AÖF DERS NOTLARINA HOŞ GELDİN!

Ders notlarına erişmek için lütfen ücretsiz kayıt olunuz.

Ücretsiz Kayıt ol!

FİNAL Türkiye'nin Toplumsal Yapısı Final Özeti (Güncel 2020)

Moderator
Mesajlar
419
Tepkime puanı
28
Puanları
18
ÜNİTE 5

TÜRKİYENİN TOPLUMSAL YAPISI
Türkiye Ekonomisinin Kurumsal Yapısı ve Dönüşümü
Ekonomi, Yunanca aslı iki sözcükten oluşan bileşik bir isimdir (oikonomia; oikos=ev ve nomos = idare) ve anlamı ev idaresidir. Kelime ile büyük bir aile olan şehir devletinin ihtiyaçlarını karşılayacak faaliyetler tasvir edilmektedir. Ekonominin kurumları; mal ve hizmet üreten, dağıtan ve satın alan ve bu birimlerin kararlarını etkileyen birimlerin oluşturduğu ağdır.
Kapitalizm; üretim araçlarının özel mülkiyetine ve bu araçların onlara sahip olmayan işçi sınıfı tarafından işletilmesine dayanan toplumsal yapıdır. Kapitalizmde kâr elde etmek için özel girişimciler tarafından üretilen mal ve hizmetler, serbest piyasada alınıp satılmaktadır.
İktisadi hayatta düzeni sağlayan ve hangi malların, kimler tarafından, kimler için, ne miktarlarda üretileceği gibi temel ekonomik sorunları çözümleyen bir görünmez el (serbest fiyat) mekanizması vardır.
Kurumsal iktisat ekolü neoklasik iktisatın soyut varsayımlarına karşı çıkarak, iktisadi olayların ve faaliyetlerin analizinde sosyal, politik, tarihsel ve psikolojik yapıları da dikkate alır. Alman Tarihçi Okul’un görüşlerini temel alan ekolde, her dönem ve her toplum için geçerli olan doğal (mutlak) iktisat kanunları bulunmamaktadır. Bu nedenle mülkiyet, piyasa gibi kurumsal yapılar da değişmektedir.
Yeni Kurumsal İktisat ekonomik düzenin sağlanması için kural ve kurumların önemine işaret eden çeşitli iktisat okullarının ortak adıdır. Oliver Williamson, Friedrich August von Hayek ve Ronald Coase bu ekolün en önemli isimleri arasındadır.
Karma ekonomi, ekonomik faaliyetlerde hem devletin hem de özel teşebbüsün birlikte yer aldığı ekonomik sistemi ifade etmektedir
İthal ikameci sanayileşme: Bir malın yurt dışından ithal edilmesi yerine yurt içinde üretilmesini öngören, böylece döviz tasarrufu sağlayan sanayileşme stratejisidir.
İhracata yönelik sanayileşme: Ülkenin iç üretim için kullanabileceği kaynaklar ihracat amacıyla yapılacak üretime yönlendirilir. Ulusal malların dış ülkelerde rekabetine önem verilerek karşılaştırmalı üstünlükler esas alınmaktadır.
1970’ten sonra IMF ve Dünya Bankası ülkelerin orta ve uzun vadede ekonomik büyümelerinin önündeki en büyük engel serbest piyasa güçlerine dayanmayan ekonomik yapılarıdır. Bu nedenle izlenecek yapısal uyum programı sayesinde, kamu harcamaları azaltılmalı, devletin ekonomik hayattan çekilmeli, mal, hizmet ve sermaye hareketlerin önündeki engellerin kaldırılmalı böylece ülkelerin dünya ekonomisi ile bütünleşmesi sağlanmalıdır.
Dış piyasaların da desteklediği bu “yapısal uyum programı”nın hedefi piyasa ekonomisi yaratmaktır. Kullandığı iktisat politikası araçları da neo-liberal politikalar olarak bilinir.
Gümrük Birliği gerçekleştiren ülkeler arasında gümrük vergisi gibi ticarete konulan her türlü kısıtlamalar kaldırılır ve ulusal piyasalar birleştirilir. Gümrük birliğine taraf ülkeler, birlik dışındaki ülkelere karşı ortak ticaret politikası yürütür.
Bütçe, hükûmetlerin kamu kaynaklarının toplanması ve harcamaların yapılması için ulusal egemenliği temsil eden parlamentodan aldığı bir yetkidir; bu bağlamda toplum ile siyasi iktidar arasında kaynakların kullanımı konusunda yapılan bir sözleşme olarak görülebilir.
