AÖF DERS NOTLARINA HOŞ GELDİN!

Ders notlarına erişmek için lütfen ücretsiz kayıt olunuz.

Ücretsiz Kayıt ol!

VİZE Türk Siyasal Hayatı Vize Ders Notları (Güncel)

Moderator
Mesajlar
419
Tepkime puanı
28
Puanları
18
ÜNİTE 1

II. MEŞRUTİYETTEN CUMHURİYET’E TÜRKİYE’DE SİYASAL YAŞAM (1908-1923)

İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE II. MEŞRUTİYET’İN İLANI

II. ABDULHAMİT İDARESİ VE İTTİHAT VE TERAKKİ

CEMİYETİNİN KURULUŞU

Osmanlı Devleti’nin ilk anayasası olan Kanun-i Esasi’yi 1876 yılında ilan eden ve ilk Mebusan Meclisini 1877’de açan II. Abdülhamit, Osmanlı-Rus Harbi’ni öne sürerek, 1878’de önce meclisi kapattı ardından da anayasayı askıya aldı. II. Abdülhamit, çok dinli ve çok milletli bir imparatorlukta anayasa ve meclisin ülkeyi parçalayıp dağıtacağına inanmıştı. Tanzimat ve Abdülhamit Dönemlerinde açılan yüksekokullardan mezun olan asker ve sivil bürokrasiden çeşitli gruplar ise imparatorluğun toprak bütünlüğünün sağlanması ve farklı etnik ve dinî toplulukların birlikte yaşama iradesi göstermesi için anayasanın yeniden yürürlüğe konulması ve yapılacak seçimlerle meclisin yeniden açılmasını istiyorlardı. Bu amaçlarla bir araya gelen bir grup Askeri Tıbbiye Mektebi öğrencisi, 1889 yılında ittihadı Osmanî Cemiyeti adıyla gizli bir örgüt kurdular. Jön Türk muhalefeti Avrupa başkentlerinde sıkışmış bir fikir hareketine dönüşürken Edirne’de posta memuruyken Selanik’e sürülen Mehmet Talat Bey ve arkadaşları 1906 yılında Selanik’te Osmanlı Hürriyet Cemiyetini kurdular. Cemiyetin on kurucusundan yedisi asker, üçü ise sivildin ilişkileri vardı. iTC’nin kısa sürede Makedonya’da yayılmasının en önemli nedenlerinden biri bölgenin Yunan, Bulgar, Makedon ve Sırp milliyetçiliklerinin merkezî olmasıydı. Bölgede yaşayan Müslüman Türk toplulukların yükselen milliyetçi hareketler karşısında kendilerini tehdit altında hissetmeleri, iTC’nin Makedonya’da örgütlenmesini hızlandırdı. iTC, kısa sürede II. Abdülhamit idaresinden hoşnut olmayan asker ve küçük memurlar arasında yayıldı.

HÜRRİYET İLANI VE SEÇİMLER
iTC’nin amacı yeterince güçlendiğinde İstanbul’a giderek II. Abdülhamit’i devirmek ve meşrutiyeti ilan etmekti. 1908 yılının Haziran ve Temmuz aylarındaki gelişmeler beklenen fırsatı doğurdu. 9 ve 10 Haziran’da İngiltere kralı VII. Edward ve Rus çarı II. Nikolas arasında gerçekleşen ve gündeminde Makedonya için bir reform paketi bulunan Reval görüşmeleri nedeniyle durum çok gergindi. Çoğu iTC üyesi hemen harekete geçilmezse görüşmenin Makedonya’nın kaybıyla sonuçlanacağına inanıyordu. Aynı günlerde hükûmet iTC’nin yer altı faaliyetlerini keşfetmeye ve örgütü çökertmeye çok yaklaşmıştı. iTC, bu koşullar altında harekete geçmeye karar verdi. Binbaşı Enver’in ve Kolağası Arnavut Niyazi Bey’in Haziran sonlarında genç subaylardan ve gönüllü sivillerden oluşan silahlı çeteleriyle dağlara çıkması, hareketi açık bir isyana dönüştürdü. İttihatçılar devrimi gerçekleştiren güç olmasına rağmen, II. Abdülhamit’i tahttan indirecek güveni henüz kendilerinde bulamamışlardı. Çoğu yirmili yaşların sonu, otuzlu yaşların başında olan ittihatçılar, devlet idaresi için genç ve tecrübesizdiler. İttihatçılar, kıdem ve yaşın otoritenin önemli parçası olduğu bir siyasal kültürde, hükûmeti doğrudan idare etmek yerine Sadrazam Sait Paşa’ya, ardından da yine tecrübeli bir devlet adamı olan Kıbrıslı Kamil Paşa’ya bıraktılar. Ancak hükûmetleri dışarıdan kontrol etmeye devam ettiler. Seçmenler: 1908 seçimlerinde oy vermek içi erkek olmak, 25 yaşına gelmiş olmak ve az çok vergi ödemek gerekiyordu. Seçim sistemi iki dereceli ve basit çoğunluğa dayalıydı. Buna göre önce müntehib-i evvel adı verilen birinci seçmenler, müntehib-i sânî denilen ikinci seçmenleri seçeceklerdi. İkinci seçmenler ise Heyet-i Mebusan’a girecek mebusları seçeceklerdi. Bu seçim sistemi 1946 yılına kadar Türkiye’de siyasal hayatı yönlendirmeye devam etti.

31 MART İSYANI VE II. ABDULHAMİT’İN TAHTTAN İNDİRİLMESİ
Seçimlerden sonra iTC iki muhalefet grubuyla mücadele etti. Bu gruplardan birincisi Prens Sabahattin’in fikirlerine dayanan Ahrar Fırkası’ydı. Ahrar Fırkası seçim yenilgisinden sonra basın yoluyla muhalefetini şiddetlendirdi ve ittihatçıları destekleyen gazetelerin yanıt vermesiyle siyasal ortam gerildi. Muhalif bir gazetecinin vurulmasından sonra iTC aleyhine gösteriler başladı. İkinci muhalefet grubu ise alt düzeyde ulemadan ve tarikat şeyhlerinden oluşan muhafazakâr çevrelerden geldi. Nakşibendî şeyhi derviş Vahdetî’nin Volkan gazetesi çevresinde ve ittihad-ı Muhammedi Cemiyeti altında örgütlenen bu grup şeriat düzeni lehinde gösterilere başladı. iTC, isyanı meşrutiyet devrimini hedef alan karşı devrimci bir kalkışma olarak gördü. iTC İstanbul’daki gücünü yitirse de doğduğu Makedonya’da hâlâ güçlüydü. Makedonya’daki 3. Ordu birlikleriyle gönüllülerden oluşan Hareket Ordusu, Mahmut Şevket Paşa komutasında İstanbul’a girdi. 24 Nisan’da kenti işgal eden Hareket Ordusu isyanı bastırdı. 27 Nisan’da ise II. Abdülhamit isyana destek verdiği gerekçesiyle tahttan indirildi ve yerine küçük kardeşi Mehmet Reşat Efendi padişah ilan edildi.

1909-1913 DÖNEMİ SİYASAL YAŞAM
31 Mart isyanı’ndan kısa bir süre sonra çoğulcu siyasal yaşama geri dönüldü. Bu dönemin en önemli özelliklerinden biri çeşitli sınıfsal, etnik, dinsel, entelektüel ve mesleki grupların dernekler, siyasal partiler, meslek örgütleri ve dergiler etrafında örgütlenmeleridir.
Bu dönemde ordunun siyasetteki yeri önemli bir tartışma konusu oldu. iTC’nin asker üyelerinin çoğu küçük rütbeli subaylardan oluşuyordu. Bu subayların iTC içinde önemli konumlarda olması ordu içindeki disiplini ve hiyerarşiyi bozuyordu. 31 Mart isyanı’nı bastıran Mahmut fievket Paşa, iTC’li subayların orduyla siyaset arasında tercih yapmaları için baskı yaptı. Buna rağmen ordu mensuplarının siyasetteki ağırlığı devam etti.

iTTiHAT VE TERAKKİ iKTiDARI VE iMPARATORLU⁄UN SONU

BABIALİ İSYANI VE İTTİHAT VE TERAKKİ İKTİDARI

Devrimin ilan edildiği ilk günlerde yeni rejimin toprak kayıplarını durduracağı inancı, Avusturya Macaristan’ın 1876’da işgal ettiği Bosna Hersek’i ilhak etmesi, Bulgaristan’ın, 1878’de özerk vilayet olarak kurulan Doğu Rumeli ile Girit’in de Yunanistan’la birleşmesiyle sarsıldı. 1910 yılında patlak veren Arnavut isyanı ve Yemen isyanı, 1911 yılında İtalya ile yapılan Trablusgarp Savaşı’nı, Osmanlı Devleti açısından ağır sonuçlar yaratan Balkan Savaşları izledi Darbenin hemen ardından Balkan devletleri yeniden saldırıya geçtiler. 26 Mart’ta Edirne Bulgaristan’ın eline geçti. 10 Haziran 1913’te imzalanan Londra Antlaşması’yla Osmanlı Devleti Midye-Enez hattının batısında kalan tüm Balkan topraklarını kaybetti. Bulgaristan’ın kazandığı topraklar karşısında diğer Balkan Devletlerinin Bulgaristan’a saldırmasıyla savaşın ikinci evresi başladı. İttihatçılar bu fırsatı değerlendirdiler ve Enver Bey yönetiminde Edirne’ye girerek şehri geri almayı başardılar. Babıâli: Osmanlı Devleti’nde İstanbul’da sadaret (Başbakanlık), dâhiliye ve hariciye nezaretleri (İçişleri ve Dışişleri bakanlıkları) ile fiûrayı devlet (Danıştay) dairelerinin bulunduğu yapı. Osmanlı hükûmeti.











