AÖF DERS NOTLARINA HOŞ GELDİN!

Ders notlarına erişmek için lütfen ücretsiz kayıt olunuz.

Ücretsiz Kayıt ol!

VİZE Kelama Giriş Vize Ders Notları

Moderator
Mesajlar
419
Tepkime puanı
28
Puanları
18
KELAM’A GİRİŞ

ÜNİTE - 1

Tarif, İsim ve Kapsam

GİRİŞ

İslâm dininin konu ve muhtevasını oluşturan iki temel alan vardır. Bunlardan birincisi itikad (inanç), ikincisi ise amelî (pratik) alandır. Bu iki unsurun hakiki anlamda gerçekleştirilmesiyle, adına ahlâk dediğimiz bir sonuç çıkar ki bu da dinin üçüncü esasını teşkil eder.
Dinin inanç alanıyla ilgili hüküm ve delilleri kaynaklarından, yani Kur’an ve Sünnet’ten elde eden ilme kelâm, amelî alanıyla ilgili hükümleri bilmeyi sağlayan ilme de fıkıh denilmiştir.

KELÂM İLMİNİN TARİFİ
Kelâm kelimesi lügatte; bir fikri, bir manâyı tam olarak anlatan söz, lafız, konuşma, nutuk, ibare anlamlarına gelir. Bu çerçevede ilâhi söz ve emirler de aynı kelimeyle ifade edilir. Nitekim Kur’an’ın bir ismi olarak söylenen kelâmullah ifadesinin anlamı; Allah’ın sözü, O’nun konuşması, insanlığa hitabesi demektir.Istılahî anlamda kelâm ilminin tarifini, biri bu ilmin konusuna diğeri gayesine göre olmak üzere iki ayrı çerçevede yapmak onu daha iyi ve doğru anlamaya yardımcı olur.

Konusuna Göre Kelâmın Tarifi
Kelâm ilminin konusu İslâm dininin inanç alanıdır. Dini anlamda iman; Kur’an’ın iki kapağı arasında var olan muhtevanın tamamına inanmaktır.
Kelâm ilminde ıstılahlaşmış haliyle bu üç esas kaynaklarımızda ilâhiyyât, nübüvvât ve semiyyât şeklinde ifade edilir. İşte buradan hareketle kelâm ilmi; Allah’ın zatından, sıfatlarından; peygamberliğe ait meselelerden; dünya ve ahiret (mebde ve meâd) bakımından yaratılmışların hallerinden İslâm ilke ve esaslarına göre bahseden ilimdir diye tarif edilmiştir.
Konusu bu kadar geniş ve önemli olan kelâm ilminin bu muhtevasına bakıldığında onun konusunun Allah’ın mutlak varlığı ve birliği ile kâinatın yegâne yaratıcısı olarak O’nun bu evrenle ilişkisinin ilmi, çok kısa bir ifadeyle bir varlık bilgisi ilmi olduğunu söylemek mümkündür. Bundan dolayı kelâm ilmini “Allah’ın mutlak varlığı ve birliğiyle O’nun varlık âlemiyle ilişkisinden bahseden ilimdir” diye tarif etmek mümkündür. Kelâm ilmi, konu edindiği bütün meseleleri aklın yanında vahyi ve nakli, yani Kur’an ve sünneti dikkate alarak çözümler veya hükme bağlar. Kelâm ilmi, dinin ilke ve prensiplerini ispat etmek ve desteklemek için tabiat bilimlerinin verilerinden elbette faydalanmaktadır.

Gayesine Göre Kelâmın Tarifi
Gayesine göre kelâm ilmini şöyle tarif edebiliriz: Kelâm ilmi, aklî ve naklî delillere dayanarak İslâm inançları ile ilgili ortaya çıkabilecek şüpheleri ortadan kaldırmaya ve anılan inanç ilkelerini açıklamaya ve ispat etmeye çalışan bir ilimdir. Kelâm ilminin Kur’an ve Sünnet’te yer alan İslâm inanç esaslarıyla ilgili olmak üzere iki temel görevi ve gayesi vardır. Bunlardan birincisi; İslâm dininin inanç esaslarını aklî ve naklî delillerle ispat etmeye çalışmaktır. İkincisi ise; bu esaslar hakkında ortaya çıkabilecek şüpheleri izale etmek ve Müslüman olmayanların İslâm’a yöneltecekleri eleştirilere cevap vermek, onların iddia ve delillerini çürütmektir.

KELÂMIN FAYDASI VE GAYESİ
1.
insan, aklî ve naklî delillerle desteklenmiş bir imanla taklitten tahkîke, gerçek ve sağlam bir inanca ulaşır.
2. İslâm inançlarına ters düşen sapık akım ve cereyanlardan, her çeşit hurafe ve batıl inançlardan kurtulur. Böylece gerçek anlamda sahip olduğu inancını korur.
3. Doğru yolu arayanlara rehberlik ederken, hakkı, hakikati kabule yanaşmayan, ona karşı itirazlarda bulunan, şüpheler ortaya atanlara bunlardan kurtulmaları hususunda yardımcı olur.
4. İslâm inancını sarsıntıya uğramaktan korur.
5. Kelâm ilmi, diğer dini ilimler için bir temel oluşturur.
6. Kelâm ilminin en önemli faydalarından birisi de yaratıcı olarak Allah’a ve O’nun yaratmış olduğu tüm evrene, mahlûkata karşı görev ve sorumluluklarını bilen, bunun bilincinde olan bir imana sahip insanı yetiştirmek, bu insanlardan müteşekkil bir cemiyet inşa etmek ve böylece amelî (pratik) hayatta insanı mutlu kılmaktır.

KELÂMIN KONUSU
Kelâm ilminin ele aldığı konuları başlıca iki başlık altında incelemek doğru olur. Bunlardan birincisi, doğrudan doğruya dinî akideleri oluşturan konulardır ki bunlara mesâil ve makâsıd, yani ana konular ve amaçlar adı verilir. Bu anlamda kelâm ilminin ana konusu, temel itikadî meseleler, inanç ilkeleridir.

Kur’an’ın muhtevasına inanmak temel ilke olmakla beraber, bu geniş muhteva önce altı, sonra üç ilkeye indirgenerek, anlaşılması ve akılda tutulması kolaylaştırılmıştır. Ana kelâm kaynakları da inanç konularını bu üç temel esas (usûl-i selâse) başlığı altında ele almıştır. Bunlar, ilâhiyât, nübüvvât ve semiyyât konularıdır.
İlâhiyât Allah’ın varlığı, birliği, sıfatları ve fiilleri, yani yaratıp var etmesi ve tüm varlık âlemiyle ilişkisi konu edinilir.
Nübüvvât başlığı altında, vahiy ve vahyi getiren melek ile tüm meleklere iman ve vahyin toplanıp yazıldığı Kitap (Kur’an) ile tüm ilâhî kitaplara iman incelenir.
Semiyyât konusunda, melek, cin, şeytan gibi görünmeyen varlıkların yanında bu dünya hayatının geçiciliği, ölümün bir son olmayıp, yeni bir hayatın, bir dirilişin başlangıcı olduğu, ebedî hayatın âhirette yaşanacağı, bu hayatın kıyamet denilen bir hâdise ile başlatılacağı konuları işlenir. Bu temel itikadî meseleler bütün detaylarıyla incelenirken bunların daha doğru ve kolaylıkla anlaşılabilmelerini sağlamak için adına vesâil yani ana konuları anlamaya vesile ve yardımcı olan konular ele alınır. Bu konular aslında ana mesele olan itikadın anlaşılmasına ve açılımına aracı olan, onları ispat etmede ve delillendirmede kolaylık sağlayan araç konulardır. İşte kelâm ilminin ikinci konusunu bunlar teşkil eder.

KELÂMIN YERİ VE ÖNEMİ
Her şeyden önce İslâm dininin inanç sistemini ortaya koymakta olan kelâm ilmi, insanın ve dinin temel meselesi olan Allah’ın varlığını ve birliğini aklî ve naklî delillerle anlatmaya çalışmaktadır. Sonrasında ise diğer inanç esaslarını yine aynı yöntemle insan aklına hitap ederek onun idrakine sunmaktadır. Bu çerçevede İslâm inançlarına içeriden ve dışarıdan yapılabilecek olan itirazlar, ortaya atılacak şüphe ve tereddütler ile İslâm itikadını sarsmayı hedef edinen akımları, hurafe ve batıl inançları tesbit ederek onlara gerekli cevabı vermesi kelâm ilminin önemini göstermektedir.
Büyük İslâm bilgini Gazzâlî ilim tasnifi yaparken onları önce aklî ve dinî olmak üzere ikiye ayırır. Sonra bunların her birinin küllî ve cüzî kısımlara ayrıldığını söyler. Ona göre dinî ilimlerin içinde küllî olan kelâm ilmidir. Fıkıh, tefsir, hadîs gibi diğer ilimler ise cüzî ilimlerdir. Çünkü müfessir, sadece Kur’an’ın manasına bakar. Muhaddis sadece hadîsin sabit oluş yollarını araştırır. Fakih sadece efâl-i mükellefînin hükümlerini tesbite çalışır. Usûl-i fıkıh ile meşgul olan âlim ise şerî hükümlerin delilleriyle uğraşır. Kelâm ise araştırmaya varlıkların en umumî olanından başlar ki o da “mevcud” dur.