Kalkınma planı, bir ülkenin belirli bir dönem için sahip olduğu kaynakları etkin bir şekilde kullanmak amacıyla hazırladığı belgelerdir. Ülkemizde hızlı ve dengeli bir kalkınmayı gerçekleştirmek amacıyla hazırlanan Beş Yıllık Kalkınma Planları, kamu için emredici, özel sektör için özendirici ve yol gösterici bir nitelik taşımakta, yıllık programlar aracılığı ile kamu yatırımlarını belirlemektedir.
2011 yılından itibaren eski DPT’nin tüm görevleri Kalkınma Bakanlığı tarafından üstlenilmiştir. Bu idari düzenlemeye rağmen DPT’nin Türkiye ekonomisinin gelişiminde oynadığı rolün büyüklüğü göz önünde bulundurularak konu Devlet Planlama Teşkilatı olarak başlıklandırılmıştır.
Bir ekonomide kurumsal yapının ne gibi fonksiyonları vardır? Bir ekonominin kurumsal yapısı kurallar, uygulama mekanizmaları ve organizasyonlardan oluşur. Kurumsal yapı ekonomide uygulanan politikaları ve bireylerin davranış biçimlerini etkiler. Sağlam kurumsal yapı, politikaların ve bürokratların kural dışı faaliyetlerini sınırlar ve engel olur. Politikalar ulaşılmak istenen amaçlar ve ulaşılacak sonuçları belirler. Kurumsal yapı ise bu sonuçlara nasıl ulaşılacağının kurallarını belirler. Serbest piyasa ekonomisi içinde kurumsal yapı:
• Piyasa koşulları, mallar ve piyasaya katılanlar hakkında gerekli bilgileri sağlar,
• Mülkiyet haklarını ve sözleşmeleri tanımlar ve kuvvetlendirir,
• Rekabetin piyasalarda olması gereken düzeyde olmasını sağlar.
Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunda nasıl bir ekonomik sistem benimsenmiştir? Cumhuriyet’in ilk yıllarında izlenen temel ekonomi politikası, özel girişimci eliyle serbest piyasa koşullarında sanayileşmeyi hedeflemiştir. Ancak özel girişimcinin yetersiz olduğu birçok alanda devlet ekonomiye müdahale ederek bizzat üretim sürecinde yer almıştır.
İhracata yönelik sanayileşme stratejisi nedir? İhracata yönelik sanayileşme stratejisinde ülkenin iç üretim için kullanabileceği kaynaklar ihracat amacıyla yapılacak üretime yönlendirilir. Bu strateji doğal olarak serbest bir dış ticaret rejimini gerektirir.
Hazine Müsteşarlığının temel görevleri nelerdir? Devletin tüm mallarının sahibi ve devlet adına borçlanabilenkurum hazinedir. Dolayısıyla devletin mal varlığını temsil eder. Devletin nakit akışını düzenler, parasının tutulduğu kasa ve ödemelerinin yapıldığı veznedir. Yine hazine, bir ülkenin ulusal parasının yabancı paralar karşısındaki değerinin belirlenmesinde ve bu değişimin yöntemlerinin belirlenmesinde kural koyucu ve uygulayıcıdır. Ülkede dolaşımda bulunan madeni paranın basılması yetkisi de hazineye aittir.
Ülkemizde Beş Yıllık Kalkınma Planları neden hazırlanmaktadır? Türkiye demokratik planlama mekanizmasını benimsemiştir. Kalkınma Planları hazırlanırken toplumun çeşitli kesimlerinin ekonomik ve sosyal politikalar ve hedefler konusundaki görüş ve istekleri değerlendirilir. Ardından Kalkınma Planı TBMM’de yasalaşır ve böylece kamunun ekonomik kurumları için zorunlu öncelikler, hedefler ve yatırım planları ortaya çıkar. Bu planlar özel sektöre yol gösterici olmakta, kamunun nasıl bir ekonomi politikası izleyeceği, özel sektörü nasıl destekleyeceğini görebilmektedir.
Ülkemizde etkin olan özel sektör kuruluşları hangileridir? Ülkemizde sıkça tanık olduğumuz özel sektör kurumları arasında Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği, Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu sayılabilir.
ÖZET
Ekonomi kurumunu tanımlamak.