TÜRKÇÜLÜK İDEOLOJİSİNİN YÜKSELİŞİ
II. Meşrutiyet’in resmî ideolojisi Osmanlıcılıktı. Osmanlıcılık ideolojisi, Osmanlı idaresi altında yaşayan tüm dinsel ve etnik unsurları Osmanlı vatanı ve Osmanlı hanedanına sadakat temelinde birleştirme ülküsü güden bir ideolojiydi. İnanç ve dil farkı gözetmeksizin tüm unsurların anayasal, parlamenter bir monarşi içinde eşitliğini öngören Osmanlıcılık, ittihad-ı Anasır (unsurların birliği) fikrini benimsiyordu. Osmanlıcılık ideolojisi, başlangıçta devlet otoritesini güçlendirecek ve toprak kayıplarını engelleyebilecek birleştirici bir ideoloji olarak görüldü Osmanlıcılık ideolojisi: Osmanlı idaresi altında yaşayan tüm dinsel ve etnik unsurları Osmanlı vatanı ve Osmanlı hanedanına sadakat temelinde birleştirme ülküsü. Türkçülüğün bu yıllarda sistematik bir fikir akımı olarak gelişmesini sağlayan düşünür, aynı zamanda iTC’nin ideoloğu olan Ziya Gökalp’tir. Gökalp’in Türk milliyetçiliğe ilişkin fikirleri en olgun ifadesini “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” ve “Türkçülüğün Esasları” adlı iki eserinde bulur. Gökalp’in önerdiği Türk milliyetçiliği ortak kültürel değerler, ortak dil ve alışkanlıklara dayalı kültürel bir milliyetçiliktir.
II. DÜNYA SAVAŞI VE OSMANLI İMPARATORLUĞUNUN SONU
28 Haziran 1914’te Avusturya arşidükü Franz Ferdinand’ın Saraybosna’da bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesiyle Avusturya Sırbistan’a savaş ilan etti. Suikastın üstünden beş hafta geçtikten sonra, Avrupa devletleri kendilerini dünyanın ilk küresel ölçekli savaşı içinde buldu. İttihatçılar, Balkan Savaşları’nın ardından, uluslararası arenada yalıtılmışlıklarına son vermeleri gerektiğine inanıyorlardı. Aksi hâlde imparatorluk topraklarının Avrupa güçleri arasında parçalanacağını düşünüyorlardı. İttihatçılar, 1914’te Britanya, Fransa ve Rusya’nın oluşturduğu üçlü itilaf Devletleri’yle ittifak kurmak için girişimlerde bulundular. Savaş büyük bir yenilgiyle son bulmasına rağmen, savaşın yarattığı olağanüstü koşullar, ittihatçılara bir dizi radikal reformu hayata geçirme imkânı verdi. Eğitim ve hukuk alanındaki reformlar toplumsal yaşamı, laik ve milliyetçi bir çizgide dönüştürürken ekonomik yaşamda da Müslüman-Türk girişimci ve tüccarı kayıran milliyetçi politikalar izlendi. Savaş yılları toplumsal kimliğin Müslüman-Türk kimliği etrafında yeniden tanımlanmasını da sağladı. II. Meşrutiyet Dönemi’ni incelemiş olan Tarık Zafer Tunaya’nın değişiyle, II. Meşrutiyet Dönemi siyasal gelişmeleri ve fikir akımlarıyla “Cumhuriyet’in siyasal laboratuvarı” ve “Türkleri imparatorluk formülünden demokratik bir Cumhuriyet formülüne iletmiş bir köprü” oldu.
(1918-1920) MONDROS MÜTAREKESİ VE YEREL DİRENİŞ HAREKETLERİNİN DOĞUŞU
30 Ekim 1918’de itilaf Devletleri’yle Osmanlı Devleti arasında Mondros Mütarekesi imzalandı. 25 maddeden oluşan mütarekenin koşulları son derece ağırdı. Anlaşmanın 1. maddesiyle Karadeniz’e geçiş güvenliğini sağlamak üzere, Boğazların kontrolü itilaf Devletleri’nin eline geçiyordu. 5. maddeyle, güvenlik amacıyla tutulan az sayıda asker dışında, Osmanlı ordusu tümüyle terhis edilecekti. Anlaşmanın 7. ve 24. maddeleri ise Anadolu’nun işgaline zemin hazırlıyordu. 7. maddeye göre itilaf Devletleri güvenliklerine yönelik herhangi bir tehdit durumunda istedikleri stratejik noktaları ele geçirebileceklerdi. 24. maddeye göre ise Erzurum, Van, Elazığ, Bitlis, Diyarbakır ve Sivas vilayetlerinde karışıklık çıkması durumunda bu bölgelerin herhangi bir bölümünü işgal edebileceklerdi. İzmir ve çevresinin Yunan birlikleri tarafından işgaline karşı İstanbul’un herhangi bir direniş göstermemesi, yerel direniş hareketlerinin ortaya çıkmasını ve devletten bağımsız olarak örgütlenmesini sağladı. Ege direnişinin örgütlenmesinde ittihatçılar büyük rol oynadılar. Birçok yerde Osmanlı ittihat ve Terakki Cemiyeti yazan levhalar silinip yerine Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti (MHC) yazıldı. Başlangıçta birbirlerinden bağımsız kurulan MHC’ler, kısa sürede kuruldukları köy ve kasabaların sınırlarını aşarak ortak örgütlenmelere gittiler. MHC’ler, milis birliklerinden oluşan Kuvayı Milliye güçleriyle işgale karşı silahlı direnişe geçtiler Manda: I. Dünya Savaşı’ndan sonra, kimi az gelişmiş ülkeleri, kendi kendilerini yönetecek bir düzeye eriştirip bağımsızlığa kavuşturuncaya dek Uluslar Birliği (Cemiyet-i Akvam) adına yönetmek üzere kimi büyük devletlere verilen vekillik. 10 Temmuz’da I. Edirne Kongresi, 28 Haziran-12 Temmuz arasında I. Balıkesir, 26-30 Temmuz arasında II. Balıkesir Kongreleri, 6-9 Ağustos arasında I. Nazilli Kongresi, 16-25 Ağustos arasında Alaşehir Kongresinin toplanmasıyla yerel direniş hareketi yeni bir aşamaya çevrildi.
MUSTAFA KEMAL PAŞA VE

YEREL DİRENİŞ HAREKETLERİNİN MERKEZİLEŞMESİ

Mustafa Kemal Paşa’nın kurtuluş stratejisi ne imparatorluğun bütünlüğünün korunmasına ne de bölgesel direnişlerle işgalin sonlandırılmasına dayanıyordu. Başından beri bir cumhuriyet kurma fikriyle hareket eden Mustafa Kemal Paşa, bunun ancak Anadolu halkının desteğine dayalı merkezî bir direniş hareketiyle gerçekleşebileceğini düşünüyordu. Mustafa Kemal Paşa ve çevresinin, başlangıçta Anadolu’ya yayılmış direniş gruplarını kapsayacak türden herhangi bir örgütü yoktu. Mustafa Kemal Paşa Anadolu’ya geçtikten sonra, öncelikle değişik kademelerdeki kumandanlar aracılığıyla ordunun desteğini sağladı. Erzurum ve Sivas Kongreleri ile MHP’lerini kurumsal bir çatı altında toplaması sayesinde halkın ve eşrafın desteğini kazandı. Belirli hedeşer için siyasal manevra yapma yeteneği, direniş hareketi içindeki rakip iktidar odaklarını yenmesi ve büyük askerî başarıları sayesinde iktidar mücadelesini kazandı ve cumhuriyet rejimini kurma amacını gerçekleştirdi.
Karakol Cemiyetinin Ege hareketine sızarak iktidar mücadelesinde gittikçe önemli bir rakip hâline gelmesi, Mustafa Kemal Paşa’nın Karakol Cemiyeti’ne karşı duyduğu hoşnutsuzluğu arttırdı. Bu hoşnutsuzluk, her iki hareketin de güçlü bir iktidar talebinin olması, güçlerini aynı bölgesel hareketlere dayandırmaya çalışması ve bu hareketleri kendi liderlikleri altında merkezileştirme gayretlerinden kaynaklanıyordu

SON OSMANLI MEBUSAN MECLİSİ VE İSTANBUL’UN İŞGALİ
Mustafa Kemal Paşa’nın, Sivas Kongresi’ni engellemeye çalışan Damat Ferit Paşa hükûmetiyle tüm ilişkilerin kesilmesi yönünde verdiği talimata uyulması sonucu, etki alanı İstanbul ve civarıyla sınırlı kalan hükûmet 1 Ekim 1919’da istifa etti. Yerine kurulan Ali Rıza Paşa hükûmeti Sivas’la yakınlaşmayı sağladı. Yapılan seçimlerin ardından son Osmanlı Mebusan Meclisi 12 Ocak 1920’de İstanbul’da toplandı. Meclis 3 ay gibi kısa bir süre açık kalmasına karşın Misak-ı Milli gibi önemli bir belgeyi kabul ederek Anadolu direnişine önemli bir meşruiyet sağladı. Birinci Meclis olarak da anılan ilk meclis ve Ankara hükümeti bundan böyle Milli Mücadele hareketinin tek meşru temsilcisi oldu.

BiRiNCi MECLiS VE iKTiDAR-MUHALEFET iLiŞKiLERi

TBMM’NİN KURULUŞU VE REJİMİN TEMELLERİ

23 Nisan 1920’de ilk toplantısını yapan Birinci Meclis, 6 Nisan 1923’te dağılana kadar Milli Mücadele sürecinin askerî ve siyasal yönlerini başarıyla yönetti ve yeni rejimin temellerini attı. Birinci Meclis, 23 Nisan’da, en yaşlı üye Sinop Mebusu Şerif (Avkan) Bey’in başkanlığında açıldı. Birinci Meclis ilk aylarında bir dizi önemli yasayı yürürlüğe koydu.

29 Nisan 1920’de Hıyanet-i Vataniye Kanunu kabul edildi. Bu kanunla TBMM’nin meşruiyetine karşı koyanların vatan haini sayılacağı ve mahkemelerin bu yönde vereceği kararların kesin olduğu hükme bağlandı. TBMM’nin çözmeye çalıştığı sorunlardan biri de büyüyen asker kaçakları sorunuydu. Balkan Harbi’nden beri cephelerde kesintisiz savaşmış Anadolu halkı yeni bir savaşın yükünü kaldıracak durumda değildi. Ancak Yunan ordusunun yenilmesi için tüm silahlı güçlerin cepheye seferber edilmesi büyük önem taşıyordu. TBMM bu amaçla 11 Eylül l920’de, “Firariler Hakkında Kanun ”la istiklal Mahkemeleri’ni kurdu. Meclisin seçeceği üç mebustan oluşan bu mahkemelerin kararları kesindi 1921 Anayasası’nın 9. maddesi TBMM başkanına, meclis adına imza koyma ve yürütme organı olan Heyet-i Vekile’nin kararlarını onaylama yetkisi veriyordu. Heyeti Vekile’nin kendi içinden seçeceği bir reis, vekiller arasındaki koordinasyonu sağlamakla yükümlüydü. Aynı madde meclis başkanının, aynı zamanda, Heyet-i Vekile’nin de doğal başkanı olduğunu vurguluyordu. 9. madde, meclis başkanına bir devlet başkanına ait olması gereken yetkileri vererek devlet başkanlığı sorununu Saltanat ve Hilafete değinmeden çözmüştü.

SEVR ANTLAŞMASI VE LONDRA KONFERANSI
10 Ağustos 1920’de İstanbul hükûmeti ile itilaf Devletleri arasında imzalanan Sevr Antlaşması Osmanlı Devleti açısından çok ağır koşullar içeriyordu. Osmanlı Devleti’ne sadece Orta Anadolu’nun küçük bir bölümünü bırakan bu antlaşma, imparatorluğun kalan topraklarını İngiltere, Fransa ve Yunanistan arasında paylaştırıyordu. Damat Ferit Paşa hükûmetinin 17 Ekim 1920’de istifa etmesi üzerine yeni hükûmet Ankara ile iş birliği içinde çalışan Tevfik Paşa tarafından kuruldu.

A-RMH GRUBUNUN KURULUŞU VE MUHALEFET
Birinci Meclis, Milli Mücadele sürecini, çoğulcu ve demokratik bir tartışma ortamı içinde yönetti. Meclis içinde kurulan bir dizi grup ve siyasal parti 1921 ilkbaharına kadar faaliyet gösterdiler. İzleyen dönemde, A-RMH Grubu dışında kalan muhalif mebuslar örgütlü bir güç olmaksızın, iktidar grubuyla bazı temel konularda tartışmalar yürüttüler. Tartışmaların bir kısmı yasama ile yürütme, bir başka değişle meclis ile Heyet-i Vekile arasındaki dengelerle ilgiliydi. Birinci Meclisteki Gruplar: 1920-1921 yılları arasında meclisteki önde gelen gruplar arasında Tesanüt Grubu, istiklal Grubu, Müdafaa-i Hukuk Zümresi, Halk Zümresi, Islahat Grubu sayılabilir. Ayrıca 1920’nin son aylarında Türkiye Komünist Fırkası ve Türkiye Halk iştirakiyun Fırkası adlı iki de sol parti kurulmuştu. Bu örgütlerin tümü, 1921 ilkbaharına gelindiğinde dağılmış oldular.

Muhaliflerle A-RMH Grubu arasında en sert tartışma konularından biri de Başkumandanlık Kanunu’na ilişkindi. 10 Temmuz 1921’da Yunan ordusunun ilerlemesiyle başlayan Kütahya-Eskişehir Muharebeleri’nde Türk ordusu büyük kayıplar vererek Sakarya’nın doğusuna çekilmişti. Kritik askerî durum nedeniyle, 5 Ağustos 1921’de Başkumandanlık Kanunu kabul edildi.

İKİNCİ GRUP’UN KURULUŞU, PROGRAMI VE FAALİYETLERİ
Muhalifler mecliste bir grup çatısı altında örgütlenerek uzun süredir eleştirdikleri konularda sonuca ulaşmak istiyorlardı. Mustafa Kemal Paşa’nın elinde olağanüstü yetkilerin toplanması karşısında meclis üstünlüğünü savunan bu grup, 1922 Temmuz’unda, ikinci Müdafaa-i Hukuk Grubu adı altında örgütlendiler. Mustafa Kemal Paşa, 16-17 Ocak 1923’te İzmit’te basın mensuplarına verdiği demecinde, ikinci Grup’un oluşum sürecini ve her iki grup arasında gidip gelen mebusların tutumunu değerlendirdi. Bu demecinde, Birinci Grup kurulduktan sonra bütün mebusların Misak-ı Millî’nin sağlanması konusunda hem fikir olduklarını, anlaşmazlığın esas olarak Teşkilat- ı Esasiye Kanunu’na dayandığını belirtti. Mustafa Kemal Paşa’ya göre iki grup arasında prensip ve fikir çatışması yoktu. Mustafa Kemal Paşa’nın eleştirilerindeki asıl hedef ise iki grup arasında gidip gelerek çıkar sağlamaya çalışan mebuslardı. Mustafa Kemal Paşa’nın bu değerlendirmeleri, bazı tarihçilerin Birinci Grup’un laik, demokrat, ilericilerden; ikinci Grup’un ise dinci, saltanatçı, gericilerden oluştuğuna dair yorumlara uymamaktadır. İkinci Grup bu temel ilkeler çerçevesinde programını genişletti. Bu program büyük ölçüde ikinci Grup kurulmadan önce muhalif milletvekillerinin mecliste eleştirdikleri temel konuları yansıtıyordu. Programın ilk maddesi, genel hukukun esas hükümlerine ve millî egemenliğe aykırı yetki, ayrıcalık, kuruluş ve icraatın yürürlükten kaldırılması amacını esas alıyordu.