İslâm bilginlerinden Adudiddîn el-Îcî ile Sadüddîn et-Taftazânî kelâmın en önemli, en üstün ilim (eşrefu’l-ulûm) olduğuna işaret etmektedirler.
Gazzâlî'ye göre kelâm ilmi, inanç alanında ortaya çıkacak hastalık ve problemler için bir ilaç konumundadır. Onun için her beldede bu ilimle uğraşan kimselerin bulunması gereklidir ve bu bir farz-ı kifayedir.
Kelâm ilmini farz-ı kifayelerin en kuvvetlisi gören bazı âlimler, dinî alanla ilgili bir şüphe olup da bu şüphenin çözülmesinin kelâm ilmine bağlı olması durumunda bu ilmin farz-ı ayn olduğunu söylemişlerdir.
İbn Asâkir’in belirttiği üzere, kelâm ilminin zor bir ilim olması nedeniyle onunla ilgilenmek, o sahada söz sahibi olmak zordur.

KELÂMIN İSİMLERİ

1-el-Fıkhu’l-ekber

Kelâm ilmi için kullanılan ilk isimlerden olan bu adlandırmayı Hanefî mezhebinin büyük imamı; İmam Azam Ebû Hanîfe yapmış ve bu sahada yazdığı eserine el-Fıkhu’l-ekber (en büyük fıkıh) adını vermiştir.
Ebû Hanîfe fıkhı; “Kişinin lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesidir” şeklinde tarif eder.

2-Akâid Akâid, akîde kelimesinin çoğuludur. Akîde, gönülden bağlanılan, kesinlikle karar verilen, düğümlenmişcesine sağlam şekilde katiyetle inanılan şey, itikad ve iman demektir.

3-Tevhîd ve Sıfatlar İlmi Bu isim kelâm ilmine konusu itibariyle verilmiştir. Çünkü Allah’ın sıfatları ve tevhîd bu ilmin en önemli, en meşhur ve en şerefli konusudur. Esasen kelâm ilmiyle ilgili bütün meseleler Allah’ın birliği ve tevhîd inancı etrafında toplanmaktadır. Lügat açısından tevhîd; bir şeyin bir olduğuna hükmetmek, onu bir olarak bilmek, bir şeyi diğerlerinden ayırarak onu tek kılmak, birlemek, bir kılmak anlamlarına gelmektedir.
Bir ıstılah olarak tevhîd; mutlak manâda Allah’ın bir olduğunu bilmek, O’ndan başka ilâh bulunmadığına, zât, sıfat ve fiillerinde eşi, benzeri ve den- gi olmadığına inanmaktır. Bir başka ifadeyle tevhîd; Allah’ın zâtını, düşünce ve anlayışta tasavvur edilebilen, vehim ve zihinlerde tahayyül olunabilen her şeyden tecrid ve tenzih etmektir. Konusu sadece Allah’ın sıfatları olmak üzere yazılmış eselere örnek olmak üzere İbn Huzeyme’nin Kitâbu’t-tevhîd ve İsbâtu sıfâtı’r-rab isimli eserini zikredebiliriz. Daha sonraki dönemlerde kelâm ilminin konularının gelişmeye ve geniş- lemeye başlayarak bütün itikadî meseleleri içine alması sonucunda kelâm ilminin bütün bu konularını ele alıp inceleyen eserlerden bir kısmına müellifler yine tevhîd kitabı adını vermişlerdir. Mâturîdiyye kelâm ekolünün fikir önderi ve imamı olan İmam Ebû Mansûr el-Mâturîdî’nin önemli kelâm eserine “Kitabu’t-tevhîd” adını vermesi buna açık bir örnektir.

4-Usûlü’d-dîn Usûl, asıl kelimesinin çoğuludur. Asıl kelimesi lügatte; kök, esas, temel, kay- nak, başlangıç yeri, belli başlı, en mühim, en önemli, gerçek ve hakîkat, bir şeyin üzerine bina edildiği temel anlamına gelmektedir. Usûlü’d-dîn ise, dinin aslını, esasını oluşturan, dinin amel, ahlâk gibi diğer unsurlarının kendisi üzerine bina edildiği temel, yani imana, itikada taalluk eden konulardır. Ke- lâm ilmi, dinin aslını oluşturan akîdeyi, temel inanç ilkelerini kendisine konu edindiği için bu isimle adlandırılmıştır. İslâm dininin hem itikada hem de amele taalluk eden hükümleri vardır. Dinin inanca taalluk eden hükümleri asıl, amele ilişkin yönünü ifade eden fıkıh ise fer’î hükümler olarak ifade edilir. Onun için inanç konularıyla ilgili hükümlere “ahkâm-ı asliyye”, bundan bahseden ilme de Usûlü’d-dîn denilmiştir. Abdulkahir el-Bağdâdî ile Ebu’l-Yusr Muhammed el-Pezdevî’nin Usûlü’d-dîn isimli kelâm eserleri bunun birer örneğidirler. Ayrıca Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî’nin “el-İbâne an usûli’d-diyâne” adlı eserinde de bu isme vurgu yapılmaktadır.

5-Nazar ve İstidlal İlmi Eşya hakkında düşünme ve bu yolla, henüz bilgisine ulaşılamamış şeylerin bilgisine ulaşmak amacıyla zihinde önceden var olan bilgileri düzenlemek, bir araya getirmek ve böylece bir sonuca ulaşmak çabasına nazar ve istidlal denir.

6-Kelâm İlmi Bu ilmin en çok ve yaygın olarak kullanılan ismi kelâmdır. Kelâm ismi verilmesinin nedenleri hakkında şunlar söylenmektedir. 1. İslâm düşüncesinin ilk asrında Allah’ın sıfatları meselesi anlaşılmaya çalışılırken bu çerçevede üzerinde en çok tartışma yapılan sıfat kelâm sıfatı olmuştur. 2. Bu ilim, naklî ve aklî delillerle desteklenen kuvvetli kanıtlara dayanır. Onun için kalbe en fazla tesir yapan ve ona nüfuz eden ilim budur. Bundan dolayı yaralamak manasına gelen kelm kökünden türetilen kelâm sözü bu ilme ad olarak verilmiştir. 3. Hem takip etmiş olduğu yöntemiyle mantık ilmine benzemesi hem de mantık kelimesinin kökeniyle de bir benzerliği bulunduğundan dolayı “kelâm ilmi” olarak adlandırılmıştır. 4. Öğrenilmesi ve öğretilmesi gereken bilgiler ilk defa sözle öğretilir ve öğrenilir. Dinî düşüncede, hakkında ilk önce söz edilmesi, yani konuşulması gereken ilim ise elbette itikad ilmidir. Onun için bu ilme kelâm ilmi denilmiştir. 5. Bu ilmin konuların dindeki yeri ve önemine binâen, onlar hakkında insanın aklına çok çeşitli sualler geldiğinden dolayı karşılıklı, çok ve dikkatli konuşmayı, yani kelâmı gerektirir. Bundan dolayı bu ilme kelâm ilmi denilmiştir. 6. Bu ilmin konuları hakkında söylenen sözün, diğer sözleri kesip bitiren söz olduğu için kelâm ismi verilmiştir.

7. İlimlerin tedvin ve tasnif edildiği ilk dönemlerde herhangi bir konuya başlanırken “el-kelâm fî keza-şu konudaki söz, görüş” şeklinde başlık atılırdı. Her ilmin müştereken kullandığı bu usûlde yer alan kelâm ifadesi, hakkında başlık atılmaya, söz söylenmeye en layık konu itikattır, vurgusunu çağrıştırmak üzere, husûsen inançla ilgilenen ilme ad olarak verilmiştir. 8. Müslüman düşünürler, itikadî konularda Selef’in aksine daha çok konuşmaya ve tartışmaya başlayınca bu ilme söz söyleme, sözü gerekli kılan ilim anlamında kelâm ilmi denildi. Ancak, bu ilme kelâm adının verilişinin en önemli ve etkili nedenini, Kur’an’ın, kelâmullah yani, Allah’ın sözü, O’nun kelâmı olduğu gerçeğinde aramak daha doğru olur.