İnsanlar yaşamlarını sürdürebilmek için besine, giysilere, ayakkabılara, konuta vb. maddi varlıklara ihtiyaç duyarlar. Bu varlıkları üretebilmek için ise çalışmak zorundadırlar. Bu nedenle toplumsal varlığın ve gelişmenin kökeninde mal ve hizmet üretimi yatmaktadır. Üretilen mal ve hizmetlerin üretim süreci, değişimi ve paylaşımı ise toplumdaki “üretim ilişkilerini” oluşturmaktadır. Marx’a göre ilkel toplum, kölecilik, feodalizm, kapitalizm ve sosyalizm insanlığın farklı üretim ilişkilerine dayanarak kurduğu toplumsal-ekonomik sistemlerdir. Toplumdaki mal ve hizmetlerin üretim ve bölüşümünün nasıl olması gerektiğine ilişkin uyumlu düşünce ve değerler toplamına “ekonomik sistem” adı verilmektedir. Toplumdaki mevcut üretim ilişkileri ise dayandığı temel kuralları koruyacak ve sistemin varlığını devam ettirecek kurumsal yapıları oluştururlar. Ekonomi de bir toplumdaki kurumlardan birini oluşturmaktadır. Bir ekonominin kurumsal yapısı kurallar, uygulama mekanizmaları ve organizasyonlardan oluşur. Kurumsal yapı ekonomide uygulanan politikaları ve bireylerin davranış biçimlerini etkiler. Sağlam kurumsal yapı, politikaların ve bürokratların kural dışı faaliyetlerini sınırlar ve engel olur. Politikalar ulaşılmak istenen amaçlar ve ulaşılacak sonuçları belirler. Kurumsal yapı ise bu sonuçlara nasıl ulaşılacağının kuralları nı belirler. Serbest piyasa ekonomisi içinde kurumsal yapı:
• Piyasa koşulları, mallar ve piyasaya katılanlar hakkında gerekli bilgileri sağlar,
• Mülkiyet haklarını ve sözleşmeleri tanımlar ve kuvvetlendirir,
• Rekabetin piyasalarda olması gereken düzeyde olmasını sağlar.
Serbest piyasa ekonomisi ve ekonominin kurumsal yapısı ilişkisini açıklamak.
Kapitalist sistem içinde ekonomik birimler (işletmeler ve bireyler) piyasada (pazar) karşılaşarak ekonomik faaliyete ilişkin kararlarını verirler. Teorik olarak hiçbir müdahalenin olmadığı ve tarafların eksiksiz bilgiye sahip oldukları varsayıldığından piyasada mal ve hizmetlerin fiyatı arz ve talebin dengesi sonucunda oluşur. Burada birey“homo economicus” olarak varsayılır. Bu varsayım bireyini mallar, piyasalar ve diğer ekonomik konularda tam bilgiye sahip olduğunu kabul etmektedir. Buna ilave olarak, homo economicus tüketicilerin faydalarını ve üreticilerin ise kârlarını maksimize edeceğini öngörmektedir. Bu birey, karşılaştığı seçenekler arasında mutlaka değerlendirme yaparak seçim yapar her zaman çoğu aza tercih eder ve yaptığı tercihlerde tutarlıdır. Günümüzde hâkim olan iktisat anlayışına göre bu tanım, sadece piyasa toplumlarının anlaşılmasını bir zorunluluk olarak görmektedir.Serbest piyasayı esas alan Yeni Kurumsal İktisatçılar, birey davranışlarının güçlü bir kurumsal yapının olması hâlinde etkinliğe kavuşacağını savunmuşlardır. Bu düşünceye göre servetin asıl kaynağı piyasadır. Güçlü bir kurumsal yapı iyi ve etkin işleyen piyasaya olanak sağlayacaktır. Günümüz küreselleşme süreci içinde “karşılıklı bağımlılık” sonucunda ulusal piyasalar, uluslar arası ekonomik entegrasyonlar (bütünleşmeler), bölgesel ekonomik işbirlikleri, çok uluslu şirketler ve hükümet dışı örgütler aracılığıyla birbirine bağlanmaktadır. Bu süreci inşa eden, kurallarını uygulayan ve yeniden üreten yapılar da uluslar arası ekonomik örgütler olmuştur. Küreselleşme sürecinde oluşan bu ağda kurumsal yapı da değişmektedir. Rekabetçi piyasalar, ulus devleti de değişerek rekabetçi devlete dönüşmeye zorlamaktadır.