İkinci Grup’un çabaları sonucunda 31 Temmuz 1922’de İstiklal Mahakimi Kanunu kabul edildi. Bu kanunla yeni kurulacak İstiklal Mahkemeleri üzerinde meclis denetimi sağlandı.







LOZAN BARIŞ GÖRÜŞMELERi VE 1923 SEÇiMLERi
Saltanatın Kaldırılması ve Lozan Barış Antlaşması Türk ordusunun işgallere son veren kesin askerî zaferi 26 Ağustos 1922’de başlayan Başkumandanlık Meydan Savaşı’yla geldi. Batı Anadolu’yu Yunan işgalinden adım adım kurtaran Türk ordusu 9 Eylül’de İzmir’e girdi. 18 Eylül’de Batı Anadolu’daki son Yunan askerleri Erdek’ten çekildi. Türk birlikleri 24 Eylül’de Çanakkale Boğazı’ndaki İngiliz işgal güçlerinin üzerine yürüdü. İngiliz askerlerinin Türk birliklerine karşı koymaması üzerine ateşkes koşullarının konuşulması için diplomatik girişimler başladı. Görüşmeler sırasında Türkiye, Yunanistan ve itilaf Devletleri arasında kalıcı barışı sağlamak üzere, İsviçre’nin Lozan kentinde bir konferans düzenlenmesi de kararlaştırıldı. 23 Nisan 1923’te Lozan’da yeniden başlayan görüşmelerde bir dizi anlaşmazlık konusu sonuca bağlandı. Türk heyetinin kararlılığı sayesinde kapitülasyonlar kaldırıldı. Azınlıklar konusunda, Türkiye’de yaşayan Müslüman olmayan azınlıkların dinsel ve kültürel haklarının güvenceye alınmasına karar verildi.

HALK FIRKASI’NIN KURULUŞ HAZIRLIKLARI
Mustafa Kemal Paşa 7 Aralık 1922’de, Ankara’da verdiği bir basın demecinde barıştan sonra Halk Fırkası adıyla bir siyasi parti kurma kararını açıklamıştı. Ocak 1923’te ise İzmit’te basınla ve halkla yaptığı görüşmelerde, kurulacak partinin tüm halkın çıkarını gözetecek kapsayıcı bir parti olacağını bildirmişti. Kamuoyuna yönelik bu hazırlıklardan sonra, 8 Nisan 1923’te, meclisteki Birinci Grup’un bir fırkaya dönüştürülerek Halk Fırkası’nın kurulacağı açıklandı. Kurulacak fırkanın ilkeleri Dokuz Umde bildirisiyle yayımlandı. Halk Fırkası’nın kuruluşu Dokuz Umde’nin yayımlanmasından yaklaşık beş ay sonra 23 Ekim 1923’te gerçekleşti.

SEÇİMLER VE MUHALEFETİN TASFİYESİ
Dokuz Umde’nin yayımlanmasından birkaç gün önce, meclis çok önemli bir olayla sarsıldı. Lozan görüşmeleri sürerken Tan gazetesinin sahibi ve ikinci Grup’un etkili isimlerinden Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey önce kaybolmuş, 2 Nisan 1923’te de cesedi bulunmuştu. Ali Şükrü Bey’in, Mustafa Kemal Paşa’nın muhafız alayı komutanı Topal Osman tarafından öldürüldüğü anlaşılınca, Topal Osman kendisini yakalamak üzere gelenlerle girdiği çatışmada öldürüldü Birinci Meclis 6 Nisan 1923’te son toplantısını yaparak dağıldı. Birinci Grup, adaylarını belirlemek üzere Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında çalışmalarına başladı. İkinci Grup ise seçime katılmama kararı aldı. Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle ittihatçıların kendi adlarına seçime katılmaları engellendi.
ÜNİTE 2
TEK PARTİLİ DÖNEM
ATATÜRK DÖNEMİNDE SİYASAL GELİŞMELER
HALK PARTİSİNİN KURULUŞU

Birinci Meclis döneminin sonlarına doğru 7 Aralık 1922’de Mustafa Kemal Paşa, Ankara basınına verdiği bir demeçte, barış sağlanınca, halkçılığa dayanan ve Halk Fırkası adını taşıyacak bir siyasi parti kurma kararında olduğunu açıklamıştır. Mustafa Kemal Paşa seçimden sonra kuracağı Halk Fırkasının dayandığı anlayışı 16- 17 Ocak 1923’te İzmit’te İstanbul basınının temsilcileriyle yaptığı görüşme sırasında açıkça ifade etmiştir: Mustafa Kemal Paşa, 19 Ocak’ta İzmit’te halkla doğrudan yaptığı görüşmede, ülkedeki sınıfları tek tek ele alarak Halk Fırkasının kuruluşuna temel oluşturan bu anlayışı daha ayrıntılı olarak ifade etmiştir Bu konuşmasında ortaya koyduğu görüşler ve izlediği mantık zinciri şöyle özetlenebilir:
1. Parti iktisat amacına dayanarak kurulur, aksi menfaat, çapulcu partisidir.
2. Kurulacak parti bütün milletin çıkarını temsil edecektir.
Partinin ilkelerini oluşturan Dokuz Umde bildirisi yayımlandı. Halk Fırkası adaylarının mutlak zaferiyle sonuçlanan 1923 seçimlerinden sonra 9 Eylül 1923’te partinin tüzüğü kabul edildi, 11 Eylül’de Mustafa Kemal Paşa partinin genel başkanlığına seçildi.


Dokuz Umde:
Birinci ilkede ulusal egemenliğe bağlılık,
ikinci ilkede saltanatın kaldırılması kararının değiştirilemeyeceği,
üçüncü ilkede iç güvenlik ve asayişin sağlanması,
dördüncü ilkede mahkemelerin hızlı işlemesi,
beşinci ilkede alınacak ekonomik ve toplumsal önlemler,
altıncı ilkede zorunlu askerlik süresinin kısaltılması,
yedinci ilkede yedek subaylara, malul gazilere, emekli, dul ve yetimlere yardım edilmesi, sekizinci ilkede bürokrasinin düzeltilmesi ve
dokuzuncu ilkede bayındırlık işleri için ortaklıklar kurulması vurgulandı.

CUMHURİYETİN İLANI
Özellikle 1921 Anayasası’nın egemenliği kayıtsız şartsız millete veren birinci maddesi, adını açıkça telaffuz etmese de cumhuriyetin habercisiydi. Birinci Meclis, 16 Nisan 1923’te son toplantısını yaparak tarihe karışırken cumhuriyeti resmen ilan etme görevini ilk kez 11 Ağustos 1923’te bir araya gelen ikinci meclis üstlendi. Mustafa Kemal Paşa, 22 Eylül 1923’te Wiener Neue Freie Presse muhabirine bir demeç vererek cumhuriyet kelimesini ilk defa kamuoyu önünde açıkça dile getirdi. 29 Ekim’de Halk Fırkası Meclis grubu toplanarak Mustafa Kemal Paşa Anayasa’nın birinci maddesinde yapılan değişiklikle Türkiye devletinin yönetim biçiminin cumhuriyet olduğu vurgulandı. İkinci maddede yapılan değişiklikteyse Türkiye Devleti’nin dininin İslam, resmî dilinin Türkçe olduğu belirtildi. Aynı gün yani 29 Ekim 1923 tarihinde yapılan oylama sonucunda Mustafa Kemal Paşa, toplantıda hazır bulunan 158 milletvekilinin oy birliğiyle Cumhurbaşkanı seçildi.
HALİFELİĞİN KALDIRILMASI
1 Kasım 1922’de TBMM kararıyla Osmanlı padişahlarının öteden beri ellerinde bulundurdukları saltanat ve halifelik makamları birbirinden ayrılmış ve saltanat kaldırılmıştı. Bu kararın ardından meclis, 18 Kasım 1922’de, Şehzade Abdülmecid Efendi’yi halife seçmişti. Abdülmecid Efendi’nin siyasi yetkilere sahip olmadan elinde bulundurduğu halifeliği 16 ay kadar sürdü ve 3 Mart 1924’te halifelik makamı da kaldırıldı.

20 Nisan 1924’te de yeni anayasa kabul edildi. Anayasa’da, 1921 Anayasası’nda olduğu gibi egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu belirtilmiş ve egemenliği millet adına kullanma hakkı milletin tek ve gerçek temsilcisi olan TBMM’ye verilmiştir.
Bununla birlikte yedinci maddede meclisin yürütme erkini kendi seçtiği cumhurbaşkanı ve onun atayacağı bir bakanlar kurulu eliyle kullanacağının belirtilmesi, yeni sistemde, 1921 Anayasası’ndaki katı güçler birliği ilkesinin belli ölçüde yumuşatıldığının göstergesidir. TERAKKİPERVER CUMHURİYET FIRKASININ KURULUŞU
17 Kasım’da Kazım (Karabekir) Paşa’nın başkanlığını, Rauf (Orbay) ve Adnan (Adıvar) Beylerin ikinci başkanlığını, Ali Fuat Paşa’nın genel sekreterliğini yaptığı TpCF kuruldu. Partiye Halk Fırkasından istifa eden 28 milletvekili ile Gümüşhane’den bağımsız seçilen Zeki (Kadirbeyoğlu) Bey olmak üzere toplam 29 milletvekili katıldı. Halk hâkimiyeti (demokrasi), hürriyetperverlik (liberalizm), umumi hürriyetler (genel özgürlükler) kavramlarına özel önem verilmiştir. TpCF kurulduktan 3 gün sonra Başvekil İsmet Paşa sıkıyönetim ilanını istedi. CHF grubu bu öneriyi reddedince İsmet Paşa, 21 Kasım’da hükûmetin istifasını açıkladı. Ertesi gün, yeni kabineyi, İsmet Paşa’ya göre daha ılımlı bir kişiliğe sahip olan ve muhtemelen CHF’den kopuşları durdurması beklenen Fethi (Okyar) Bey kurdu. Önceki hükûmetten sadece üç bakanın dâhil olduğu bu hükûmet, TpCF mensuplarının da desteğiyle meclisten oy birliğiyle güvenoyu aldı. Fethi Bey’in hükûmeti topu topu üç buçuk ay yaşadı ama bu süre içinde CHF içindeki çalkantılar sona erdi.
ŞEYH SAİT AYAKLANMASI VE TAKRİR-İ SÜKÛN KANUNU
13 Şubat 1925’te, günümüzde Bingöl’e bağlı bir ilçe olan Genç’in Piren köyünde patlayan silahlar hem Doğu Anadolu’da geniş çaplı bir ayaklanmayı başlattı hem de Türkiye’nin siyasal yaşamında radikal dönüşümlere yol açtı. Şeyh Sait Ayaklanması olarak bilinen bu ayaklanma, eşkıya oldukları gerekçesiyle haklarında tutuklama kararı bulunan on kişinin jandarmaya teslim olmayıp, ateşle karşılık vermeleriyle başladı. Şeyh Sait’e bağlı kuvvetler, 17 Şubat’ta Genç vilayetinin merkez kazası olan Darahini’yi basarak vali ve diğer yetkilileri tutukladılar. Şeyh Sait, halkı İslam adına dinsel kökenli bir ayaklanmaya çağıran bir bildiri de yayımladı. Bazı aşiretlerin desteğini de alan Şeyh Sait, kısa sürede Genç, Maden, Siverek ve Ergani’yi ele geçirip Diyarbakır’a yürüdü. Bir başka grup da Varto’yu alıp Muş’a yöneldi.