KELÂM VE DİĞER İLİMLER

1- Kelâm ve Diğer İslâmî İlimler
Dinin inanç alanıyla ilgilenen ilim dalı kelâm olduğu için o, amelî hayatla doğrudan ilgilenen fıkıh başta olmak üzere diğer tüm islâmî ilimlerin temelini oluşturur. Kur’an’ın yorumunu, onun anlaşılmasını kendisine konu e- dinen tefsir ilminin varlığı da öncelikle vahiy eseri olan ilahî Kitab’ın bilgisini alan ve tebliğ eden peygamberin ve peygamberlik müessesesinin ispat edilmesine bağlıdır. Bütün bu konular, yani nübüvvet müessesesi ile ona bağlı olarak kitap ve melek inancı kelâm ilminin ana konularından bir kısmını oluşturmaktadır. Hadîs ilminin varlığı da bu anlamda yine doğrudan doğruya nübüvvetin ispatıyla alakalıdır. Bir peygamber olmadan ıstılahî anlamda “hadîs”ten bahsedilemeyeceğine göre, nübüvvet meselesini ana konularından birisi olarak ele alan Kelam ilmi hadîs ilminin de temelini oluşturur.

Kelâm ve Felsefe Kelâm ilmi ile felsefe, konuları itibariyle sıkı bir münasebet içindedirler. Çünkü her ikisi de başlangıcı ve sonucu itibariyle varlığı, onun mahiyetini, nedenini ve niçinini araştırırlar. Ancak, bu iki ilim, metotları itibariyle farklılık arz ederler. Felsefe, meselelere çözüm bulmaya çalışırken sadece akla dayanır. Halbuki kelâm ilmi, akla dayandığı gibi nakli yani vahiy yoluyla bize ulaştırılmış olan ilahî bilgiyi de önemli bir bilgi kaynağı olarak kabul eder ve ele aldığı konuları her iki bilgi kaynağından hareketle izah ve ispata çalışır. Dolayısıyla bir insan mutlak aklıyla hareket ederek varlık hakkında bir sonuca ulaşmak isterse o felsefe yapmış olur. Ama varlık hakkında vereceği aklî hükümleri vahyin ilgili olduğu alanlarda vahyin süzgecinden de geçirirse onun yaptığı ameliyenin adı kelâm olmuş olur.

Kelâm ve Tabiat İlimleri Tabiat bilimleri dediğimiz fizik, kimya, biyoloji, astronomi, matematik ve benzeri ilimlerle kelâm ilminin ilişkisi, her iki ilim türünün de varlığı ve onun özelliklerini konu edinmelerinden dolayıdır. Tabiat bilimleri varlığı yalnız bu dünyadaki durumuyla ele alır. Bir yaratanın bulunup bulunmadığıyla uğraşmadığı gibi, duyulur alemin dışıyla da ilgilenmez. Halbuki kelâm ilmi varlığı ele alırken ilk ve mutlak varlık olan ve diğer varlıkları da yaratan Allah’ın zâtını konu edindiği gibi, duyulur alemin dışında kalan gâib alanla doğrudan ilgili bir bilim dalıdır. Öte yandan tabiat ilimleri daha çok gözlem ve deneyle sonuca ulaşır. Kelâm ilmi ise tüm varlık ve olayların sebep ve nedenlerini sorar, araştırır.

Kelâm ve Sosyal-Beşerî İlimler Kelâm ile insan ve toplum bilimleri, işin tabiatı gereği birbirleriyle yakından ilgilidir. Çünkü akâide dair meselelerin kaynağı ilahî ise de onların üzerinde gerçekleştiği ve bu meseleleri konu edinen insanın bizzat kendisidir. İtikat ve inanç insanın bilincinde ve toplumun vicdanında yaşar. Bu bakımdan inanç konuları aynı zamanda insanî ve toplumsal konulardır.

ÜNİTE-2

Kelâmın Doğuşu

GİRİŞ
Konularını doğrudan doğruya Kur’ân’dan alan kelâm ilminin ana konularının ortaya çıkışı, bunları anlamaya yönelik ilmî tartışmaların doğuşu, başlaması ve kazandığı muhteva açılarından kelâm ilminin tarihi sürecini beş ayrı dönem halinde incelemek doğru olur. Bunları şöyle sıralamak mümkündür: 1. Kur’ân vahyinin devam ettiği dönem; Hz. Peygamber dönemi. 2. Kelâmî tartışmaların ortaya çıktığı ilk fikrî hareketler ve ihtilaflar dönemi. 3. Mu‘tezile mezhebinin ortaya çıkışı 4. Ehl-i Sünnet kelam mezheplerinin ortaya çıkışı. 5. Yeni ilm-i kelâm dönemi: Ondokuzuncu asrın sonlarından başlayarak hâlen devam etmekte olan dönem.



KELÂMI DOĞURAN ETKENLER

1-İlk İhtilaflar
Kelâm ilminin doğuşunu hazırlayan sebeplere tarih itibariyle baktığımızda bunların ilk işaretlerinin Hz. Peygamber’in son günlerinde tartışma konusu olan “kırtas hâdisesi” ile ona bağlı hilafet tartışmalarına dayandığını görürüz.

Kırtas Hâdisesi Arapça bir isim olarak “kırtas” kâğıt demektir. Onun için kâğıt, kalem gibi yazı malzemelerini satan yere kırtasiye denir. İbn Abbâs’tan rivayet edilen bir hadîse göre; Hz. Peygamber’in, vefatıyla neticelenen son hastalığında, rahatsızlığının şiddetli olduğu bir anda yanında bulunan ashabına; “Bana bir kâğıt ve kalem getirin, size bir yazı yazdırayım ki benden sonra sapıklığa düşmeyesiniz”, buyurmuştur. Orada bulunan ashaptan bir kısmı Hz. Peygamber’in bu emir ve arzusuna uyulmasını isterken, Hz. Ömer’in de içinde yer aldığı bir grup, burada bir vahiy durumunun olmadığını, yani o esnada Hz. Peygamber’e yeni bir vahyin gelmiş bulunmadığını, dolayısıyla yazdırmak istediği şeyin vahiy olmayıp, hastalığının şiddetlendiğini anlayınca ümmetine olan düşkünlüğünün bir tezahürü olarak böyle bir istekte bulunduğunu düşünmüşlerdir. Bundan dolayı onu rahatsız etmemek için kâğıt, kalem getirilmemiş ve neticede herhangi bir şey yazılmamıştır. Hz. Peygamber de bu arzusunu yenilememiş ve konu kapanmıştır. Kırtas hâdisesiyle ilgili rivayetler, daha sonraları Şîa ile Ehl-i sünnet arasında ihtilaf konusu olmuş ve Şiîler; eğer kâğıt, kalem getirilseydi Hz. Peygamber Hz. Ali’yi kendisinden sonra halife tayin edecekti, demişlerdir.

2-Hilâfet Meselesi Hilafet meselesi ve halife seçimiyle ilgili olarak İslâm düşüncesinde ortaya çıkan temel görüşleri kısaca şöyle özetlemek mümkündür: a. Ehl-i sünnet’e göre, kendisinden sonra kimin halife olacağına dair Hz. Peygamber bir belirlemede bulunmamıştır. Dolayısıyla halifenin belirlenmesi seçimle gerçekleştirilir. Onun için Ashab istişare sonucunda Hz. Ebû Bekir’i halife seçmiştir. b. Şîa’ya göre halifelik meselesi insanların seçimine bırakılabilecek bir iş değildir. Halife nasla belirlenir. Hz. Peygamber Hz. Ali’yi kendisinden sonra yerine halife olarak tayin etmiştir. c. Haricîlerin bu konu hakkındaki görüşleri Ehl-i sünnet ile aynıdır. Onlara göre de halifenin belirlenmesinde esas olan seçimdir.

3-Siyâsî Anlaşmazlıklar ve İç Savaşlar Hz. Osman’ın şehadeti, Cemel ve Sıffîn olayları sonucunda ortaya çıkan kelâmî problemleri başlıklar halinde şöyle sıralayabiliriz: 1. Büyük günah işleyen kişi (mürtekib-i kebîre)nin dindeki durumu. İslâm’da adam öldürme Kur’ân’ın açık beyanıyla büyük bir günahtır. (Nisâ, 92–93). Bu olaylarda öldürme hâdiseleri vardır ve ölen de öldüren de Müslüman’dır. O halde büyük günah işleyen bir müminin iman bakımından dindeki konumu nedir? Sıffîn savaşı sonucunda, bu soruya ve bununla ilgili diğer sorulara kendilerince cevap arayan Hâricîler denilen müstakil bir fırka doğmuştur. Anılan sorular etrafında ortaya çıkan görüşleri kısaca şöyle ifade ve tasnif etmek mümkündür: a. Hâricîlere göre adam öldürmek gibi bir büyük günah işleyen dinden çıkar ve kâfir olur. b. Mu‘tezile’ye göre büyük günah işleyen dinden çıkar ise de kâfir olmaz, iman ile küfür arasında kalır. Ölünceye kadar tevbe etmesi beklenir. Tevbe etmeden ölürse ebedî olarak Cehennem’de kalır, fakat azabı inkârcılarınkinden hafif olur. c. Mürcie’ye göre konu hakkında hüküm vermemek ve sorunu âhirete ertelemek uygundur. d. Ehl-i sünnet’e göre günahlar helal sayılarak işlenmediği müddetçe kişiyi dinden çıkarmaz. Fakat günahlar imana zarar verir ve sahibi âhirette cezalandırılır. Ne var ki, Allah dilerse onları af edebilir. 2. İmanın tanımı, mahiyeti, iman-amel ilişkisi meselesi. İmanın mahiyeti nedir? İman sadece sözlü bir kabul beyanı mıdır, yoksa amelle doğrudan alakalı mıdır? Mümin olduğu halde amel alanını ihmal eden, yapmayan kişinin durumu nedir? İman- küfür ilişkisi nasıldır? İmanın sınırı nerede biter, küfür nerede başlar? Sonra günah nedir, onun tanımı nasıldır? Bu ve buna benzer sorular kelâmî açıdan oldukça önemlidir ve bu ilmin ana konularındandır.