Türkiye ekonomisinde yapısal değişimi açıklamak.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında izlenen temel ekonomi politikası, özel girişimci eliyle serbest piyasa koşullarında sanayileşmeyi hedeşemiştir. Buna rağmen özel girişimcinin yetersiz olduğu birçok alanda devlet ekonomiye müdahale ederek bizzat üretim sürecinde yer almıştır. Böylece devlet yatırımcı işletmeci ve denetleyici olarak ekonomik kurumsal yapıda büyük ölçüde egemen olmuştur. Uluslararası piyasalarda rekabet edebilir düzeye gelinceye kadar yurt içi üretimin dış ticaret politikaları ve çeşitli parasal ve mali araçlarla korunmasını amaçlayan ithal ikameci strateji izlenmiştir. Türkiye ekonomisi gerek kendi iç dinamiklerinden gerekse dünya ekonomisinde boy gösteren dinamiklerden etkilenerek birçok değişim geçirmiştir. Dünya ekonomisinde küreselleşmenin ve rekabetin arttığı, mal ve hizmet ticareti ile sermaye hareketliliğinin hız kazandığı bir dünyada, Türkiye ekonomisi de kurumlarıyla bu değişime uyum sağlamıştır. Türkiye için temel değişim dönemi 24 Ocak 1980 tarihli istikrar politikası kararları ile uygulamaya konulan ihracata dayalı sanayileşme stratejisi ile başlamıştır. Devletin düzenleyici olarak rol aldığı, ihracatı destekleyen bir büyüme modeli üzerine kurgulanmıştır. Dünya mal piyasalarıyla bütünleşebilmek mali piyasaların da serbestleştirilmesini ve uluslararası finans merkezleriyle bütünleşmeyi beraberinde getirmiştir.
Türkiye’de ekonomi politikasına yön veren kamu ve özel sektör kuruluşlarını tanımak.
Türkiye’de kamu kesimi denildiğinde merkezi yönetim birimleri, sosyal güvenlik kuruluşları ve yerel yönetimler anlaşılmaktadır. Merkezî yönetim birimleri (yasama, yürütme ve yargı), merkezî yönetime bağlı özerk bütçeli birimler (üniversiteler gibi) ile düzenleyici ve denetleyici kurumlardan (RTÜK, BDDK, TMSF vb.) oluşmaktadır. Genel yönetim kuruluşlarının diğer iki kategorisi sosyal güvenlik kurumları ve yerel yönetimlerdir. Bunların dışında bir mal veya hizmet üretmek amacıyla kurulmuş Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT)’ni de kattığımızda toplam kamu kesimi tanımına ulaşırız.
Ekonomi politikası açısından bakıldığında yürütme organı (hükümet ve bakanlıklar) ve yardımcı kuruluşlar olarak niteleyebileceğimiz anayasal kuruluşlardan oluşmaktadır. Bu kuruluşlar Merkez Bankası Başkanlığı, Hazine, Gümrük,Dış Ticaret ve Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlıklarıdır. Türkiye’de çalışma hayatı ile ilgili iki temel kuruluş Türkiye İş Kurumu Genel Müdürlüğü ve Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığıdır. Bunların dışında kamunun tekel olduğu hassas sektörleri rekabete açan, denetleyen ve düzenleyen kurumlardan oluşan yeni bir idari yapılanma modeli kurulmuştur. IMF ve Dünya Bankasının kamu kesiminin yeniden yapılandırılmasına (yönetişim) yönelik beklentileri ve teşvikleri kapsamında tüm sektörlere yayılmaya başlamıştır. Sermaye piyasası, bankacılık, enerji, şeker, tütün, telekomünikasyon alanlarında faaliyet gösteren denetleyici ve düzenleyici kurumlar bulunmaktadır.
Serbest piyasa ekonomisi içinde sermaye sahipleri, girişimciler, esnaf ve zanaatkâr, geçimini tarımdan sağlayanlar, memurlar, işçiler ve diğer tüm çıkar grupları örgütlenerek karar alma süreçlerini, siyaseti kendi lehlerine olacak şekilde etkilemeye çalışmaktadır. Çünkü izlenecek politikalar sonuçta bir grubun yaratılan ulusal gelirden aldığı payı etkileyecektir. Her grup da ulusal gelirden daha çok pay almak isteyecektir. Ülkemizde sıkça ismini duyduğumuz özel sektör temsilcilerinin yer aldığı kuruluşlar arasında Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği, Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği, Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu ve Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu sayılabilir.
