ve menakıbnâme türlerini ayrıntılı olarak ele almakta fayda vardır.

Hikmet Hikmet, etimolojik olarak, herhangi bir konuda hüküm vermek ve yargılamak anlamına gelir. Türkçede, mefhumları en iyi ve en doğru bilgiyle bilmek anlamına gelir. Filozofa ise, hakîm denmiştir. Hikmet daha çok pendnâme, hikemiyyat ve rubai tarzı söylenen şiirlerde görülür. Hikmetler, felsefe, tasavvuf, zühd, şeriat, ahlâk, adab, gelenek, adetler gibi konular üzerine söylenir. Hikmet, öncelikle Ahmed Yesevî'nin manzumelerine verilen isimdir.

İlâhî İlâhî, kelime olarak, ilâha ait, tanrısal demektir. Türk-İslâm edebiyatının bir kavramı olarak ilâhî, Allah aşkıyla dile getirilmiş her türlü şiire denir. Çeşitli usullerle bestelenip okunan ilahîlerde tasavvuf neşvesi hakimdir. Bazı tekkelerde farklı isimlerle anılsa da özü itibariyle ilâhî olan türler şunlardır: a. Âyin: Genel olarak dinî tören anlamına gelen âyin, Mevlevi tekkelerinde zikir ve semâ sırasında okunmak üzere çeşitli makamlarda bestelenen şiirlerdir. Âyinleri okuyan kişilere âyinhan adı verilir. b. Tapuğ: Gülşenî tekkelerinde zikir esnasında mûsikî eşliğinde okunan ilâhîlerdir. c. Nefes: Alevî-Bektaşî ve Melâmî şairlerin vahdet telkin eden ilâhîleri- ne verilen addır. Bunlar vücûdun birliği ilkesini (vahdet-i vücûd) ne- feslerle telkin ederler. Bektâşiler, na’t ve Hz. Ali medhiyesini de nefes olarak isimlendirirler. Nefesler, gazel ve koşma tarzında heceyle yazıldığı gibi, aruzla yazılanları da vardır. Bektaşi tekkelerinde daha çok âyin-i cemlerde saz eşliğinde okunur. d. Duraklar: Ekseriyetle Halvetî tekkelerinde ve zikrin iki faslı arasında bir veya iki zâkir tarafından okunan ilahîlerdir. e. Cumhûr: Tekkelerde cemaat hâlinde okunan ilâhîlere verilen addır.

Devriyye Devir kelimesi; dönme, bir şeyin kendi mihveri üzerine hareketi, bir şeyin etrafında dolaşma, bir memleketin her tarafını gezip dolaşma, bir şeyin diğerine teslimi, askerî bölük veya takımın teftiş ve güvenlik için dolaşması, zaman ve asır gibi anlamlara gelir. Kelime tasavvufta iki farklı anlamda kullanılmaktadır: Bunlardan ilki, bazı tarîkatlarda dervişlerin dönerek icrâ ettikleri zikir ve semâ’ı ifade etmektedir. İkincisi ise, varlıkların Hak’tan gelişini ve tekrar ona dönüşünü açıklayan tasavvufî bir nazariyedir. Devriyeler işledikleri konulara göre ikiye ayrılmaktadır: Bunlardan dünyaya gelişi (kavs-i nüzûl) anlatanlara ferşiyye, insanın ahlâken olgunlaşarak hakîkate ermesini (kavs-i urûc) anlatanlara ise arşiyye adı verilmektedir. Ferşiyyelerde mutlaktan ayrılarak âlem-i süflîye geliş; arşiyyelerde ise dünyadan tekrar yüce âleme doğru yapılan seyâhat anlatılmaktadır. Üsküdarlı Hâşim Baba’nın Devriye-i Ferşiyye’si ferşiyyelerin; ünlü mu- tasavvıf ve şâir Niyâzî-i Mısrî’nin Devriye-i Arşiyye’si de arşiyyelerin en tanınmış örnekleridir.

Gülbank Gülbank kelimesi; Farsça kökenlidir, gül sesi anlamına gelir. Terim olarak, tekkelerde ayinlerde, bazı dinî ve resmî törenlerde belli bir makamla okunan dualara denir. Gülbankler, genellikle bitirilen işin ardından gülbank çekmekle görevli kişi tarafından okunur. Evleviyye, Bektâşiyye ve Halvetiyye'nin bazı kollarının yanı sıra Yeni- çeri Ocağı'nda da gülbank okunması yaygın bir âdetti.

Menâkıbnâme Menâkıb, kelime olarak öğülecek iş, hareket ve meziyet anlamına gelir. Terim olarak, din büyüklerinin manevî hallerini ve durumlarını anlatan rivayetleri ifade eder. Menâkıbnâme ise, bir velinin hayatının çevresinde oluşmuş menkabe veya kerametleri anlatan eserlerdir. Edebiyatımızda iki çeşit menâkıbnâme yazılmıştır. Bunlar;
1. Din uğruna savaşanların hayatlarını, maceralarını ve manevî kuvvetlerini konu edinen destansı eserler. Cenknâmeleri, Hamzanâmeleri, Battalnâmeleri ve bazı gazavatnâmeleri bu grubun içerisinde değerlendirmek mümkündür.
2. Zühd ve takvasıyla ünlenen velilerden söz eden eserler. Bu grup eserler ise, iki çeşittir:
1. Biyografik menâkıbnâmeler,konu edilen velîlerin devrinde yahut çok kısa bir zaman sonra kendisiyle aynı çevrede yaşayan kişiler tarafından kaleme alınmıştır.
2. Derleme Menâkıbnâmeler ise, velînin ölümünden uzun bir zaman sonra yazılmış olan eserlerdir. Bu eserler, ayrı ayrı kişiler veya velînin takipçileri tarafından yazılır.
 
Üst