Bu gelişmeler üzerine hükûmet, 21 Şubat’ta Doğu illerinde sıkıyönetim ilan etti. Ama ayaklanmayı bastırmakla görevli ordu birlikleri 23 Şubat’ta ayaklanmacılar karşısında gerileyerek Diyarbakır’a çekildi. Bir gün sonra da Elazığ ayaklanmacıların eline geçti. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa, Mart başında, Başbakan Fethi (Okyar) Bey’in istifasını istedi. Hükûmetin istifa etmesi üzerine, 3 Mart’ta başbakanlık görevi İsmet (İnönü) Paşa’ya verildi. 4 Mart’ta 23 red, 1 çekimsere karşılık 153 oyla meclisten güvenoyu alan hükûmet, aynı gün Takrir-i Sükûn Kanunu’nu çıkarttı.
Takrir-i Sükûn Kanunu’na dayanılarak atılan ilk önemli adımlardan biri muhalif gazetelerin kapatılması olmuştur. Kanun’un çıkmasından iki gün sonra 6 Mart’ta İstanbul’da çıkan Tevhid-i Efkâr, İstiklal, Son Telgraf, Aydınlık, Sebilürreşat ve Orak Çekiç gazeteleri kapatılmış, bu gazeteleri 16 Nisan’da kapatılan Tanin izlemiştir.

Ordu birlikleri 26 Mart’ta ayaklanmacılara karşı toplu saldırıya geçti. Bu saldırıyla birlikte üstünlük hükûmet güçlerinin eline geçti. Nisan ayı ortalarında Şeyh Sait, Varto yakınlarında, ayaklanmacıların öteki önderlerinden Şeyh Şerif de Palu’da teslim alındı. Önderleri yakalanmasına karşın ayaklanmacılar bir süre daha direndiler ve nihayet Mayıs sonunda ayaklanma tamamen bastırıldı. Ayaklanmanın baş sorumlusu Şeyh Sait ile adamları Diyarbakır’da görev yapan Şark İstiklal Mahkemesi’nde yapılan yargılanması sonucunda, 28 Haziran’da ölüm cezasına çarptırıldı. Cezalar bir gün sonra yerine getirildi. Döneme damgasını vuran Takrir-i Sükûn Kanunu 4 yıl boyunca yürürlükte kalacak, ihtiyaç kalmayınca 1929’da yürürlükten kalkacaktır.

ŞARK İSTİKLAL MAHKEMESİ: TpCF’NİN KAPATILMASI

VE GAZETECİLER DAVASI

Şark İstiklal Mahkemesi, ayaklanmayı dolaylı olarak kışkırttığı gerekçesiyle, TpCF’nin katib-i mesulü emekli Yarbay Fethi Bey hakkında da dava açtı. Dava sonucunda Fethi Bey, 5 yıl hapse mahkûm edilirken mahkeme, bu davaya dayanarak, 25 Mayıs’ta, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının mahkemenin görev bölgesi içindeki bütün şubelerini kapatma kararı aldı. Ankara İstiklal Mahkemesinin de baktığı bazı davalarda bu parti ile ayaklanma arasında ilişki kurulması, hükûmetin, 3 Haziran’da, Takrir-i Sükûn Kanunu’na dayanarak, TpCF’yi tamamen kapamasına olanak verdi.
Şark İstiklal Mahkemesi 7 Haziran’da bir ara karar alarak tutum ve yazılarıyla ayaklanmayı dolaylı olarak kışkırttıkları gerekçesiyle ülkenin önde gelen bazı gazetecileri hakkında da tutuklama kararı aldı ve tutuklanan gazeteciler davalarının görülmesi için Elazığ’a gönderildiler. TpCF’nin, Takrir-i Sükûn Kanunu’na dayanılarak kapatılması ve muhalif basının aynı Yasa’nın verdiği yetkilerle tamamen susturulmasıyla Türkiye’de çok partili hayat oldukça uzun sürecek bir kesintiye uğradı. 1925 ve 1926 yıllarında da faaliyetini sürdüren Şark İstiklal Mahkemesinin çalışmalarına 7 Mart 1927’de son verildi.
İZMİR SUİKASTI VE MUHALEFETİN SONU
1926 yılının Haziran ayı ortalarında Türkiye müthiş bir haberle çalkalandı: Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa’ya, İzmir’de suikast düzenlemeyi planlanan bir çete ortaya çıkartılmış ve çete üyelerinden birinin yaptığı ihbar sonucunda sorumlular tutuklanmıştı. Suikastı planlayan çete, eski Lazistan Mebusu Ziya Hurşit’in yönlendirdiği Çopur Hilmi, Laz İsmail, Gürcü Yusuf, Sarı Efe Edip ve Giritli Şevki adlı bir grup kiralık katilden oluşuyordu.

15 Haziran’da İzmir’e gelecek ve suikast Kemeraltı semtinde gerçekleştirilecekti. Ama 14 Haziran’da Bursa’ya varan Mustafa Kemal Paşa İzmir’e gelişini beklenmedik bir biçimde bir gün erteledi. 16 Haziran’da İzmir’e gelen Mustafa Kemal Paşa halkın sevgi gösterisiyle karşılandı ve halka hitap ederek şu ünlü sözlerini söyledi: “Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır ve Türk milleti emniyet ve saadetini zâmin prensiplerle medeniyet yolunda tereddütsüz yürüyecektir”. Hükûmet, Ankara İstiklal Mahkemesini suikastın sorumlularını yargılamakla görevlendirdi. Mahkeme heyetine göre, içinde eski İttihatçıların, birinci meclisteki eski İkinci Grup üyelerinin ve kapatılan TpCF yönetici ve mensuplarının yer aldığı geniş bir muhalefet cephesi bir hükûmet darbesi hazırlığı içindeydi ve suikastın ardından bu darbe gerçekleştirilecekti.

CUMHURİYET HALK FIRKASI’NIN İKİNCİ KURULTAYI VE NUTUK

1927 seçimlerinden hemen sonra 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında Cumhuriyet Halk Fırkası İkinci Büyük Kurultayı Ankara’da toplandı. Kurultay’da partinin ilkelerini sistemleştiren, bu ilkelerin değiştirilemeyeceğini belirten ve Mustafa Kemal Paşa’yı değişmez genel başkanlığa getiren yeni bir nizamnamesi kabul edildi. Nizamnamenin ilk maddesinde CHF Cemiyetler Kanunu’na dayanarak kurulmuş cumhuriyetçi, halkçı ve milliyetçi siyasi bir cemiyet olarak tanımlandı. Üçüncü madde de partinin devlet ve millet işlerinde din ile dünyayı tamamen birbirinden ayırmayı en önemli esaslardan saydığı vurgulanarak, kelime olarak telaffuz edilmemekle birlikte laiklik ilkesi de getirildi. Nizamnameye bu ilkelerin değiştirilemeyeceğine dair bir hüküm de kondu.
Kongre sonrasında yayımlanan genel başkanlık bildirisinde de partinin cumhuriyetçi, laik, halkçı ve milliyetçi bir cemiyet olduğu belirtildi. Böylece 1923 Nizamnamesi’nde yer alan halkçılık ve milliyetçilik ilkelerine 1927’de cumhuriyetçilik ve laiklik ilkeleri de eklenmiş oldu. Partinin öteki iki ilkesi devletçilik ve inkılapçılık ise 1931’de benimsenen parti programında yer alacaktır. Kurultay’da ayrıca Mustafa Kemal Paşa Millî Mücadele dönemiyle Cumhuriyet’in ilk yıllarını ayrıntılı olarak değerlendiren uzun bir söylev verdi. Mustafa Kemal Paşa, uzun zaman üzerinde çalışarak hazırladığı bu ünlü nutkunu, günde ortalama 6 saatin üzerinde kürsüde kalmak suretiyle, 6 günde ve toplam 36,5 saatte tamamladı. Okunduktan sonra kitap olarak basılan ve yabancı dillere de çevrilen bu Nutuk o günden bu yana Türkiye’nin siyasal tarihinin en önemli belgelerinden biri olarak kabul edilir. Mustafa Kemal Paşa, Nutuk boyunca amacının “devrimimizin incelenmesinde tarihe kolaylık sağlamak” olduğunu sık sık tekrarlamıştır. Bu da Mustafa Kemal Paşa’nın Nutuk’u söz konusu dönemi inceleyecek olanların yararlanacağı temel bir kaynak kitap olarak tasarladığını açıkça göstermektedir

Nutuk, Mustafa Kemal Paşa’nın “1919 yılı Mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım” sözleriyle başlar. Mustafa Kemal Paşa, daha sonra, çeşitli komutanlarla yaptığı yazışmaları, Amasya Tamimi’ni, Erzurum ve Sivas Kongrelerini, Heyet-i Temsiliye’nin çalışmalarını, Anadolu’daki ayaklanmaları, İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’ın açılmasını, Misak-ı Millî’nin benimsenmesini, İstanbul’un işgalini, Ankara’daki TBMM’nin açılmasını, Ankara-İstanbul ilişkilerini, Kurtuluş Savaşı ile askerî ve siyasal örgütlenmenin aşamalarını, meclisteki çatışmaları, uluslararası konferans ve antlaşmaları, saltanatın kaldırılmasını, ikinci meclisin toplanmasını, cumhuriyetin ilanını ve hilafetin kaldırılmasını kronolojik bir sıra içinde ayrıntılı olarak anlatır. Mustafa Kemal Paşa, Nutuk boyunca Kurtuluş Savaşı’nın ve Türk devriminin ne kadar zor koşullar altında ve ne büyük engeller karşısında başarıya ulaştırıldığını belgelere dayanarak gösterir. Mustafa Kemal Paşa’nın sözleriyle Nutuk, “milli hayatı hitam bulmuş farz edilen büyük bir milletin istiklalini nasıl kazandığını ve ilim ve fennin en son esaslarına müstenit, milli ve asri bir devleti nasıl kurduğunu” anlatır. Türkiye’nin en sancılı günlerinin dönemin en sorumlu kişinin ağzından anlatımı olan Nutuk “Türk Gençliğine Hitabe” ile sona erer. Tek
PARTİ YÖNETİMİNDE GEÇİCİ YUMUŞAMA:

SERBEST CUMHURİYET FIRKASININ KURULUŞU

Yeni bir partinin kurulacağı haberi, kamuoyuna ilk kez Vakit gazetesinin 8 Ağustos 1930’da yaptığı ikinci baskıyla duyuruldu.
Bu arada gazeteler Ali Fethi Bey’in Cumhurbaşkanı’na yeni bir parti kurulması yolundaki istek ve düşüncelerini dile getirdiği 9 Ağustos tarihli açık mektubuyla Mustafa Kemal Paşa’nın bu isteğin kabul edildiğini bildiren 10 Ağustos tarihli açık mektubunu yayımladılar.
Nihayet beklenen muhalefet partisi 12 Ağustos’ta Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) adıyla kuruldu. İzleyen günlerde CHF’den istifa eden toplam 15 mebus yeni muhalefet partisine katıldı.
Yeni parti liberal bir siyasi programı benimsedi. SCF üzerine yapılan araştırmaların hemen hemen tümü bu partinin danışıklı olarak kurulduğu, yapay ve güdümlü bir parti olduğu konusunda görüş birliği içindedirler.
Gerçekten de partinin adını bizzat Mustafa Kemal Paşa koymuş, partiye kaç milletvekilinin ve kimlerin katılacağı konusu bile karşılıklı pazarlıklar sonucunda kararlaştırılmıştır. SCF’nin, başkan Ali Fethi Bey’in de katıldığı 7 Eylül tarihli İzmir mitingi halkın büyük ilgisini gördü. Ama miting öncesinde CHF binasının taşlanması gibi çeşitli şiddet olaylarının da yaşanması Cumhurbaşkanı’nın büyük tepkisini çekti.
Cumhuriyet gazetesinin başyazarı Yunus Nadi Bey, 9 Eylül’de Mustafa Kemal Paşa’ya bir açık mektup yayımladı. Mustafa Kemal Paşa, bu mektubu 10 Eylül tarihli Cumhuriyet’te yanıtlarken iki parti arasındaki tarafsızlığını bozarak, açık bir biçimde CHF’den yana tavır koydu. Mustafa Kemal Paşa’nın CHF ile SCF arasında tarafsızlığını terk edip açık bir biçimde iktidar partisinden yana tavır koyması yeni kurulan muhalefet partisinin sonunu hızlandırdı. Bu gelişmeler parti yöneticilerini bir hayli ürküttü ve Ali Fethi Bey, 17 Kasım 1930’da Dâhiliye Vekâletine bir dilekçe göndererek partinin kendini feshettiğini açıkladı.