4-Kader ve İrâde Hürriyeti Sorunu Müslümanlar üzerinde büyük tesirler icra eden ve acı hatıralar bırakan bu olaylar sonucunda hem hâdiselere katılanlar hem de sonrakiler ve konu üzerinde düşünen kelâm bilginleri şu çok önemli ve derin soruları sormaya başlamışlardır. Bu iç savaşlar niçin olmuştur? Bunlara katılan insanlar acaba Allah tarafından takdir ve tespit edilen ilâhî kaderin sonucunda mı katılmışlardır? O halde kader nedir? İnsan bu hayatta iş yaparken kendi iradesiyle mi hareket etmektedir? İrade nedir? Hürriyet nedir, sınırları nelerdir? İnsan için mutlak bir hürriyetten bahsedilebilir mi?

Allah-insan ilişkisinin ana noktasını oluşturan bu suallere Kur’ân ve Sünnet’te cevaplar verilmiş ve buradan hareketle kelâm âlimleri konuları büyük bir dikkat ve titizlikle yorumlamaya çalışmışlardır. Sonuçta ortaya bazı kelâmî ekoller çıkmıştır. Metinleri, bazı sosyal-siyasî etkiler sonucunda, peşin fikirlerle ve onu anlamak için değil de anladığını, önceden kararlaştırdığını Kur’ân ve Sünnet’in metnine onaylatmak isteyen ve adına Cebriye denilen ekol bu sorular etrafında oluşmuştur. Sonra Cebriye’ye bir tepki olarak Mu‘tezile ve Ehl-i sünnet ekolleri problemi daha dikkatli bir şekilde, Kur’ân’a ve akla uygun olarak çözmeye çalışmışlardır.

5-Kur’ân ve Sünnet Metinlerinin Yorumu Her müslüman, âyet ve hadîsleri okuyup anlamada serbesttir. Zaten Kur’ân, bizzat adından da anlaşılacağı üzere okunmak ve anlaşılmak için nazil olmuş ilahî kitaptır. Allah’ın muradı bu kitaptadır. Dolayısıyla Kur’ân anlaşılmadan Allah’ın muradının ne olduğu bilinemez. Bazı âyetlerin manâsı apaçık olup anlaşılması noktasında herhangi bir ihtilaf olmamış, orada ilahî muradın ne olduğu kolaylıkla anlaşılmıştır. Bu ayetlere muhkem ayetler denilir. Ancak, diğer bir grup âyet vardır ki manâları muhkem âyetler kadar açık değildir. Bu âyetlere müteşâbih âyetler denir. Bu âyetlerin, metin içerisinde hakikat, mecâz, teşbih, temsil gibi kullanımlarının olması onların anlaşılmasını güçleştirmektedir. Kur’ân ve hadîs metinlerinde var olan bu dil sorunları etrafında ortaya çıkan sorular şunlardır. Kur’ân’ın hangi âyetleri muhkem, hangileri müteşâbihtir? Müteşâbih ne demektir? Müteşâbih âyetler anlaşılabilmeleri için tevil edilmeli midir, edilmemeli midir? Tevil ne demektir? Tevîlin şartları ve sınırı nedir? Selef âlimleri müteşâbih nasları tevil etmeksizin anlamaya çalışmışken, Mu‘tezile ve Ehl-i sünnet kelâm ekolleri büyük bir çoğunlukla bu nasları tevîl etmişlerdir.

6-Müslümanlar’ın Diğer Din ve Medeniyetlerle Karşılaşması Arabistan Yarımadası sâkinleri sâde bir hayata ve pek karmaşık olmayan bir din anlayışına sahip idiler. Ancak, İslâm toplumunun sınırları içine giren bu yeni ülkeler, çok farklı din, kültür, medeniyet, inanış ve düşüncelerin beşiği halinde idi. Suriye ile Mısır’da Hıristiyanlık ve Yahudilik, İran ve Irak’ ta ise Mecusîlik, Sâbiilik, Mazdekiyye, Seneviyye ve Zerdüştlük yaygın idi. Hz. Ömer döneminde kurulan Kûfe şehrinde, yeni fethedilen ülkelerin insan- larının gelip yerleştiği ve kendilerine ait mahalleler kurdukları da dikkate alındığında Müslümanlar’ın erken bir dönemde çok farklı inanç, düşünce ve felsefî anlayışlara sahip kimselerle karşı karşıya geldiklerini anlarız. Emevîler döneminde bir tabip olarak görev yapan Hristiyan ilahiyatçı Yuhanna ed-Dımeşkî, Allah’ın birliği ile Hz. İsa’nın tabiatı konularında Müslümanlarla nasıl tartışılması gerektiği hususunda metot tesbit etmeye çalıştı ve İslâm’a karşı reddiyeler yazdı. Müslüman âlimler de Hıristiyanlık ve diğer inanç sahiplerine karşı “er-Red ala’n-nasârâ”, “er-Red ale’l-mecûs”, “er-Red ale’s-sümeniyye”, “er- Red ale’d-dehriyyîn” ve “er-Red ale’t-tabîiyyîn” adlarıyla reddiyeler yazdılar. Öte yandan tarihte İran topraklarında vücut bulmuş olan ve ikili tanrı anlayışına sahip bulunan Manihaistler ve Mecûsîler ile Müslümarlar arasında önemli kelâmî tartışmalar yaşandı. Kısaca ifade etmek gerekirse, İslâm’ın farklı din, kültür ve medeniyetlerle karşılaşması sonucunda tevhid, teslis, teşbîh, tecsîm, kader, cebir ve ihtiyar, Kur’ân’ın hakikati, Tevrat ve İncil’in tahrifi, Nübüvvet, Mesih, Mehdi ve daha birçok itikadî konu Müslümanlarla diğer inanç sahipleri arasında tartışılmıştır.

7-Tercüme Hareketleri Müslümanlar, yeni fethedilen bölgelerde eski Yunan felsefesinin iyi bilindiğini ve yapılan tartışmalarda bu felsefenin metodunun kullanıldığını görmüşlerdi. Bu da Müslümanlar arasında felsefeye karşı merak uyanmasına ve felsefî eserlerin Arapçaya tercüme edilmesine yol açmıştı. Gerçekleştirilen tercüme hareketlerinde sadece felsefî eserler değil aynı zamanda tabiat ilimleri, tıbba dair ilimler, kimya, astroloji, simya ve ahlâk bilimleri de tercüme edilmişlerdir. Eski Yunan ilimlerini Arapçaya tercüme faaliyeti Emevîlerin son dönemlerinde başlamış, Abbasî halifelerinden Mansûr , Hârun Reşid ve Memûn döneminde devam etmiştir. Aslında ilk tercümelerin daha önce hicretin birinci asrında Halid b. Yezid b. Muaviye b. Ebî Süfyan döneminde başladığı söylenmektedir. Felsefî anlamda ilk tercüme, halife Mansûr döneminde yapılmıştır. Mansûr zamanında önce Mantık ilmi Arapça’ ya tercüme edilmiştir. Mantığı Arapça’ya ilk tercüme edenin İbn el-Mukaffa olduğu söylenir. Felsefenin sistemli bir şekilde tercümesi halife Memûn döneminde başladı. Memun zamanında ilâhiyât, tabîiyât ve ahlâka dair felsefî eserlerin Arapçaya tercümesi yapıldı. Tercüme faaliyetleri sonucunda ilk İslâm filozofları yetişmiştir. Bunlar arasında Kindî , Fârâbî ve İbn Sinâ’yı sayabiliriz.