Türkiye ekonomisinin piyasa temelli yeniden yapı lanma süreci ile kuruluşların bu süreçteki rollerini değerlendirmek.
Günümüzde birçok alanda faaliyet gösteren denetleyici ve düzenleyici kurullar -bağımsız kurullar ilk olarak ABD’de bazı piyasaları kamu yararına düzenlemek amacıyla kurulmuştur. Siyaset ve siyasetçiden bağımsız ancak faaliyet gösterdikleri sektörde adeta yasama, yürütme ve yargı yetkileriyle donatılmışlardır. Yönetişim yaklaşımı çerçevesinde kamuya ait olan güç ve yetkinin piyasa güçlerine açılmasına yardımcı olan yapılardır. Türkiye ekonomisi 1980 sonrasında dışa açılma politikaları çerçevesinde kamunun ekonomik faaliyetler içindeki yeri dünya ekonomisindeki trendlere uygun bir şekilde yeniden tanımlanmıştır. Öncelikle kamu mal ve hizmet üretiminden çekilmiş, mevcut işletmeler özelleştirmeler yoluyla özel sektöre devredilmiştir. Özellikle 1999 yılından itibaren IMF ve Dünya Bankası gözetiminde başta bankacılık olmak üzere, enerji, iletişim, şeker, tütün ve alkollü içecekler gibi kamunun ağırlıklı olarak yer aldığı piyasalarda denetleyici ve düzenleyici kurullar oluşturulmuştur. Böylece bu piyasalar siyasetin etkisinden uzaklaştırılarak, serbest piyasa koşullarında yeniden yapılandırılmıştır.













ÜNİTE 6
Türkiye’de Din, Sekülerleşme ve Toplumsal Dönüşüm
Durkheim, dinsel ritüelde kutsananın toplumsal yaşamın kendisi olduğuna hükmetmiştir. Marx için çalışma konusu dinin sınıflar arası ilişkilerdeki ideolojik işlevidir,
Weber için çalışma nesnesi teodisedir Din, din kuramları dışında da anlaşılıp kategorize edilebilir.
Heller’in günlük yaşam kuramına göre din, bilim ve sanat gibi gündelik olmayan alana tabidir ve bununla birlikte gündelik olanı belirler.
Laiklik dendiğinde devletin ve dinlerin otonom durumları, din ve inanç hürriyetini ve din ve inanç sahibi olmak, olmamak veya birinden ötekine geçmekle ilgili hürriyetleri sağlayanbir kamu hukuku anlaşılır.
Laiklik için kabul edilmiş Esaslar
1) vicdan, düşünce ve din hürriyeti,
2) bütün vatandaşların eşit hak ve sorumluluklara sahip olması,
3) dinlerin ve devletin kendi özerkliğine sahip oluşu, yani birbirinden özerk (otonom) oluşu olarak kabul edilir.
Devletin ve dinin otonomisi için devlet kamu hukuku tarafından laikliğin hayata geçirilmesini garanti etmekle yükümlü olarak tarif edilir. Yani laik devlet sadece din kurallarına dayanmayan herhangi bir devlet değildir; laiklik konusunda taraftır ve bu hukuki/politik ilkenin hayata geçirilmesinden sorumludur.
Laisizm din ile siyaset arasında kesin bir ayırım yapan ve toplumda dinin sınırlı bir rol oynadığını savunan bir doktrindir. Sekülerleşme ise dinin bütün yaşam alanlarından çekilmesi, küçülmesi ve kurumların din etkisinden kurtularak ortaya çıkması ile birlikte dinsel kurumlar, eylemler ve dinsel bilincin toplumsal önemini kaybetmesi süreci olarak tanımlanır.
Laiklik politik bir ilkedir, tarih dışı bir kavramdır, bir süreci işaret etmez ve bu ilkeyi kabul etmek, devleti dindışı kabul etmek demektir. Laik bir devletin işleyiş mantığı tamamen dindışıdır, halk (laikos) egemenliğine dayalıdır. Ancak, bir devletin laikim demesi yapıp ettiklerimde dindışıyım demesidir; din kurumunun nasıl işleyeceğini bu kavramdan çıkaramayız. Din ve devlet arasındaki tek ayrılma modeli laisist model değildir. Concordat dışındaki tüm modellerde yani birçok Batı Avrupa ve İskandinav ülkesinde din kurumu şu ya da bu şekilde devlet otoritesine ve denetimine tabidir.