ÜLKEDEKİ BÜTÜN ÖRGÜTLERİN CHF BÜNYESİNDE BÜTÜNLEŞMESİ
SCF’nin feshinden, bu partiden bir ay sonra Abdül dir Kemali’nin (Öğütçü) başkanlığında kurulan Ahali Cumhuriyet Fırkasının yasaklanmasından ve başka parti kurma girişimlerinin engellenmesinden hemen sonra, siyasal alandan sonra düşünce ve kültür alanlarını da iktidardaki tek partiye bağlı kılmak için, aynı ideolojik doğrultuda çalışan, ama faaliyetlerini CHF’den bağımsız olarak sürdüren bütün sosyal ve kültürel örgütler de ortadan kaldırılmaya başlandı. Böylelikle önce ülkedeki bütün örgütler iktidardaki tek partinin bünyesinde bütünleşti, ardından ülkeyi tek başına yönetmekte olan CHF’nin göreli özerkliği de ortadan kaldırılıp parti ile devlet bütünleşti. İlk olarak İttihat ve Terakki döneminden o yana Türk milliyetçiliğini, pozitivist ve laik düşünceyi savunmakta olan Türk Ocakları feshedildi. Yaklaşık bir yıl sonra, 19 Şubat 1932’de, Türk Ocaklarının yerini, doğrudan CHF’ye bağlı olarak çalışan ve giderleri hem devlet hem de CHF tarafından karşılanan halkevleri aldı.

Faaliyetleri sona eren bir başka örgüt Türk Kadınlar Birliğidir. 8 Şubat 1935’teki milletvekili seçimleri öncesinde kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesi ve bu seçimler sonucunda 18 kadın milletvekilinin meclise girmesi birliğin kapatılmasına vesile oldu. 10 Ekim 1935’te de Türk Mason Locaları, hükûmetin isteği üzerine faaliyetine son verdi. 1936 yılı içinde de Talebe Birliği feshedildi. 19 Nisan 1936’da da Türk Spor Kurumu, kendisini “yurdun kurtuluş ve yeni baştan kuruluşunun temin edici tek ve yüksek siyasi tesisi olan CHP’nin öz bir çocuğu ve onun bünyesinden bir parça” saydığını açıklayarak CHP’ye bağlanma kararı aldı. Ülkede CHF dışında kalan bütün örgütler birbiri ardına ortadan kalkarken, 25 Temmuz 1931 tarihli Basın Kanunu’yla, hükûmete, “ülke çıkarlarına ters düşen yayınları” nedeniyle gazete ve dergileri kapatma yetkisi tanındı. Bu Kanun’la 1930’ların hemen başındaki görece serbest ortam ortadan kalktı ve basın-yayın hayatı da tek sesli hâle geldi. Bu arada, eğitim alanında da önemli bir gelişme yaşandı ve 31 Mayıs 1933’te İstanbul Darülfünunun kapatılıp yerine Milli Eğitim Bakanlığına bağlı yeni bir üniversitenin kurulmasını öngören kanun TBMM’de kabul edildi. “1933 Üniversite Reformu” olarak bilinen bu uygulama çerçevesinde, kapsamlı bir “temizlik” harekâtına girişilerek, çok sayıda öğretim üyesi ve görevlisinin işine son verildi.
PARTİ – DEVLET BÜTÜNLEŞMESİ
CHP’nin 1935 yılında toplanan Dördüncü Büyük Kurultayı’nda parti-devlet bütünleşmesi yolunda çok büyük adımlar atılmıştı. Kurultay’da benimsenen yeni tüzükte, “parti, kendi bağrından doğan hükûmet örgütü ile kendi örgütünü birbirini tamamlayan bir birlik tanır” şeklinde bir hükme yer verilmişti. Yine tüzüğe göre parti örgütü ile yönetim arasındaki ilişkiyi merkezde parti genel sekreteri ile bakanlar ya da bunların adına yetkili olanlar, illerde ise partinin il başkanları ile valiler kuracaklardı. 1936 yılının ortalarında CHP yönetimi parti-devlet bütünleşmesi yolunda çok önemli bir adım daha atarak partinin görünüşteki özerkliğini tamamen ortadan kaldırdı. Parti bünyesindeki esaslı değişikliğin ilk adımı olarak 15 Haziran 1936’da, 1931’den beri partinin genel sekreterliğini yapan Recep Peker, değişmez genel başkan Mustafa Kemal Atatürk tarafından görevden uzaklaştırıldı. Üç gün sonra, 18 Haziran’da Başvekil İsmet İnönü bütün parti örgütüne, vilayetlere ve genel müfettişliklere bir genelge göndererek parti bünyesinde yapılan esaslı değişiklikleri bildirdi. Buna göre, İçişleri Bakanlığı ile parti genel sekreterliği birleştirildi ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya yeni genel sekreter oldu. Bunun yanı sıra bütün illerde valilere aynı zamanda partinin il başkanlığı görevi de verildi ve mevcut il başkanlarının görevlerine son verildi 1923 Tüzüğü’nde yer alan milliyetçilik ve halkçılık ilkelerine, 1927’de cumhuriyetçilik ve adı belirtilmeden laiklik eklenmiş, 1931’deki programda bu 4 ilkenin yanı sıra devletçilik ve inkılapçılık ilkelerine de yer verilmesiyle 6 Ok tamamlanmıştı. 5 Şubat 1937’de yapılan Anayasa değişikliğiyle 6 Ok anayasal olarak da devletin ilkeleri hâline getirildi ve böylece parti-devlet bütünleşmesi tamamlandı.

ATATÜRK – İNÖNÜ ÇATIŞMASI, CELAL BAYAR’IN BAŞBAKANLIĞI

ATATÜRK’ÜN ÖLÜMÜ

İsmet İnönü, 1937 sonbaharında Cumhurbaşkanı Atatürk ile anlaşmazlığa düştü. Anlaşmazlık iyice açığa çıkınca 20 Eylül 1937’de İnönü başbakanlıktan izinli olarak ayrıldı ve bu görevi Celal Bayar vekâleten üstlendi. Çok geçmeden 25 Ekim 1937’de İnönü resmen istifa etti ve görev asaleten Celal Bayar’a geçti. İnönü CHP genel başkan vekilliği görevini de Bayar’a devredince üzerinde sadece Malatya milletvekilliği unvanı kaldı. Öte yandan Atatürk’ün sağlığı 1937’de bozuldu ve 1938 yılı içinde hastalığı hızla ilerlemeye başladı. 1938 yazında hastalığın ciddi ve tehlikeli olduğunun anlaşılması üzerine parti içinde özellikle yeni cumhurbaşkanının kim olacağı sorusu etrafında bir iktidar mücadelesi yaşanmaya başladı. 15 yıllık genç cumhuriyetin, ilk ve tek Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, 10 Kasım 1938’de hayata veda etti. İsmet İnönü 11 Kasım 1938’de, mecliste oy kullanan 348 milletvekilinin tamamının oyunu alarak Türkiye’nin ikinci cumhurbaşkanı seçildi.
İNÖNÜ DÖNEMİ VE ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ
İnönü Dönemi

İnönü’nün cumhurbaşkanlığı dönemi İkinci Dünya Savaşı’nın yoğun sorunları içinde geçti. İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde gerçekleşen olaylar= Hatay’ın Türkiye’ye katılması, Varlık Vergisi Kanunu’nun çıkarılması, Köy Enstitülerinin Kurulması, Almanya ve Japonya’ya savaş ilan edilmesi

SAVAŞIN BİTMESİNDEN SONRAKİ SİYASİ GELİŞMELER

VE TEK PARTİ DÖNEMİNİN SONU

İkinci Dünya Savaşı’nın müttefik Bu önemli adımı 1926’da Batılı ülkelerden çeviri ve uyarlama yoluyla alınan dört yeni kanun izledi. Bunlar, 17Şubat 1926 tarihli Medeni Kanun, 1 Mart 1926 tarihli Türk Ceza Kanunu, 22 Nisan 1926 tarihli Borçlar Kanunu ve 29 Mayıs 1926 tarihli Türk Ticaret Kanunu’dur.
İsviçre’den alınan Medeni Kanun’la kişiler, aile, miras ve eşya hukuku alanlarında geçerli olan dine dayalı hukuk kuralları, yerini laik ve çağdaş hukuk kurallarına terk etti. Yine İsviçre’den alınan Borçlar Kanunu’yla bu alan da laikleştirildi.
Ceza Kanunu, İtalya’dan, Ticaret Kanunu ise Almanya ve İtalya’dan alındı. Bu kanunları 23 Mayıs 1928’de Türk Vatandaşlığı Kanunu, 4 Nisan 1929’da Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu, 18 Nisan 1929’da İcra ve İşas Kanunu ve 13 Mayıs 1929’da Deniz Ticaret Kanunu izledi. Böylece üç yıl gibi kısa bir süre içinde hukuk sistemi kökünden değiştirilmiş oldu.
Bu önemli adımı 1926’da Batılı ülkelerden çeviri ve uyarlama yoluyla alınan dört yeni kanun izledi. Bunlar, 17 Şubat 1926 tarihli Medeni Kanun, 1 Mart 1926 tarihli Türk Ceza Kanunu, 22 Nisan 1926 tarihli Borçlar Kanunu ve 29 Mayıs 1926 tarihli Türk Ticaret Kanunu’dur.
İsviçre’den alınan Medeni Kanun’la kişiler, aile, miras ve eşya hukuku alanlarında geçerli olan dine dayalı hukuk kuralları, yerini laik ve çağdaş hukuk kurallarına terk etti. Yine İsviçre’den alınan Borçlar Kanunu’yla bu alan da laikleştirildi. Ceza Kanunu, İtalya’dan, Ticaret Kanunu ise Almanya ve İtalya’dan alındı. Bu kanunları 23 Mayıs 1928’de Türk Vatandaşlığı Kanunu, 4 Nisan 1929’da Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu, 18 Nisan 1929’da İcra ve İşas Kanunu ve 13 Mayıs 1929’da Deniz Ticaret Kanunu izledi. Böylece üç yıl gibi kısa bir süre içinde hukuk sistemi kökünden değiştirilmiş oldu.
Lehine dönmesinden sonra, 21 Nisan 1944’te Almanya’ya krom satışını durduran, 2 Ağustos 1944’te Almanya’yla, 3 Ocak 1945’te Japonya’yla siyasi ve ekonomik ilişkilerini kesen ve nihayet 23 Şubat 1945’te Almanya ve Japonya’ya savaş ilan eden Türkiye hızla bir rejim değişikliğine gitti. Rejim değişikliğinde uluslararası gelişmelerin önemli payı vardır. 19 Mart 1945’te Sovyetler Birliği 1925’te imzalanan ve 20 yıl süreyle geçerli olan Türk Sovyet saldırmazlık paktını uzatmayacağını Türkiye’ye bildirdi.



Sovyetler ayrıca 1921’de belirlenmiş olan Türk-Sovyet sınırında Sovyetler lehine bazı düzeltmeler yapılmasını, Boğazların ortak savunulması için Boğazlarda Sovyet üstleri kurulmasını ve Montrö Sözleşmesi’nin değiştirilmesini istedi. Sovyet tehdidiyle karşı karşıya kalan Türkiye, güvenlik açısından, savaş sonrasında oluşturulmakta olan Yeni Dünya düzeninin bir parçası olmak arzusundaydı. 25 Nisan’da San Francisco’da toplanan ve 26 Haziran 1945’te Birleşmiş Milletleri kuran konferansa Türkiye bir heyet gönderdi ve Birleşmiş Milletlerin kurucu üyesi oldu. İnönü bununla yetinmedi ve tek partili sistemin yumuşatılmasını ve 1930’da yaşanan Serbest Cumhuriyet Fırkası örneğine benzer kontrollü bir muhalefet hareketine izin verilmesini Sovyetler karşısında Batı’nın desteğini almak için gerekli gördü. Parti içi muhalefet hızla parti dışına itilerek bir muhalefet partisi kurmaya âdeta mecbur edildi. Siyasi hayatın akışı CHP’nin kontrolünden çıktı ve bu dönem 1950 genel seçimlerinin ardından, CHP’nin iktidarı Demokrat Partiye devretmesiyle kapandı.