8-İnsanın Düşünen Varlık Olması Gerçeği İnsanı değerli kılan aklı ve düşüncesi olduğu gibi, her bir ferdi diğerinden ayırarak onun ‘ben’ini, kimliğini oluşturan da aklî kabiliyet ve değerleridir. İnsan düşündüğü ölçüde değerlidir. Kur’ân, aklı olup da düşünmeyen, gerçeği, doğruyu anlamayan insanın, aklı olmayan hayvan gibi hatta ondan da aşağı bir konumda olduğunu ifade eder (el-A’râf, 179). Aslında düşüncenin hareketliliği demek olan ihtilaf, insan için kaçınılmaz olup, doğruya isâbet edebildiği, yaklaştığı ölçüde makbul ve muteberdir. Unutmamak gerekir ki İslâm kültürünün hareketlilik, canlılık ve zenginlik kazanması da bu ihtilaflar yoluyla olmuştur. Dolayısıyla ihtilafı reddetmek, insan fıtratını kabul etmemek ve düşünceyi donuklaştırmak demektir. Şüphesiz bu, ihtilafı teşvik etmek değil, aksine bir hakikati ifade etmektir. İlk dönemden itibaren oluşan ekoller; Havârıc, Cebriyye, Mürcie, Mu‘tezile, Şîa, Mâturidiye ve Eş’ariye adlarıyla anılırlar.

USÛLÜ’D-DÎNDE İHTİLAFIN HÜKMÜ Düşüncede ihtilaf, yukarıda izah edildiği üzere, onu meydana getiren diğer sebepler bir tarafa, aslında akleden, düşünen bir varlık olarak insanın doğrudan doğruya tabiatından kaynaklanan bir husustur. Bu anlamda ihtilaf kaçınılmazdır. Burada tartışılması gereken mesele şudur: İhtilaf kaçınılmaz olmakla birlikte acaba dinin temelini oluşturan inanç alanında caiz görülebilir mi? İslâm hukukçuları ile kelâmcıların büyük çoğunluğu, dine ait olduğu zarûrî olarak bilinen şeylerin dışında, itikadî ihtilaflar yüzünden insanların ve fırkaların tekfir olunamayacağı hususunda ittifak etmişlerdir.

ÜNİTE-3
İlk Dönem Kelâmî Şahsiyetler

GİRİŞ

Hasan-ı Basrî ve Ebû Hanîfe gibi Ehl-i Sünnet’in öncü ve makbul olarak kabul ettiği şahsiyetlerle Ma’bed el-Cühenî, Cehm b. Safvân, Ca‘d b. Dir- hem, Gaylân ed-Dımaşkî gibi Ehl-i Sünnet tarafından bidat düşüncelerin öncüleri olarak kabul edilen şahsiyetler ele alınacaktır.
Vâsıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd gibi kelâmcılar da ilk dönemde gelmiş olmalarına rağmen Mu‘tezile içinde anlatıldıkları için burada kendilerinden söz edilmeyecektir.

MA’BED el-CÜHENÎ

Kaderin olmadığı, ezelde kulların fillerinin belirlenmediği fikrini toplumda yüksek sesle ilk ortaya atanın Ma’bed el-Cühenî’dir. Gaylân ed- Dımaşkî de bu konuda benzer fikirleri savunmuştur.
Bu iki zatın kader ile ilgili görüşleri Kaderiyye mezhebinin aslını teşkil etmiş, bu görüşü benimseyenlere kaderî denilmiştir.
Kader ile ilgili bu görüşlerin ortaya çıktığı dönemde Ebû Hureyre , Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer , Enes b. Mâlikgibi büyük sahabîleri henüz hayattaydı. Onlar bu gelişme karşısında kendilerinin böylelerinden uzak olduklarını ilan ettiler. Sorular karşısında da bu fikri savunanlara selâm verilmemesi, cenaze namazlarının kılınmaması ve uzak durulması tavsiyesinde bulundular.
Siyasî düşünce ve faaliyetleri sebebiyle idama mahkûm edildi.
Onun kader yorumu ve inandığı düşünceleri açıkça söyleme tavrı, Mu‘tezile üzerinde ciddi tesirleri olmuştur. Bundan dolayı bazı Mu‘tezilî alimler onu Mu‘tezile’nin Medine grubu içinde saymışlardır. Yahya b. Maîn, Ebû Hatim, Dârekutnî, İbn Hacer gibi alimler ise onu hadîs rivayetinde güvenilir kişilerden kabul etmişlerdir.

GAYLÂN ed-DIMAŞKÎ

Gaylân b. Müslim ed-Dımaşkî el-Kıbtî irade hürriyeti konusundaki fikirleriyle Ma’bed el-Cühenî ile birlikte ilk Kaderiyye fırkasının doğuşunu hazırlayan tabiûn dönemi âlimlerinden biridir, ancak hayatı hakkında fazla bilgi yoktur.
Gaylân, bazı kaynaklarda Kaderiye’ye, bazılarında Mürcie’ye, bir kısmında Kaderî Mürcie’ye, bir kısmında ise Mu‘tezile’ye mensup bir âlim olarak gösterilmektedir. Gaylân’ın Mürcie’den sayılmasına muhtemelen onun, imanı “kalbin tasdiki ve dilin ikrarı” şeklinde tanımlaması, ameli imana dahil etmemesi ve büyük günah işleyenin kâfir olmadığı şeklindeki görüşleri sebebiyet vermiştir.
Mu‘tezile’nin “el-usûlü’l-hamse” diye anılan beş temel prensibine temel teşkil eden görüşleri ilk önce o dile getirmiştir.
Gaylân, imâmet konusunda liyakat ve vasıf ilkelerine ağırlık vermiştir. Bununla o, Emevîler’e karşı bir siyasî muhalefet sergilemiştir. Ona göre halife Kitap ve Sünneti iyi bilmelidir. Ümmet üzerinde ittifak ettiği takdirde Kureyş’e mensup olmayan bir kişi de halife olabilir.
Ehl-i Sünnet’in Selef âlimleri tarafından eleştirilen Ca‘d’in görüşleri sonradan yankı bulmuş, başta talebesi Cehm b. Safvân olmak üzere Vâsıl b. Atâ, Amr b. Ubeyd ve diğer bazı Mu‘tezilî alimlerce benimsenerek kelâm ilminin teşekkül etmesinde rol oynamıştır.

CA‘D b. DİRHEM

Ca‘d b. Dirhem tabiûn neslinden olup, İslam düşünce tarihinde ilâhî sıfatlar, halku’l-Kur’ân ve insanların fiilleri gibi itikadî konuları ilk defa tartışmaya açan kelâmcılardan biridir.
Ca‘d b. Dirhem, hicrî II. asrın başlarında akaid konularında Selef anlayışına aykırı olarak ortaya attığı görüşleriyle dikkati çeken bir şahsiyettir.
Ca‘d b. Dirhem’in bazı kelâmî görüşlerini şu noktalarda toplamak mümkündür:
1- Allah Teâlâ’nın zatı dışında kadîm olarak kabul edilebilecek birtakım sıfatları yoktur. Eğer Allah’ın kadîm sıfatları bulunsaydı bu, Allah’tan başka kadîm varlıkların kabul edilmesi demek olduğu için tevhidi ortadan kaldırırdı.
2- Allah, yaratıklara asla benzemez. Buna göre dinî metinlerde zikredilip de Allah’ı yaratıklarla benzerlik taşıyacak şekilde niteleyen “yed”, “vech”, “ayn” gibi tabirlerin Allah’ın zatına yaraşır biçimde tevil edilmeleri gerekir.
3- Kur’ân-ı Kerîm kadîm değil hâdistir, yaratılmıştır.
4- İnsanın fiilleri tamamen kendisine aittir; o, fiil işleme gücüne (istitâat) ve iradesine özgürce sahiptir.
Ca‘d’in, inançla ilgili konuları aklın ışığında açıklamaya çalışan ilk kelâmcılardan olduğunda şüphe yoktur.

CEHM b. SAFVÂN

Cehm b. Safvân es-Semerkandî et-Tirmizî ilk kelâmcılardandır. Cehmiyye fırkasının kurucusudur. Cehm’in, sıfatların inkârı, Kur’ân’ın yaratılmışlığı ve insan iradesini kabul etmeme (cebr) gibi düşünceleri en belirgin özelliklerini oluşturur. Onun adıyla anılan Cehmiyye mezhebi, insan iradesini inkârı ve tam bir cebr anlayışı cihetinden Cebriye ile sıfatların inkârı yönünden Mu‘tezile ile örtüşür.
Emevîlere karşı yürütülen bir isyana taraftar olmuş, dönemin siyasetine fikren ve fiilen katılmıştır.
Cehm, çağdaşı Ebû Hanîfe ve Vâsıl b. Atâ ile de fikir alışverişinde bulunmuş ve talebeleriyle tartışmıştır. Ayrıca ünlü tefsirci Mukâtil b. Süleyman ile de münazaralarda bulunmuştur. Onun görüşleri ana hatlarıyla şöyledir:
1. Ulûhiyet: Cehm b. Safvân’a göre, Allah’a subutî ve haberî sıfatlar nisbet edilemez. Zira bu durum, teşbih, yani Allah’ı kullara benzetme anlamına gelir.
2. Halku’l-Kur’ân: Kur’an’ın yaratılmışlığı meselesidir. Allah’ın sıfatları ve halku’l-Kur’ân hakkında ilk defa konuşan Ca‘d b. Dirhem olmuştur. Cehm b. Safvân, bu görüşleri ondan almış ve sistemleştirmiştir.
Cehm b. Safvân’a göre Kur’ân mahlûktur. Zira kelâm yapılan, edilen, sonradan olma bir fiildir.
3. Kaza Kader: Cehm, kulların mutlak cebr altında olduklarını öne sürmektedir.
İnsanın yaptığı fiiller, suyun akması, havanın cereyan etmesi, taşın ve yaprağın düşmesi gibidir.
4. İman: Cehm’e göre iman, Allah’ı bilmek, küfür ise bilmemektir.
5. Ahiret: Cehm b. Safvân’a göre Allah, ahirette görülemeyecektir. Cehm’e göre kabir azabı, sırat ve mizân da yoktur.
6. Akıl-Nakil: Cehm, nasları serbest bir akılcılıkla yorumlamaya çalışan; akılla nassın çatışması halinde aklın esas alınması ve nassın buna göre te’vil edilmesi gerektiğini savunan ilk kelâmcılardan biridir.