Türkiye’de İslam dini açısından dinsel yaşantıya dair hizmetler herhangi bir kamu hizmeti gibi örgütlenme bakımından seküler niteliktedir. Yani din hizmetleri dediğimiz ibadet, cenaze, dinsel yaşamla ilgili danışılan konularda yol gösterme ve benzeri hizmetler birer kamu hizmeti olarak düşünülmüş ve özel olarak sadece din işlerinden sorumlu bir bakanlığa bağlı olan Diyanet İşleri Başkanlığınca yürütülmektedir. Türkiye’de din hizmetlileri lise düzeyinde Milli Eğitim Bakanlığına bağlı seküler imam-hatip okullarında yetiştirilir. Türkiye’nin din adamı eğitimindeki farkı, laiklik prensibinden çok İslam dininin kendisinde devletten ayrı örgütlenecek bir ruhban sınıfının olmayışından kaynaklanır.
1924’te kabul edilen Tevhidi Tedrisat Kanunu ile eğitim birliği sağlanması hedeflenmiştir. Ancak bugün küreselleşme etkisiyle dinsel yaşantıya ve eğitime dair talepler artmıştır.
Şiiti Ali ve Alevi kavramlarının her ikisi de Ali’nin yolundan gitmeyi anlatsa da insan sevgisini, hoşgörüyü, inanç özgürlüğünü temel alan hele de kadın erkek eşitliğinde eşsiz bir konuma sahip olan Aleviliğin İran ya da Arap coğrafyasındaki fiiilikle ve onun ortaya çıkardığı şeriat rejimi denilen rejimle bağdaşması zordur.
Türkiye’de genç kadınlar arasında 1960’larda tek tük örneklerle başlayan yeni bir örtünmeden bahsedebiliriz ve bu örtünme tek tipleşmiştir. Bu tek tipleşme toplumun diğer kesimlerinde tepkiye de neden olmuştur. Hatta bu yeni tip örtünmenin toplumsal yaşamda ötekileştirildiği tartışılmıştır.
Modern burjuva toplumuyla bireylerin kamusal alanda etnisiteye, dine ve sınışara ait mecburi giyim-kuşam ortadan kalkmıştır ve bireyin giyim-kuşamına bakarak sınıf ve diğer özelliklerini tahmin etmek artık olanaklı değildir.
Yaşadığınız yerde bir din görevlisi ile (imam ya da müezzin) sohbet ederek çalışma koşulları hakkında fikir edininiz. Kamu çalışanı olma konusundaki fikirlerini öğreniniz. Bu konuda bir deneyimi paylaşmak yerinde olacaktır. Üniversitemize Erasmus Değişim Programı çerçevesinde gelen iki öğrenci bir imamın günlük yaşamına dair kısa bir belgesel film hazırladılar. Eskişehir’de görevli olan imamın ifadesinden anladığımıza göre kendisi bu hizmeti yaşamaya ancak yetecek bir ücret karşılığı yaparak durumunun İslam’ın din adamlığını gönüllülük esasına dayandırması ilkesine de uyduğunu düşünüyordu. İmamın kendi deneyimine atfettiği anlam Türkiye’de din hizmetlerinin kamu hizmeti olarak yürütülmesi yüzünden literatürdeki tartışmalara bambaşka bir boyut katmakta, kurumsal alanın yanında bir de günlük yaşam alanı dediğimiz anlam boyutu olduğunu göstermektedir. İmam kavramı üzerine İslami kavramlar üzerine ansiklopedik kaynaklara başvurabilirsiniz.
Yaşadığınız yerde bir cem evi varsa gidiniz ve imam ile dede arasındaki farkı anlamaya çalı şınız. Dedelik için dede ailesinden gelmek gereklidir. Eğer bir Alevi dedesiyle ya da Alevi cemaatinden biriyle sohbet ederseniz soya dayalı bir ruhaniyet kavramına rastlayacaksınız. Sünniler içinse imam sadece İslam’ı bulunduğu cemaat içinde en iyi bilen kişidir ve ibadete gönüllü olarak öncülük eder. Bir cami imamı kamusal hizmet yürüten din görevlisidir ve imam kavramına atfedilmiş geleneksel anlamlardan vazgeçmiş bir gönüllüdür.

ÖZET
Laiklik, laisizm, din/devlet ayrılma modelleri ve sekülerleşme kavramlarını tanımlamak.