ÇİFTÇİYİ TOPRAKLANDIRMA KANUNU VE DÖRTLÜ TAKRİR
Mecliste ilk kez 14 Mayıs 1945’te ele alınan Yasa’da, esas olarak, toprağı olmayan veya yetmeyen çiftçi ailelerine, geçimlerine yetecek kadar toprak verilmesi öngörülüyordu. CHP içindeki büyük toprak sahibi milletvekilleri yasa tasarısının bu maddesine şiddetle karşı çıktılar. 7 Haziran’da Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’ın imzaladığı ve “Dörtlü Takrir” olarak anılan ünlü önerge CHP Meclis Grubuna verildi. Dörtlü Takrir’in verilmesinden birkaç gün sonra, 11 Haziran’da ÇTK meclis tarafından kabul edildi. Bir gün sonra da CHP Meclis Grubu Dörtlü Takrir’i ele alarak saatlerce tartıştı.

Tartışmaların ardından, bu gibi konuların CHP Meclis Grubu’nda görüşülmesinin gereksiz olduğu sonucuna varıldı. Önergenin böylesine katı bir gerekçeyle reddedilmesi, aslında, İnönü’nün, CHP içindeki muhalişerin, partiden ayrılarak ayrı bir parti halinde örgütlenmesi yolundaki isteğinden kaynaklanıyordu. CHP’den ayrılanlar 1946 başında Demokrat Partiyi kurarak Türkiye’nin siyasal yaşamında yeni bir döneme damga vurdular. Yasada öngörüldüğü gibi büyük toprak sahiplerinin elindeki toprakların kamulaştırılarak topraksız çiftçi ailelerine dağıtılması işlemleri gerçekleştirilemedi. Sadece devletin elindeki toprakların, sınırlı ölçülerde, topraksız ve az topraklı çiftçilere dağıtılmasıyla yetinildi.

DEMOKRAT PARTİNİN KURULUŞU
Dörtlü Takrir’i imzalayan ve ardından yaşanan hızlı gelişmeler sonucunda kendilerini CHP dışında bulan Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan 7 Ocak 1946’da Demokrat Partiyi (DP) kurdular.
Parti programında esas olarak ekonomik ve siyasal alanlarda liberalleşme politikası benimseniyordu. Programa göre partinin asıl amacı ülkede demokrasinin geniş ve ileri düzeyde gerçekleştirilmesiydi. Programda, temel hak ve özgürlüklere de geniş bir yer verilirken tek dereceli seçim sistemine geçilmesi ve yönetimin halkın buyruğunda ve denetiminde olması isteniyordu. Ekonomik alanda ise özel girişim ve sermayenin esas tutulduğu bir liberalleşme amaçlanıyordu.

TEK PARTİ DÖNEMİNİN SONU: 1946 SEÇİMİ
21 Temmuz 1946’daki seçimler adli denetim dışında, açık oy, gizli sayımla ve çoğunluk sistemi esasına göre yapıldı. 465 milletvekilliğinden 395’ini alan CHP büyük bir seçim zaferi kazandı. DP, meclise sadece 66 milletvekili sokabildi. Seçim sonuçları ilan edildikten sonra DP seçimde baskı, hile ve yolsuzluk yapıldığını öne sürdü. Ama bu itirazlar hiç bir işe yaramadı ve böylece 1946 seçimi literatüre “Türkiye’nin siyasal tarihindeki en şaibeli seçim” olarak geçti.
SEÇİMLER VE REFORMLAR
Tek Parti Döneminde Seçimler ve Milletvekilliğinin Önemi veya Önemsizliği

1946’ya kadarki dönem tek partili dönem olarak nitelendirilse de dönem boyunca 1923’ten 1946’ya kadar dört yılda bir düzenli olarak seçimler yapılmıştı. Seçimler iki derecelidir. Seçimlerin ilk aşamasında seçmenler ikinci seçmenleri; seçilen ikinci seçmenler de daha sonra milletvekillerini seçmişlerdir. 1935 genel seçimlerine kadar sadece erkeklerin seçme ve seçilme hakkı vardı; 1935’ten başlayarak bu hak kadınlara da tanındı. Seçimin ilk aşamasında sadece ülkeyi yöneten tek parti olan CHP’nin örgütlü bir ikinci seçmen listesi olduğu için ikinci seçmenlerin neredeyse tamamı bu partiden seçildiler. Yürürlükte olan 1924 Anayasası’na göre millet adına egemenlik hakkını kullanan yegâne kurum TBMM idi Halk Fırkasının 1923 Tüzüğü’ne göre partili milletvekillerinin sadece parti grup toplantılarında serbestçe söz söyleme hakları vardı. Ama grupta bir konu karara bağlandığı zaman bu karar azınlıkta kalanlar da dâhil bütün milletvekilleri için bağlayıcıydı. Bütün tek parti dönemi boyunca tamamen parti merkezinin talepleri doğrultusunda hareket eden, hiçbir zaman kişisel üstünlük kullanmayan ve mecliste hiçbir eleştiri yapmayan bir milletvekili profili ortaya çıkmıştır.

KEMALİST REFORMLAR
Tek parti dönemi radikal biçimde değiştiren birçok reform tıpkı II. Meşrutiyet dönemi boyunca İttihat ve Terakkinin yaptığı reformlar gibi esas olarak laikleşme ve modernleşmeyi hedefliyordu. Devletin laikleştirilmesi sürecinde 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılmış, 29 Ekim 1923’te cumhuriyet ilan edilmiş, 3 Mart 1924’te halifelik kaldırılmış, 20 Nisan 1924’te yeni anayasa yürürlüğe girmişti.
Bu süreç, 11 Nisan 1928’de, Türkiye devletinin dininin İslam olduğu hükmünün anayasadan çıkarılmasıyla ve nihayet 5 Şubat 1937’de laikliğin bir ilke olarak anayasaya girmesiyle tamamlandı.
Yine de 3 Mart 1924’te Şeriye ve Evkaf Vekâletinin kaldırılarak yerine Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Reisliği ile Vakıflar Umum Müdürlüğünün kurulmuş olması devlet-din işlerinin birbirlerinden tamamen ayrılmadığının; dinin devlet denetimi altına alındığının bir göstergesidir.

Toplumsal yapının laikleştirilmesi ve İslami simgelerin Batılı simgelerle değiştirilmesi sürecinde İlk önemli adım, başta fes olmak üzere her türlü başlığın yasaklanması ve memurların şapka giymelerinin zorunlu hâle getirilmesidir.
25 Kasım 1925’te çıkan bir yasayla memurlara şapka giyme zorunluluğu getirildi ve diğer bütün başlıklar yasaklandı.

ÜNİTE 3

GEÇiŞ DÖNEMi VE DEMOKRAT PARTi iKTiDARI (1946-1960)
DEMOKRASİNİN İLK YILLARI

Tek partili dönemden çok partili döneme geçişin hem partilerin ılımlı kanatlarının uzlaşma yoluna gitmesinin hem de o dönemlerde cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü'nün büyük rolü vardır. 1946 yılında DP ile CHP’nin arasında gerginlik oluştu gerginliğin sebebi muhalefetin seçimlerde hile ve yolsuzluğa başvurulduğunu dile getirmesiyle buna karşı iktidarın bunu kabul etmemesi yüzünden ortalık gerginleşmişti. İki parti lideri birbirlerini bazı suçlamalarda bulundular. İnönü’nün araya girmesi ve 12 Temmuz Beyannamesi ile iki parti başkanı bir araya getirildi. İnönü’nün kesin kararı çok partili Döneme geçişte büyük katkısı olmuştur.

DP İKTİDARININ İKİNCİ EVRESİ
2 Mayıs 1954’te yapılan seçimlerle DP iktidarının ikinci evresine geçildi. Seçimden DP büyük başarı ile çıktı. Bu olayda Türkiye’de ilk ve son kez bir olay meydana geldi iktidar partisi bir önceki seçime göre hem oy hem de temsil oranını arttırdı. 12 Ekim 1955’te 9 milletvekili partiden ihraç edildi, 10 milletvekili de istifa etti. Partiden kopan 19 milletvekili 20 Aralık 1955’te Hürriyet Partisi (HP) adıyla yeni bir parti kurdu. DP’den istifa eden yeni milletvekillerinin katılımıyla HP mecliste ana muhalefet partisi konumuna yükseldi ve birçok konuda CHP’yle birlikte iktidara karşı tavır aldı.1957 yılında DP’nin oylarının yarıya düşmesine rağmen seçim sisteminin adaletsizliğinden yararlanarak milletvekillerinin %69,5 ini kazandı.
SİYASETTE GERGİNLİĞİN ARTMASI
DP, 1957 seçimlerinden zaferle çıkmasına karşın oyları, muhalefet partilerinin toplam oylarının gerisinde kalmıştı. Seçimden sonra muhalefet partileri iktidarın azınlık iktidarına dönüştüğü yolunda propagandaya başladı ve iktidarı düşürme yollarını aramaya koyuldu. Muhalefetin güç birliği girişimleri sonucunda, 1958 Ekiminde Türkiye Köylü Partisi ile Cumhuriyetçi Millet Partisi birleşti ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi kuruldu. Seçimde tek başına başarılı olamayan HP ise 1958 Kasımında CHP’yle birleşme kararı aldı. Muhalefetin bu güç birliği karşısında atağa geçen DP, bir Vatan Cephesi kurarak DP’ye katılımları artırma çalıştı Vatan Cephesi, 1957seçimlerinden sonra güç birliğine giden muhalefete karşı Demokrat Parti tarafından kurulan, partiye yeni katılımlar sağlamayı amaçlayan, hukuki bir niteliği olmayan siyasi oluşumdur. Vatan Cephesi’ne katılanların listesi her gün düzenli olarak devlet radyosundan ilan edildi. 1959 yılında ana muhalefet partisi CHP’nin 14. Kurultayı, 12 Ocak 1959’da Ankara’da topladı. Toplanan bu kurultayda "ilk Hedefler Beyannamesi" kabul edildi.
27 MAYIS ASKERi YÖNETiMi
27 Mayıs 1960’ta Türk Silahlı Kuvvetleri adına yönetime el koyan Milli Birlik Komitesi (MBK) ilk iş olarak TBMM ve hükûmeti feshetti ve her türlü siyasal faaliyeti yasakladı. İlk bildiride, hareketin hiçbir şahıs ve zümreye karşı olmadığı açıklanmasına rağmen, Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, TBMM Başkanı Refik Koraltan ile bütün Bakanlar Kurulu üyeleri ve DP’nin önde gelen yöneticileri hemen tutuklandılar.
İzleyen günlerde de birkaç istisna dışında hemen hemen bütün DP milletvekilleri de gözetim altına alındı. Gözetim altına alınanlar arasında, Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun başta olmak üzere bazı yüksek rütbeli subaylar da vardı. 28 Mayıs’ta MBK, Orgeneral Cemal Gürsel’e MBK Başkanlığın yanı sıra, Başbakanlık, Milli Savunma Bakanlığı ve Başkumandanlık görevlerini de verdi. Gürsel asker ve sivil üyelerden oluşan bakanlar kurulu listesini aynı gün ilan etti. Bu arada, Ragıp Gümüşpala Genelkurmay Başkanlığına, Cevdet Sunay da Kara Kuvvetleri Komutanlığına atandı.

Askeriyenin yönetime el koyması ile ülkede meydana gelen olayları şöyle sıralaya biliriz.
Yeni anayasa oluşturmak için profesörlerden oluşan bir bilim heyeti oluşturuldu.
4 Temmuz’da siyasal partilerin il ve ilçe merkezleri dışında her ne ad ile olursa olsun örgüt kurmaları yasaklandı. Böylece partilerin ocak ve bucak örgütleri kapatılmış oldu.