EBÛ HANÎFE

Ebû Hanîfe Numan b. Sabit, h. 80 yılında Kûfe’de doğmuş, 150 yılında Bağdat’ta vefat etmiştir. O, Hanefî mezhebinin imamı ve büyük bir müctehiddir.
Ebû Hanîfe’nin çağdaşları arasında Ca‘d b. Dirhem, Cehm b. Safvân, Vâsıl b. Atâ, Amr b. Ubeyd ve Şeytânüttâk gibi farklı görüşleri savunan ilk kelâmcılar yer alır. Bunlardan özellikle Cehm b. Safvân, Amr b. Ubeyd ve Şeytânüttâk ile yaptığı tartışmalar kısmen de olsa bize kadar gelmiştir.
Ebû Hanîfe’nin akaid alanında görüşlerinden faydalandığı kişilerin başında Hz. Ali gelmektedir. Ayrıca Ebû Hanîfe Zeyd b. Ali, Muhammed el- Bakır ve Ca’fer es-Sâdık Ehl-i beyt alimlerinden akaid konularında istifade etmiş; sahabeden özellikle Abdullah b. Mes’ûd; tabiûndan Hasan-ı Basrî, Atâ
b. Ebî Rebâh, Sa‘îd b. Müseyyeb ve Ömer b. Abdülazîz gibi âlimlerin görüşleri kendisinin akaidle ilgili düşüncelerine şekil vermiştir.
Ebû Hanîfe’nin itikadî görüşlerinden özellikle, Ebû Yûsuf, Ebû Mutî el- Belhî ve Ebû Mukâtil es-Semerkandî gibi talebeleri tarafından yazılıp nakledilen el-Âlim ve’l-müteallim, el-Fıkhu’l-ekber, el-Fıkhu’l-ebsat, er-Risâle, el-Vasıyye adlı beş akaid risalesi aracılığıyla haberdar oluyoruz. Ebû Hanîfe’nin akâid konularındaki görüşleri ana hatlarıyla şöyledir:
1. Ulûhiyet: Allah Teâlâ her şeyin yaratıcısıdır.
Allah’ın ilim, irade, hayat, kudret, kelâm, sem’, basar gibi zatî; yaratma, rızık verme, diriltme, öldürme gibi fiilî sıfatları vardır.
Nasslarda Allah’a isnad edilen yed, nefs, vech, nüzul gibi sıfatların keyfiyeti bilinemez. Bu sıfatlara nasıl oldukları ve ne anlama geldikleri bilinmeksizin öylece iman edilir. Bunların te’vil de yapılamaz.
2. Halku’l-Kur’ân: Ebû Hanîfe’ye göre Kur’ân, Allah kelâmı olup mahlûk değildir, fakat Kur’ân’ı telaffuz edişimiz ve onu yazışımız mahlûktur.
3. Kader: Kâinatta meydana gelen her şey Allah’ın takdiri ve kazasına göre cereyan eder.
4. Peygamberlik: Peygamberlerin gösterdikleri mucizeler de haktır. Hz. Peygamberin ayın yarılması (inşikâku’l-kamer) ve mi’rac mucizesi haktır, gerçektir.
Allah’a inandığı halde Hz. Peygamber’in nübüvvetini benimsemeyen kimse Allah’a da iman etmiş sayılmaz.
5. Ahiret: Kabir azabı haktır, gerçektir. İnsanların ölümden sonra diriltilmeleri ve amellerinin tartılması haktır.


6. İman-Amel İlişkisi: Ebû Hanîfe’ye bir insanda imanın gerçekleşmesi için onun şüpheden arınmış kesin bilgiye sahip olmasının yanı sıra bu bilginin doğruluğunu kesin olarak tasdik etmesi ve bu kararını sözlü olarak açıklaması gerekir.
7. Tekfîr: Ebu Hanîfe’ye göre insanların kendi beyanları, ibadet şekilleri ve dinî alâmet sayılan kıyafetleri tekfir sebebi olabilir.
8. İmamet: Ebû Hanîfe’ye göre devlet başkanı, müminlerin bir araya gelip istişarede bulunmaları yoluyla seçilmelidir.

HASAN-I BASRÎ

Hasan-ı Basrî 21/642 yılında Medine’de doğdu. Babası ve annesi azatlı köle idiler. Bu yüzden mevâlîden sayılır. Annesi Hz. Peygamber’in eşi Ümmü Seleme’nin azatlısı ve hizmetkârıydı. Ümmü Seleme onunla yakından ilgilendi ve iyi yetişmesi için her türlü imkanı sağladı.
Pek çok sahabeden ilim almakla birlikte en çok Enes b. Malik’ten istifade etmiştir. Talebeleri arasında Eyyûb es-Sahtiyânî, Katâde b. Diâme, Amr b. Ubeyd. Vâsıl b. Atâ, Malik b. Dinar gibi alimler bulunmaktadır.
Hasan-ı Basrî’nin itikadî görüşlerini şöylece özetlemek mümkündür:
1. Ulûhiyyet: Allah Teâlâ’nın kemal sıfatları vardır, onlarla nitelendir. Allah Teâlâ ahirette müminler tarafından görülecektir.
2. Kader: Hasan-ı Basrî, Emevî idaresinin, siyasî iktidar ve icraatlarını meşrulaştırmak için bunların ilâhî irade doğrultusunda gerçekleştiğini iddia etmeleri karşısında öğrencileriyle birlikte mücadele vererek kulların kendi iradeleriyle yapmış olduğu fiillerin ilâhî takdirin zorlayıcı tesiri altında gerçekleşmediğini savunmuştur.
3. Peygamberlik: Kadınlardan peygamber gönderilmemiştir. Hz. Peygamber’in isrâ ve mi’racı bedenen değil ruhen gerçekleşmiştir.
4. Âhiret: Hz. İsa, kıyametin kopmasından önce canlı olarak bulunduğu gökten inecek ve herkes ona iman edecektir. Ergenlik çağına girmeden ölen kâfir çocukları cehenneme girmeyecektir.
5. İman-Amel İlişkisi: Hasan-ı Basrî, gerçek imanın kişiyi dinin buyruklarına itaat etmeye sevk ettiğini belirtmektedir. Amelsiz imanın bir değeri yoktur. Bu sebeple iman artar ve eksilir.
Büyük günah (kebire) işleyen kimse münafıktır.

ÜNİTE -4

Mu‘tezile Kelâmı

GİRİŞ
Kelâm ilmi tarihinde Mu‘tezile oldukça önemli bir yere sahiptir. Mu‘tezile, hicrî II. asrın başlarında Basra’da ortaya çıkan, kendisine ait özel görüşleri olan ve Kelâmın kurucusu olarak kabul edilen bir ekoldür. İslam akaidini savunmada naklin yanında aklî ve felsefî delillerin kullanılmasını da gerekli gören hatta nakli, aklî prensipler ışığında yorumlama ilkesini öne alarak selefin metodundan farklı bir yol izleyen Mu‘tezile’nin kullandığı metoda kelâm adı verilmiş; bu metotla İslamî akîdelerin savunulmasını üstlenen ilme kelâm ilmi denilmiştir. Mu‘tezile, bu ilmi ilk defa sistemleştiren ekoldür. Zaman içerisinde geçirdiği aşamalardan sonra Mu‘tezile mezhebi denilince her birine özel bir anlam yüklenen tevhîd, adâlet, el-va‘d ve’l-vaîd, el-menzile beyne’l-menzileteyn ve el-emru bi’l- ma’ruf ve’n-nehyu ani’l-münker olarak bilinen beş esası benimseyen bir ekol anlaşılır.