Laiklik (laïcité/laicity) devletin din kurallarına dayanmaması ilkesi veya din ve devlet işlerinin ayrılması diye tarif edilse de birinci tarif aslında sadece seküler devleti, ikincisi de din/devlet ayrılma türünü anlatır. Laiklik her şeyden önce politik bir ilkedir. Laiklik dendiğinde ise devletin ve dinlerin otonom durumları, din ve inanç hürriyetini ve din ve inanç sahibi olmak, olmamak veya birinden ötekine geçmekle ilgili hürriyetleri sağlayan bir kamu hukuku anlaşılır
Laiklik için kabul edilmiş esaslar
1) vicdan, düşünce ve din hürriyeti,
2) bütün vatandaşların eşit hak ve sorumluluklara sahip olması,
3) dinlerin ve devletin kendi özerkliğine sahip oluşu, yani birbirinden özerk (otonom) oluşu olarak bilinir
Devletin ve dinin otonomisi için devlet kamu hukuku tarafından laikliğin hayata geçirilmesini garanti etmekle yükümlü olarak tarif edilir. Yani laik devlet sadece din kurallarına dayanmayan herhangi bir devlet değildir; laiklik konusunda taraftır ve bu hukuki/politik ilkenin hayata geçirilmesinden sorumludur.
“Laisizm din ile siyaset arasında kesin bir ayırım yapan ve toplumda dinin sınırlı bir rol oynadığını savunan bir doktrindir” Laiklikten bahsedebilmek için din ve devletin ayrılmış olması yetmez, dinin siyaset alanından tamamen çekilmiş olması gerekir. Ancak içinde yaşadığımız ve Habermas (2001)’ın post-seküler dönem diye adlandırdığı bu dönemde seküler politik zemini tanımak koşuluyla ve kamu hukukuyla sınırlandırılmış olarak dinsel gruplar kamusal tartışmaya katılabilmekte ve dinsel yaşam taleplerini gündeme getirebilmektedir. Sekülerleşme kavramını açıklamak için seküler kavramının kökeni olan saeculum sözcüğü açıklanmalıdır. Saeculum sözcüğü dünyaya, çağa, kuşağa, devre ait anlamlarına gelir ve tarihsel olarak da değişik anlamlar kazanmıştır. Seküler için “din etkisinden kurtulmuş/kurtarılmış” demek doğru olacaktır. Sekülerleşme “dinin bütün yaşam alanlarından çekilmesi, küçülmesi ve kurumların din etkisinden kurtularak ortaya çıkması” (Berger, 1967: 107) ile birlikte “dinsel kurumlar, eylemler ve dinsel bilincin toplumsal önemini kaybetmesi süreci” olarak tanımlanır.
Dinsel kurumsallaşmayı farklı yaklaşımlar açısından değerlendirmek.
Durkheim için çalışma nesnesi dinsel yaşantı biçimlerinin kendisidir ve baktığı her olguda gördüğü insanın toplumsallığını Durkheim din olgusundada görür. Yani ona göre dinin toplumsal formları sosyolojik açıklamaya değer çalışma konusudur. Öyle ki Durkheim, dinsel ritüelde kutsananın toplumsal yaşamın kendisi olduğuna hükmetmiştir. Özetlersek Marx için çalışma konusu dinin sınışar arası ilişkilerdeki ideolojik işlevidir, Weber için çalışma nesnesi teodisedir (theodicy kötülüğün karşısında iyiliğin haklılaştırılması ve onanması diye çevrilebilir). Din, din kuramları dışında da anlaşılıp kategorize edilebilir. Nitekim Heller’in günlük yaşam kuramına göre din, bilim ve sanat gibi gündelik olmayan alana tabidir ve bununla birlikte gündelik olanı belirler.
Dinin günlük yaşamda iki işlevi vardır:
1)İnananların zihninde ideal bir “ideal topluluk”imgesi oluşturur,
2) Kolektif temsiller olarak işlev görür.
Günlük yaşam pratiklerinden evrilmiş dinsel yaşantının kurumsallaşmış ve kendini kurumlar alanına yerleştirebilmiş olması gerekir. Kurumsallaşma uzmanlaşmış bireyle mümkündür. Bu yüzden din kurumunun devlet kurumuyla olsun, toplumun diğer unsurlarıyla olsun, gerçekleştirdiği mutabakatın niteliği öncelikle kendi uzmanlaşma düzeyine, sonra bu uzmanlaşmanın sağladığı iktidara ve bu iktidarın diğer toplumsal ilişkiler ağındaki konum alışlarına bağlıdır.