29 Eylül’de DP mahkeme kararıyla kapatıldı ve eski yönetimin sorumluları 14 Ekim’de de İstanbul Yassıada’da Yüksek Adalet Divan’ında yargılanmaya başladı. 14 Ekim 1960’ta başlayan duruşmalar 11 ay 1 gün sonra, 15 Eylül 1961’de tamamlandı. Yapılan toplam 202 oturumun ardından Yüksek Adalet Divanı, Celal Bayar, Adnan Menderes, eski Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve eski Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ı oy birliğiyle, 11 sanığı da oy çokluğuyla ölüm cezasına çarptırdı.
Zorlu ve Polatkan 16 Eylül 1961’de İmralı adasında idam edildi. İntihara kalkışan Menderes ise bir gün sonra asıldı.
SİVİL YÖNETİME GEÇİŞ SÜRECİ
Sivil Yapılan tasfiyeden hemen sonra sivil yönetime geçiş sürecine yönelik çalışmalara hız verildi. Sivil Yönetime Geçişte Yapılan Değişiklikler
** 7 Aralık 1960 ta yeni bir kurucu meclis kuruldu.
** 12 Ocak 1961’de darbeden sonra faaliyetleri askıya alınan partilerin tekrar faaliyete geçmelerine izin verildi
** 11 Şubat günü dört yeni parti daha siyasal arenaya katıldı. Bu partiler Adalet Partisi, Çalışma Partisi, Cumhuriyetçi Mesleki Islahat Partisi ve Memleketçi Serbest Parti’ydi.
İKİ DARBE ARASINDA TÜRKİYE (1961 – 1980)

** Hiçbir partinin tek başına hükûmeti kuracak sayıda milletvekili çıkaramadığı 1961 seçimlerinden sonra Türkiye koalisyonlarla tanıştı. 1965 seçimlerine kadar ilk üçü CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, sonuncusu da AP listesinden Kayseri’den bağımsız seçilen Suat Hayri Ürgüplü ’nün başbakanlığı altında art arda dört koalisyon hükûmeti kuruldu.
** 9 Şubat 1962’de Harp Okulu Komutanı Talat Aydemir liderliğinde bir grup subay kendi aralarında bir protokol düzenleyip, 27 Mayıs’ın amacına ulaşmadığı gerekçesiyle yönetimi ele geçirmeye karar verdi.
Aydemir ordunun büyük bir kısmının arkasında olmaması sebebiyle İnönü’den sadece emekliye sevk edileceği hakkında güvence aldığı için uzlaşmaya gitti ve ordudan emekli edildi.
** 30 Nisan’da darbecileri affeden yasa meclisten geçirildi


** Talat Aydemir, ilk darbe girişiminden tam 14 ay sonra, 20 Mayıs 1963’te, Harp Okulu ve Zırhlı Eğitim Tank Taburu’nun desteğini arkasına alarak yeni bir darbe girişimi başlattı. Önceki darbe girişimine göre aydemiri destekleyen birlik daha azdı. Hükümetin emriyle darbeciler etkisiz hale getirildi Talat aydemir ve 6 arkadaşı idam cezasına çarptırıldı. Gürcan 27 Haziran’da, Aydemir ise 5 Temmuz’da idam edildi öteki idam kararları uygulanmadı.
** 10 Ekim 1965de yapılan seçimlerde Süleyman Demirel birinci olarak hükümeti kurup göreve başladı.










1980’DEN BUGÜNE TÜRKiYE
** 12 Eylül rejimine biçimini veren Anayasa’nın ve değer temel yasaların Milli Güvenlik Konseyi’nin (MGK) istekleri doğrultusunda oluşturulmasının ardından, demokrasiye geçiş süreci ”söylemiyle yeni bir evreye geçildi.

** DYP’nin 30 kurucusu birden 8 Temmuz 1983’te MGK tarafından veto edildi ve seçime girmeleri engellendi.


** 6 Kasım 1983 seçimlerinde ANAP birinci oldu. Cumhurbaşkanı Evren 7 Aralık 1983’te yeni hükûmeti kurma görevini ANAP genel başkanı Turgut Özal’a verdi.
** 29 Kasım 1987 de yapılan seçimlerde ANAP iktidar olmaya devam etti.

** 1991 seçimlerinde hiç bir parti tek başına çoğunluğu sağlayamadı.

** 24 Aralık 1995te yapılan seçimlerde yine hiç parti tek başına çoğunluğu kazanamadı.

** 2000’de yapılması gereken seçimler erkene alınarak 18 Nisan 1999’da yeniden seçime gidildi. Seçimden oylarında büyük bir patlama gerçekleştiren DSP ve MHP galip çıktılar. ANAP, DSP ve MHP bir araya gelerek yeni hükûmeti kurdular, başbakanlığı da DSP genel başkanı Bülent Ecevit üstlendi.

** Ecevit hükûmeti uzunca bir süre işbaşında kaldıktan sonra seçimler bir kez daha erkene alındı ve 2002’de yeniden seçime gidildi. Seçim AKP’nin mutlak bir başarısıyla sonuçlandı.

** Seçimden sonra, 18 Kasım 2002’de Abdullah Gül AKP’nin meclisteki çoğunluğuna dayanarak 1991’den o yana Türk siyasal hayatında süregelen koalisyon hükûmetlerine son vererek bir tek parti hükûmeti kurdu. Partinin genel başkanı Recep Tayyip Erdoğan, üzerindeki siyasal yasak kalkınca, 18 Mart 2003’te başbakanlığı devraldı.

** Bu hükûmet 2007 seçimlerine kadar işbaşında kaldı. 2007’de yapılan seçimi yine AKP kazandı. Bir kez daha Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlığında kurulan yeni hükûmet 2011 seçimine kadar işbaşında kaldı.

** 2011 seçiminde AKP bu kez oyların yarısını aldı ve seçimden yine galip çıktı ve 3. Erdoğan hükümeti kuruldu.
ÜNİTE 4

TÜRK SİYASAL YAŞAMINDA ANAYASAL GEÇİŞLER

OSMANLI DEVLETİ’NDE ANAYASACILIK HAREKETLERİ

İLK ANAYASAL NİTELİKTE BELGELER

SENED-İ İTTİFAK:

Osmanlı İmparatorluğu tarihinde anayasal nitelikte ilk belge 1808 tarihli Sened-i İttifak olarak kabul edilir. Bir giriş, yedi şart (madde) ve bir zeyilden (ek) oluşan bu belge, Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa’nın âyanları davet ettiği bir toplantıda, bu toplantıya katılanların/temsilci gönderenlerin bazıları tarafından imzalandıktan sonra, padişah II. Mahmut tarafından da imzalanmıştır.

Başka bir deyişle Sened-i İttifak, bir yanda merkezî gücü temsil eden aktörler, diğer yanda merkez dışı çevre güçleri temsil eden âyanlar arasında yapılan iki taraşı bir anlaşmadır ve bu özelliğiyle misak (sözleşme) niteliğindedir.

Bu belgenin giriş kısmında, sarsılan devlet otoritesinin kuvvetlendirilmesi olarak belirtilmiştir. Bu doğrultuda âyanlar, padişahın otoritesini ve onun mutlak vekili sadrazama itaat etmeyi kabul ederken, kendi yönetimlerindeki asayişe ve vergilerin ezici olmamasına dikkat etmeyi taahhüt etmiştir. Vergilerin adil toplanacağı taahhüdü bu belgenin tarafı olmayan halkın da bazı kazanımları olduğunu göstermektedir.

Diğer taraftan Sened-i İttifak ile sadrazamın keyfi eylemlerinin önlenmesi, suçu olmayan âyana merkez tarafından müdahale edilmemesi garanti altına alınır. Sened-i İttifak, imzalayan taraflar ve içeriğindeki bazı özellikler bakımından İngilizlerin 1215 tarihli Magna Carta’sına benzetilebilecek olsa da Magna Carta İngiliz feodal beylerinin Kral’a kendi şartlarını dayattıkları bir belgeyken Sened-i İttifak çevre güçlere karşı merkezî devlet otoritesini güçlendirmeyi amaçlayan sadrazamın girişimiyle ortaya çıkmıştır.

Diğer taraftan merkezî güç iktidarını kuvvetlendirmek için birtakım tavizler de vermiştir. Bu anlamda Sened-i İttifak, padişahın mutlak iktidarının sınırlanabileceği fikrini ortaya koyması bakımından önemli bir belge olarak kabul edilir.

Anayasal Nitelikte Belge: Anayasanın tüm unsurlarını taşımadığı hâlde devlet iktidarının sınırlanmasına yönelik yazılı belge.

TANZİMAT DÖNEMİ:
Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşadığı sorunlara çözüm getirmek amacıyla ve Batılı devletlerin etkileri ile 19. yüzyıl başında bazı reform girişimleri yapılır. Bu çerçevede iktidarın yetkilerini ve devlet toplum ilişkilerini düzenleyen metinler de ortaya çıkar.
Bunlar arasında en önemlilerinden bir tanesi 1839 tarihli Gülhane Hattı Hümayunu (Tanzimat Fermanı) ise bir diğeri 1856 tarihli Islahat Fermanı’dır.

Gülhane Hattı Hümayun’u padişahın tek taraşı iradesinin sonucu olduğu için, Sened-i İttifak’tan farklı olarak ferman niteliğindedir. Kanunların üstünlüğüne vurgu yapılan metinde, can güvenliği, şeref, haysiyet ve ırzın korunması, aleni yargılanma hakkı, askerlik hizmetlerinde adalet ve eşitlik, mali güce göre vergi alınması ilkesi, devlet harcamalarının kanunla yapılması ve denetlenmesi, mülkiyet hakkı, müsadere yasağı ve eşitlik ilkesi gibi konular yer almaktadır.

Islahat Fermanı ise 1856 yılında yapılan Paris Konferansı öncesinde bazı Avrupa devletlerinin baskısıyla ilan edilmiştir. Temel hükümleri Sadrazam Ali Paşa ile İstanbul’daki İngiliz ve Fransız elçileri arasında kararlaştırılan belgenin asıl amacı Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında tam bir eşitlik sağlanmasıdır. Adalet, vergi, askerlik, eğitim gibi birçok alanda gayrimüslimler aleyhine olan eşitsizliklere son verilmiştir. Her ne kadar, yapım sürecinde Avrupa devletleri ile pazarlıklar yapılmışsa da sonuç olarak padişahın tek taraşı iradesini yansıtan bir ferman ile ilan edilmiştir.

İLK ANAYASA (1876 KANUN-İ ESASİ):
19. yüzyılın başından itibaren yaşanan bu gelişmeler Osmanlı İmparatorluğu’nda mutlak iktidarın sınırlandırılmasına yönelik girişimler olmakla birlikte söz konusu belgeler anayasa olarak kabul edilmemektedir. Islahat Fermanı sonrasında da Avrupa devletlerinin değişiklik talepleri devam etmiştir. Hatta Osmanlı İmparatorluğu’nun iç sorunlarının görüşülmesi için İstanbul’da bir konferans (Tersane Konferansı) düzenlenmesine karar verilmiştir. İlk anayasa olan Kanun-i Esasi de bu konferansın açılışının yapılacağı gün ilan edilmiştir (23 Aralık 1876). Bu durum her ne kadar dış etkilerin anayasanın kabulündeki rolünü gösterse de anayasanın sadece dış baskılar sonucu kabul edildiğini ileri sürmek için yeterli değildir. Geniş halk kitlelerinin talebi sonucu olmamakla birlikte, meşruti rejime geçilmesinde Genç Osmanlılar hareketinin de önemli bir rolü vardır. Öncesindeki dönemde sadrazam ve padişah değişikliklerinde etkili olan bu hareketin destekçileri, II. Abdülhamit’i tahta geçirirken meşrutiyet rejimine geçileceği sözü almıştır.
Meşrutiyet: Hükümdarın yetkilerinin anayasa ve halk tarafından seçilen bir meclis tarafından sınırlandırıldığı yönetim biçimidir. Anayasal ya da parlamenter monarşi olarak da adlandırılır.
Mutlakiyet: Devletin temel organlarına (yasama-yürütme- yargı) ait yetkilerin tek bir kişide ya da grupta toplandığı yönetim biçimidir. 1876 Anayasası, padişahın zaten sahip olduğu yetkilerin bir anayasa ile meşrulaştırılması işlevini görmüştür.

1876 Anayasası’nın seçimle belirlenen tek meclisi olan 130 üyeli (80 Müslüman - 50 gayrimüslim) Heyet-i Mebusan için seçilme yaşı 25 olarak belirlenmiştir. Oylamaya sadece erkekler katılabildiği gibi, servete ve vergiye dayalı sınırlamalar da yapılmıştır. Seçim iki derecelidir. Basit çoğunluk esasının kabul edildiği seçim sisteminde, siyasi partiler bulunmadığından bütün adaylıklar kişiseldir.
İlk Osmanlı parlamentosu 19 Mart 1877 günü açılmıştır. Aralık’ta toplanan Meclis-i Umumi ise 14 Şubat 1878’de Osmanlı Rus Savaşı (93 Harbi) gerekçe gösterilerek II. Abdülhamit tarafından tatil edilmiştir. II. Abdülhamit’in uygulamaları kendi muhalefetini de doğurmuş ve özellikle Jön Türk hareketi gerek örgütlülüğü gerekse oluşturduğu kamuoyu ile 1908 yılında ikinci kez meşrutiyetin ilan edilmesinde etkili olmuştur. II. Meşrutiyet olarak adlandırılan bu dönemin başında II. Abdülhamit, otuz yıl aradan sonra önce Meclisi toplantıya çağırmış (23 Temmuz 1908) ve ardından Kanun-i Esasi’nin yürürlükte olduğuna dair bir Hatt-ı Hümayun yayınlamıştır (1 Ağustos 1908).