MU‘TEZİLE İSMİ VE MEZHEBİN DOĞUŞU “Mu‘tezile” kelimesi, sözlük anlamı itibariyle “ayrılanlar”, “uzaklaşanlar”, “bir köşeye çekilenler” gibi anlamlara gelmektedir. Terim olarak ise itikadî meselelerin yorumunda akla ve insan iradesine öncelik veren kelâm mezhebi olarak tanımlanabilir. Mu‘tezile mezhebinin doğuşu hakkında değişik görüşler vardır: 1. Bu hususta genellikle kabul edilen görüş, Mu‘tezile’nin ilk defa, Basra’da Vâsıl b. Ata’nın Hasan-ı Basrî’nin ders halkasından ayrılmasıyla oluşmaya başladığıdır. 2. Bu isim kendilerine, büyük günah işleyeni imandan da küfürden de ayırmaları sebebiyle verilmiştir. 3. Büyük günah meselesinde el-menzile görüşünü ileri süren Vâsıl ve arkadaşları, o güne kadar Müslümanların büyük günah işleyenler hakkındaki mevcut görüşlerin hepsinden ayrılmaları sebebiyle bu ismi almışlardır. Mu‘tezile kendisini tevhîd ve adâlet ehli olarak tanımlamaktadır.

MU‘TEZİLENİN DOĞUŞUNU HAZIRLAYAN SEBEPLER

1-Müslümanlar Arasındaki İhtilaflara Çözüm Arayışları
Mu‘tezile mezhebinin doğuşuna etki eden unsurların başında İslam toplumunda zaman zaman kendini gösteren ve kaynağı gerek itikadî gerekse siyasî olan bir takım ihtilaflar gelir. Mu‘tezile bu ihtilaflardaki görüşleri tenkit ediyor ve meselelere yeni çözümler getirmeye çalışıyordu. Bu sebeple Mu‘tezile’nin görüşlerinin çoğunun karşıt düşünceleri reddederken ortaya çıktığı görülmektedir.

Haricîler, amellerin imandan bir parça olduğuna inanıyorlardı. Bu, kelimeyi şehadeti tasdik edip söyleyen bir kimsenin farzlardan birini yerine getirmediği yahut büyük günahlardan birini işlediği takdirde onun kâfir olacağı anlamına gelmekteydi. Mürcie ise imana zarar vermediği sürece hiçbir günahın imana zarar veremeyeceğini, büyük günah işleyenlerin durumlarının Allah’a havale edilmesi gerektiğini iddia etmiştir. Haricîler şiddet ve sertlik yolunu seçip sadece kendilerini mümin saymış, Mürcie uzlaşmacı bir yol takip ederek karşıt grupları da mümin kabul etmiştir. Mu‘tezile, Haricîler ile Mürcie arasında yer almış, ne Haricîler kadar sert, ne Mürcie kadar yumuşak tutum içine girmiştir.

2-İslam’ı Savunma Fetihler yoluyla sınırlar genişleyince Müslümanlar, yabancı din ve kültür mensuplarıyla iç içe yaşamaya başlamışlar; İslam toplumunda ister istemez bir tartışma ortamı belirmiştir. Özellikle hicrî II. asırda yabancı din ve kültürlerle tartışarak İslamî inanç ve düşünceleri ilk savunanlar ve bu konuda önemli hizmet görenler Mu‘tezilî alimler olmuştur. Vâsıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd’den sonraki dönemde bu mücadeleler devam etmiş, Abbasî halifeleri Mehdi, Harun Reşid ve Me’mun dönemlerinde hem ilmî hem de devlet düzeyinde mücadeleler yapılmış, Mu‘tezilî alimlerin bilgi ve düşüncelerinden önemli ölçüde istifade edilmiştir. Özellikle Allah’ın sıfatları konusunun ele alındığı tevhîd prensibinin; insanın kendi fiillerini gerçekleştirmesi konusunda tamamen hür olduğunun; hayır ve şer, salah-aslah, Allah’ın hikmeti gibi konuların işlendiği adâlet prensibinin teşekkülünde Mu‘tezile’nin diğer din ve kültürlerle tartışmalarının ve onlara karşı İslam’ı savunma psikolojilerinin önemli rol oynadığını söylemek mümkündür. Halku’l-Kur’an (Kur’an’ın yaratılıp yaratılmadığı) meselesi de bu tartışmalar sonucunda Mu‘tezile’nin önemle gündeme getirdiği bir kelâmî konu olmuştur.

3-Tercüme Faaliyetleri ve Felsefeye İlgi Emevîlerle başlayan özellikle Abbasîler döneminde hız kazanan tercüme faaliyetleri, Mu‘tezilî bilginlerini daha özgün bir yapıya kavuşturmada etkili olmuştur. Mu‘tezilî bilginleri, Yunan felsefesini incelemeye sevk eden sebep öncelikle, İslam’ı savunmak olmuştur. a. Ancak neticede Mu‘tezile, İslamî inançları savunma ve ispat gibi dinî meselelerden felsefî problemlere doğru kaymış, zamanla felsefî konularla uğraşma onların esas meşguliyeti olmuştur. b. Mu‘tezile, aşırı hayranlık duyduğu yunan felsefesinin tesirinde kalmış, itikadî konularda akla ve aklın vardığı ilkelere öncelik vererek akılla çelişir gördüğü nakilleri aklın ışığında te’vîl etmiştir. Mu‘tezile’nin akla bu derece önem vermeleri onları hedeflerinden saptırmış ve nass ile çelişen görüşleri savunma durumunda kalmışlardır. Günümüzde kısmen Şiî muhitlerde, yoğun olarak da Yemen'deki Zeydiyye mezhebi içinde varlığını sürdürmektedir.

MU‘TEZİLE’NİN BEŞ TEMEL İLKESİ

1-Tevhîd
“Tevhîd”, Allah’a hiçbir şekilde ortak koşulmaması ve birliğinin tasdik edilmesi anlamına gelmektedir. Mu‘tezile’nin bu konudaki görüşleri şöyledir. a. Onlara göre Allah birdir, eşi ve benzeri yoktur. Allah’ın bir ve kadîm olması, O’nun en özel sıfatlarıdır. Mu‘tezile, Allah’a ait masdar kalıplarıyla ifade edilen hayat, ilim, kudret, irade… gibi subutî sıfatların varlığını kabul etmemektedir. Onlara göre Allah, zatıyla haydır, zatıyla semî’dir, zatıyla basîrdir, zatıyla kâdirdir, zatıyla mürîddir ve zatıyla âlimdir. Mu‘tezile, Allah âlimdir, kâdirdir gibi hükümleri kabul etmekle birlikte Allah’ın ilmi vardır, kudreti vardır gibi hükümleri kabul etmez. b. Allah’ın hiçbir şeye benzememesi ve bu açıdan da tek olması inancıyla Mu‘tezile, Allah’a isnad edilen bazı sıfatları te’vîl etme cihetine gitmiştir. c. Mu‘tezile’ye göre Allah’ın kelâm sıfatı da yoktur. Kelâm kadîm bir sıfat olarak kabul edilirse Allah’tan başka kadîm bir varlık kabul edilmiş olur. Ayrıca Kur’an’ın elimizdeki yapısı, kelâmın mahiyeti bize ait olan kelâmın mahiyetiyle aynıdır. d. Allah’ın hiçbir varlığa benzemediği ve bu açıdan da tek olduğu inancının bir uzantısı olarak Mu‘tezile, Allah’ın ahirette gözle görülemeyeceğini iddia etmiştir.

2-Adâlet Bütün Müslümanlara göre Allah adildir, adâlet sahibidir; zalim değildir, zulüm işlemez ve zulmü asla sevmez. Ancak Mu‘tezile, tevhîd ilkesinde olduğu gibi adâlet kavramına farklı manalar yüklemekte, bununla diğer ekollerden ayrışmakta ve şunları anlamaktadır: a. Allah’ın adil olması, kullara ait fiilleri yaratmaması anlamına gelir. Kul işlediği fiili bizzat kendisi varlık alanına çıkarır. Eğer böyle olmayıp da kulların fiillerini Allah yaratmış olsaydı sonrada bu fiillerinden dolayı insanları cezalandırsaydı bu takdirde Allah’ın adaletinden söz edilemezdi. Kısaca Mu‘tezile’ye göre kul, fiilinin hâlıkıdır (yaratıcısıdır). Kader diye bir şey yoktur.

b. Allah, adaleti gereği yapmış olduğu fiillerinde ve yaratmasında mutlaka bir takım hikmet ve maslahatları gözetir, boşu boşuna hiçbir iş yapmaz. O, yaptığı her şeyi bir sebep ve gayeye bağlı dolayı yapar. Mu‘tezile’ye göre Allah Teâlâ’nın bazı yüce ve iyi prensiplere göre hareket etmesi zaruridir. c. Mu‘tezile’nin adâlet anlayışına göre kulun menfaatine en uygun olanı Allah’ın yaratması O’nun üzerine vaciptir. Allah’ın Kulun menfaatine en uygun olanı yapmasının vacip oluşu meselesi kelâm ilminde salah-aslah meselesi olarak bilinir. d. Adâlet anlayışının bir uzantısı olarak Mu‘tezile’ye göre Allah’ın, kullarına güçlerinin yetmeyeceği bir şeyi teklif etmesi caiz değildir. e. Allah’ın itaatkar kulunu cezalandırmayacağı, ölen müşrik çocuklarına azap etmesinin caiz olmadığı gibi hususlar da Mu‘tezile’nin adâlet anlayışı çerçevesinde varmış olduğu sonuçlardan bazılarıdır. Mu‘tezile, yukarıda temel özellikleri zikredilen adâlet prensibine özel bir önem verdikleri için kendilerine ehlü’l-adl ismini vermişlerdir.