Meşrutiyet yeniden ilan edildikten sonra padişah karşısında güçlenen ilk organ hükûmettir. Ayrıca, oldukça kısa bir sürede Osmanlı siyasi hayatında birçok “ilk ”in yaşanmasına tanıklık edilmiştir:
İlk güven oylaması, ilk güvensizlik oyu bildiren karar, hükûmet programını meclisin güvenine sunan ilk hükûmet... Ancak sistem tam olarak oturmuş olmadığı için 31 Mart ayaklanmasının ardından bu kazanımlardan geriye dönüş yaşanmaya başlamış ve bu süreç ayaklanmayı bastırmak amacıyla Hareket Ordusu’nun İstanbul’a gelişinin ardından padişahın tahttan indirilmesine kadar devam etmiştir.


Güvenoyu: Parlamenter sistemlerde hükûmetin meclis içinde yeterli çoğunluğun güvenine sahip olup olmadığını belirlemek için yapılan oylama. 1909 Değişiklikleri 1908 yılında II. Meşrutiyetin ilanı ile Kanun-i Esasi’nin uygulamasında bazı değişiklikler yapılmaya başlanmışsa da 31 Mart ayaklanmasının bastırılması ve padişah değişikliğinin ardından Meclis-i Umumi temel hukuki yapının değiştirilmesi yönünde adımlar atmaya başlamıştır.

1876’da padişahın tek taraşı iradesi söz konusu olduğu hâlde, 1909 değişikliği milletin temsilcileri tarafından yapılmış, padişah sadece kabul edip onaylamıştır. Dolayısıyla 1909 değişikliği iki yanlı bir iradenin ürünü olarak misak anayasa özelliği taşımaktadır. 1909 değişikliklerinde devletin monarşik ve teokratik yapısı korunurken padişahın gerçekten sınırlanması yönünde adımlar atılmıştır. Artık en önemli kurum Meclis-i Mebusandır. Bütün bu değişiklikler doğrultusunda, 1909’da Osmanlı Devleti’nin parlamenter, anayasal bir monarşiye geçtiği ileri sürülebilir.
1921 ANAYASASI (TEŞKİLAT-I ESASİYE KANUNU)
Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya Savaşı’ndan yenilgi ile çıkmasının ardından, İstanbul işgal edilmiş (16 Mart 1920) ve Meclis-i Mebusan feshedilmiştir (11 Nisan 1920).
Bu durum üzerine, kurtuluş mücadelesinin bir parçası olarak 23 Nisan 1920’de Ankara’da olağanüstü yetkileri haiz bir meclis kurulmuştur. Büyük Millet Meclisi (BMM) adı verilen bu Meclisin üyeleri, yeni yapılan seçimler ile belirlenenlerin yanı sıra, feshedilen Meclis-i Mebusan üyelerinden belirli bir tarihe kadar BMM’ye katılma iradesi gösterenler ile Malta’da sürgünde bulunan meclis üyelerinden oluşmuştur.
Teşkilat-ı Esasiye Kanunu: 1921 Anayasası ile 1924 Anayasası’nın ilk başlığı Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’dur. 1945 yılında yapılan dil değişikliğinden sonra anayasa adı kullanılmaya başlamıştır.
Çerçeve Anayasa: Kısa ve öz hükümlerden oluşan, temel esasları belirledikten sonra ayrıntıların düzenlenmesini yasama organına bırakan anayasa türü. 20 Ocak 1921’de BMM tarafından kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu 23 madde ve bir de madde-i münferideden (ayrık maddeden) oluşan kısa çerçeve anayasa niteliğinde bir belgedir. Yeni bir anayasa yapıldığı hâlde, Kanun-i Esasi’nin bu anayasa ile çelişmeyen hükümlerinin yürürlükte olduğu kabul edilmiş, böylece iki anayasalı bir dönem başlamıştır.
Meclis Hükûmeti Sistemi: Yasama ve yürütme kuvvetlerinin aslen yasama organı olan mecliste toplandığı yönetim biçimi. 1921 Anayasası’nın en dikkat çekici özelliklerinden biri, Osmanlı Devleti resmen son bulmadığı hâlde, onunla aynı topraklar üzerinde bir Türkiye Devleti’nden bahsetmesi ve bu devletin Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunduğunu bildirmesidir. İkinci önemli özelliği ise egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunun belirtilmesidir. Bu sistemde İcra Vekilleri Heyeti (Bakanlar Kurulu), Meclisten ayrı ve bağımsız bir organ değil, Meclisin bir organı olarak kabul edilmektedir. Özel bir kanun uyarınca seçilen üyelerden oluşan İcra Vekilleri Heyeti kendi içlerinden bir başkan seçmekle birlikte Meclis Başkanı da bu heyetin doğal başkanıdır. Ayrı bir devlet başkanlığı makamı öngörülmemiştir.

1921 Anayasası’nın en uzun bölümü 14 madde ile yerel yönetimlerin düzenlenmesine ilişkindir. Vilayet (İl), Kaza (İlçe) ve Nahiye (Bucak) biçiminde bir örgütlenmeyi öngören bu anayasa yerinden yönetim ilkesine ağırlık vermiş, illere ve bucaklara özerklik tanımasıyla dikkat çekmiştir.
Teşkilat-ı Esasiye Kanunu hem uygulandığı süre hem de içerik bakımından kısa ve çoğu maddesi uygulamaya geçmemiş bir anayasadır. Bununla birlikte, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasının ardından sırasıyla saltanatın kaldırılması, cumhuriyetin ilanı ve hilafetin kaldırılması gibi çok köklü hukuki reformlar bu anayasa rejiminde yapılmıştır. Bu köklü değişikliklerden ilki birinci meclis tarafından yapılırken, diğerleri 11 Ağustos 1923’te çalışmalarına başlayan ikinci dönem meclisi tarafından gerçekleştirilmiştir.

Göreve başlamasının hemen ardından Lozan Antlaşması’nı onaylayan Meclis, yeni bir anayasa yapımına gerek duymaksızın Anayasanın bir maddesini değiştirmek suretiyle cumhuriyet rejimini kabul etmiş, ardından da hükûmet sistemiyle ilgili önemli değişiklikler yapmıştır. Bu değişiklikler 1924 Anayasası sistemine bir geçiş niteliğindedir.

1924 ANAYASASI
Kanun-i Esasi’nin tam olarak yürürlükten kaldırılmamış olması nedeniyle ortaya çıkan iki anayasalı dönemi sonlandırmak üzere, kurucu meclis sıfatı taşımadığı hâlde, ikinci dönem meclisi kendisini yeni bir anayasa yapmaya yetkili görmüştür. Bu doğrultuda, Kanun-i Esasi Encümeni (Anayasa Komisyonu), kendiliğinden bir tasarı hazırlayarak Genel Kurula sunmuş, her maddenin kabulü için toplantı yetersayısı olan salt çoğunluğun üçte ikisinin oyu yeterli sayılmıştır.
Kurucu Meclis: Yeni bir anayasa hazırlamak için oluşturulan kurul.
Salt çoğunluk: Üye tamsayısının yarısından fazlasını ifade eder.

Bu şekilde kurulan hükûmetin bir hafta içinde programını sunması ve güvenoyu alması gerekmektedir.

Tek parti rejiminin özellikleri:
• Yürütme organı iki başlıdır: Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu.
• Devlet başkanı siyasi olarak sorumsuzdur.
• Bakanlar Kurulu sorumludur.
• Yürütme yasamayı feshedebilir.
1924 Anayasası temel hak ve özgürlükler alanında bireyci ve liberal bir anlayışa sahiptir. Özgürlüklerin sınırı, başkalarının özgürlükleridir.

Temel hak ve özgürlüklerin yasama karşısında korunması için bir güvence olarak Anayasa Mahkemesinin kurulmadığı unutulmamalıdır. 1924 Anayasası ilk hâlinde devletin dini olarak İslam dinini belirtmişse de, 1928 yılında yapılan değişiklikle bu madde Anayasa metninden çıkartılmıştır.

1937 yılında yapılan değişiklikle de devletin laik yapısı anayasa hükmü hâline getirilmiştir. Tek partinin altı ilkesinin (cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik, inkılapçılık) devletin nitelikleri olarak anayasallaştırıldığı bu değişiklik, parti devlet bütünlüğünün önemli bir göstergesidir.

1924 Anayasası döneminde tek partili rejimden çok partili hayata geçilirken Anayasa’da bir değişiklik yapılmamıştır.

1961 ANAYASASI
Temsilciler Meclisine basından 12 kişi katılacaktır. Bunların 9’u Ankara, İstanbul ve İzmir’de bulunan Basın Teşekkülleri Yönetim Kurullarının seçtiği temsilcilerden, 3’ü ise diğer illerdeki siyaset ve fikir gazete ve dergilerinin tirajlarına orantılı olarak göndereceği delegeler tarafından seçilecek kişilerden oluşmuştur.

Temsilciler Meclisinde üniversiteleri temsilen 12 kişi yer alacaktır. Temsilci gönderecek üniversiteler İstanbul Teknik Üniversitesi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Ankara, İstanbul, Ege ve Atatürk Üniversiteleridir.
Bu üniversitelerden seçilecek temsilcilerin oranı ve seçilme usulleri ODTÜ ve Atatürk Üniversitesinden dörder delegenin de katılacağı Üniversitelerarası kurul tarafından belirlenir.





İlk aşamada 37 subaydan oluşan Millî Birlik Komitesi (MBK), 1 sayılı Kanun’la 1924 Anayasası’na göre TBMM’ye ait olan bütün yetkileri kendisinin kullanacağını belirtmiştir. Altı ay kadar sonra ise, anayasa ve seçim kanununu yapmak üzere iki kanatlı bir kurucu meclis oluşturulması yoluna gidilmiştir.

Türkiye tarihindeki ilk kurucu meclis, o dönemde sayısı 23’e inmiş olan Millî Birlik Komitesi’nin yanı sıra Temsilciler Meclisi’nden oluşmaktadır.

Temsilciler Meclisi üyelerini seçecek organ ve kuruluşların dağılımı ise 158 sayılı Kanun’la belirlenmiştir. Bu üyelerin yanı sıra bakanlar da Temsilciler Meclisi üyesi sayılmıştır.

Nitekim bu eksikliği giderme amacıyla hazırlanacak metnin halk oylamasına sunulması öngörülmüştür. Kurucu Meclis, anayasa tasarısı hazırlanması için kendi arasından 20 kişilik bir Anayasa Komisyonu belirlemiştir.

Anayasa görüşmelerinin önce Temsilciler Meclisinde, ardından MBK’de yapılacağı belirtilmiştir. Bir uyuşmazlık olması durumunda, iki meclisin eşit temsil edildiği bir karma kurul oluşturulacak ve bu kurulun kabul ettiği metin Kurucu Meclis birleşik toplantısında üçte iki çoğunlukla karara bağlanacaktır. Bu hüküm, uyuşmazlık çıkması hâlinde sivil tarafın avantajlı olduğuna işaret etmektedir.

Anayasa’nın 27 Mayıs 1961 tarihine kadar bitmesi gerekmektedir. Bitmemesi durumunda 15 gün ek süre verilebilir. Bu süre içinde de bitmediği takdirde, yeni bir Temsilciler Meclisi oluşturulacaktır. Kurucu Meclis, ek süreye ihtiyaç duymadan zamanında anayasa metnini kabul etmiştir. Anayasa’nın kabulünde son olarak halk oylaması yapılması öngörülmüştür. Oylama sonucunda hayır oylarının fazla olması durumunda genel seçimlerle oluşacak yeni bir Temsilciler Meclisinin kabul edeceği metnin halk oylamasına başvurulmadan yürürlüğe gireceği belirtilmiştir.
 
Üst