3-Va‘d ve va‘îd Va‘d iyi işler yapanların ahirette mükâfatlandırılması; va‘îd ise kötü amelde bulunanların ahirette cezalandırılması anlamlarına gelmektedir. Allah Teâlâ va‘dinden de va‘îdinden de asla caymaz. Bu sebeple Mu‘tezile’ye göre büyük günah işleyenler tevbe etmeden ölürlerse bunlar bağışlanmazlar ve bunlara peygamberlerin şefaati söz konusu olmaz. Mu‘tezile va‘d ve va‘îd başlığı altında iman, küfür, fısk, kebire, tevbe, sevap, ikâb, şefaat, kabir azabı, cehennemliklerin durumu gibi konuları ele almıştır.

4-el-Menzile beyne’l-menzileteyn Mu‘tezile’ye göre büyük günah işleyen kimse ne mü’mindir ne kâfirdir. Bilakis iman ile küfür arasında bir mertebededir. Bu mertebe, Mu‘tezile’ye göre fâsıklıktır. Böyle bir kimse tevbe etmeden ölürse ebedi cehennemliktir. Şu kadar var ki bu kimsenizi azabı kâfirin azabından daha hafiftir. Tevbe ederse mümin olarak cennete gider. Mu‘tezile’nin bu ilkeye verdiği anlama göre büyük günah sahibine mümin denilemez. Müminlere yapılan övücü sıfatlar bunlara yapılamaz, bunlara saygı gösterilemez; bunlar sevilemez ve dost tutulamaz. Zira bu türden olumlu muamele ancak müminlerin hakkıdır.

5-Emr bi’l-ma’ruf nehy ani’l-münker Mu‘tezile’nin beş temel esasından biri olan bu ilkeye göre “iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak” her Müslümana farzdır. Her Müslümanın kolaylıkla kabul edeceği bu prensibi, temel ilkelerinden saymakla Mu‘tezile, toplum içerisinde sıkı bir denetim mekanizması kurmak istemiştir. Ne var ki onlar, iyiliği emrediyorum diye kendi prensiplerine karşı gelenlere şiddetli hücumlarda bulunmuş, kendi görüş ve tevillerini başkalarına zorla kabul ettirmeye çalışmışlardır.

Mu‘tezile’de Akıl-Nakil Meselesi Kelâm mezhepleri içersisinde akla en çok yer veren ekol, Mu‘tezile’dir. Onlar, akla önem verdiğinden dolayı mukallidin yani inandığı şeyin delillerini bilmeyen birinin imanını geçerli saymaz. Onlar, akıllı bir insanın vahiy gelmeden önce kendi düşüncesiyle Allah’ın varlığını bulması gerektiğini söylerler. Allah’ın zatına ilave gibi görülen ilim, irâde, kudret gibi sıfatlar yoktur; zira eğer bunlar kadîm sıfatlar olacak olursa Allah’ın birliğine ters düşer, iddiasını taşırlar. Yine “Allah’ın hiçbir şeye benzemediği” ilkesinden hareketle nasslarda zikredilen Allah’ın eli, yüzü, gelmesi, gülmesi… gibi haberî sıfatları teşbihe düşmemek için Kur’an’da zikredilen diğer sıfatlara ve dil kurallarına uygun olarak te’vîl ederler.

Mu‘tezile’nin Diğer Görüşleri 1. Mu‘tezile göre katil tarafından öldürülen birisi kendi eceliyle ölmemiştir. Bilakis ecelinden önce öldürülmüştür. 2. Mu‘tezile’ye göre haram yiyecekler rızık değildir. 3. Mu‘tezile Kur’an’a çok vurgu yapar. Onlar itikadî konularda sahih bile olsa hadîslere güven duymamaktadırlar. 4. Hüsün ve kubuh yani iyi ve kötü olan şeyler vahiy gelmeden akılla bilinir. 5. Mu‘tezile’ye göre evliyanın kerameti diye bir şey yoktur. 6. Sihrin aslı yoktur. Sihir denilen şey sadece göz boyamaktır.

BASRA VE BAĞDAT MU‘TEZİLESİ Basra Mu‘tezilesi, Mu‘tezile’nin ilk temsilcilerinin de içinde yer aldığı bir ekoldür. Bu ekol, siyasi tartışmalardan ve iktidar ilişkilerinden uzak duran bir anlayışa sahiptir. Basra ve Bağdat ekollerini birbirinden ayıran en belirgin fark, Bağdat ekolünün Hz. Ali’ye olan yaklaşımıdır. Onlara göre Hz. Ali, diğer sahabeden üstündür. Mu‘tezile’nin Basra ekolü, kelâmî meseleleri daha çok teorik biçimde ele almış, bundan dolayı fikrî mücadele taraftarı olmuş, usûl ve furûda hem akla hem de vahye birlikte değer vermişlerdir. Basra ekolü daha çok Allah’ın sıfatları konusunu, Bağdat ekolü ise varlık meselesini ele almıştır.

Bağdat ekolü, Halife Me’mun’un Bağdat’ta başlattığı tercümeler sebebiyle Basra ekolüne göre daha fazla Yunan felsefesinin tesirinde kalmıştır. Basra Mu‘tezilesinin önde gelen bazı temsilcileri şunlardır. Vâsıl b. Ata, Amr b. Ubeyd, Ebû Bekir el Esamm , Muammer b. Abbad, Hişam b. Amr el-Fuvatî , İbra- him en-Nazzam, Ebü’l-Hüzeyl el-Allaf, Abbad b. Süleyman, Câhız, Ebû Ali el-Cübbâî , Ebû Haşim el-Cübbâî, Kâdî Abdülcebbâr, Ebü’l- Hüseyin el-Basrî, Zemahşerî.

Bağdat Mu‘tezilesinin önde gelen bazı temsilcileri şunlardır: Bişr b. Mu’temir , Sümâme b. Eşras , Ca’fer b. el-Mübeşşir, Cafer b. Harb, Ahmed b. Ebî Duâd, Ebû Ca’fer el-İskâfî, Ebü’l-Hüseyin el-Hayyât, Ebü’l-Kâsım el-Belhî el-Ka’bî.

MU‘TEZİLENİN ÖZELLİKLERİ Mu‘tezileyle ilgili şu genellemeleri yapmak mümkündür. 1. Mu‘tezile, Bağdat ve Basra gibi eski medeniyet mensuplarının bulunduğu çok kültürlü bir ortamda zuhur etmiştir. 2. Mu‘tezile çok kültürlü ortamlarda Müslümanların kafalarını karıştıranlara ve İslam’ı tenkit edenlere karşı ilk ciddi tepkileri vermiş; muhaliflerine ikna edici ve ilmî cevaplar sunmuşlardır. 3. Mu‘tezilî alimler, daha çok yunan felsefesinin tesirinde kalmışlardır. 4. Mu‘tezile, akılcıdır; akla büyük değer verir. Bundan dolayı bazıları tarafından “ İslam rasyonalistleri” olarak adlandırılmışlardır. 5. Mu‘tezile, hürriyetçidir; serbest düşünceye ve insanın irade özgürlüğüne büyük önem vermektedir. 6. Özelikle ilk Mu‘tezilî alimler, ibadetlerine düşkün ve zahid insanlardır. 7. Mu‘tezile, İslam dünyasında dinî ve tabiî ilimlerin gelişmesine katkıda bulunmuştur. Onlar dinî ilimlerde akılcılığın, tabiat ilimlerinde deney ve gözlem metodunun kullanılmasında ön ayak olmuşlardır. 8. Mu‘tezilîler Kur’an üzerinde yoğunlaşmışlar, bir konuda naklî delil getireceklerse bunun Kur’an’dan olmasına itina göstermişlerdir. Mu‘tezile mensupları, dirayet tefsirine önem veren ve bunun öncülüğünü yapan kimseler olmuşlardır. 9. Ehl-i Sünnet ile ciddi anlamda ihtilafları olsa da Mu‘tezile, pek çok açıdan Sünni kelâma tesir etmiştir. Kelâm metodunun kullanılmasında, ilahî sıfatlar, kesb, cüz-i lâ yetecezzâ, te’vîl ve hudûs gibi konuların işlenmesinde Mu‘tezile’nin Ehl-i Sünnet kelâmına tesiri olmuştur.
 
Üst