Din sosyolojisi açısından İslam dinini değerlendirmek.
Engels’in tespitine göre, Yahudi mistisizmi ile Grek felsefesinin, özellikle Stoacılığın bir uzlaşısını temsil eden Hristiyanlığa kıyasla İslam yoğun beden ibadetleri içermesi de düşünülürse eskiye yani Yahudilikte temsil bulan Doğu dinlerine bir dönüşü temsil eder. Ancak, İslam dini ortaya çıkış niteliği bakımından Protestan bir harekettir; Tanrı-kul ilişkisi arasında bir ruhban sınıf önermediği gibi, din adamlığı gönüllülük esasına dayanır ve her cemaat dini en iyi bilen diye gördüğü birini kendine imam kabul eder. Bu durumun sonucu olarak kimse kimseyi aforoz edemez ama cemaatlerin dinî liderlerinin bağlı olduğu bir kurum da oluşmaz. Hâlbuki kurumsallaşma olmadan günlük yaşam alanından farklılaşmada olamaz. Bu niteliklerle İslam dini Türkiye örneğinde devletten ayrı kurumsallaşmış bir din adamları sınıfına sahip değildir; ne Osmanlı ne de Cumhuriyet Dönemi’nde. Bu yüzden de Hristiyan dünyanın Avrupa’da olsun, Amerika Birleşik Devletleri’nde olsun sahip olduğu din/devlet ayrılma modelleri hem İslam dininin özgünlüğü yüzünden hem de Türkiye’nin üniter ulus devlet oluşu yüzünden bizim için model olamazlar. Bu devletler içinde Türkiye’deki modelin en fazla benzediği ülke (İslam/Hristiyanlık farkı dışında) Fransa’dır.
Türkiye’de dinsel yaşantı çeşitliliğini açıklamak.
Bugünkü durumda dinsel yaşantının organizasyonu şöyledir: Devlet laiktir, yani dindışı/seküler ve halk egemenliğine dayalıdır. İslam dini açısından dinsel yaşantıya dair hizmetler herhangi bir kamu hizmeti gibi örgütlenme bakımından seküler niteliktedir. Yani din hizmetleri dediğimiz ibadet, cenaze, dinsel yaşamla ilgili danışılan konularda yol gösterme ve benzeri hizmetler birer kamu hizmeti olarak düşünülmüş ve özel olarak sadece din işlerinden sorumlu bir bakanlığa bağlı olan Diyanet İşleri Başkanlığınca yürütülmektedir. Bu kurum iç işleyişinde kendi başına hareket eder ancak yönetmeliğindeki iki temel madde bir kamusal uzlaşıyı işaret eder: Birincisi, laiklik prensibi altında hizmet görür; ikincisi, ulusal birlik ve beraberliğe hizmet edecek şekilde çalışır. Ancak, Alevi ibadethanesi olan cemevlerinin kamu bütçesinden pay almaları sorunu sürmektedir. Bu sorunun çözümü imam ve cami müdavimleri arasındaki ilişki ile Alevi dedesi ve cemevi müdaviminin ilişkisinin niteliksel farklılığı nedeniyle çeşitli zorluklar taşımaktadır. Zorunlu din eğitimi kavram bakımından değil ama uygulamada Aleviler bakımından sorundur çünkü uygulama tamamen Sünni gelenek ve pratiklere göre yapılmaktadır. Türkiye’de Yahudiler ve Hristiyanlar da dinsel yaşamlarını Lozan hükümlerine göre sürdürürler. Yahudilik, Rum Ortodoks Kilisesi ve Ermeni Ortodoks Kilisesi tanınmıştır. Bazı sorun alanlarına ve dönemsel gerginliklere rağmen (cemaat vakışarı ve Gayrimüslim karşıtlığı gibi) Türkiye halkları arasında güçlü bağlar vardır.
Türkiye’de din sekülerleşme ve toplumsal dönüşümü değerlendirmek.
Türkiye’de 1950’lerle hızlı bir toplumsal dönüşüm yaşanmaya başlar. Kentlere akın başlamıştır ve yeni gelenler beraberlerinde aşina oldukları dayanışma formlarını da getirirler. Kır kökenli nüfusun geldiğinde mi kent nüfusuna göre daha dindar olduğu yoksa kültürel bütünleşme ya da bütünleşememenin sancıları içinde mi dindarlaştığı konusunda ampirik verilere dayalı bir saptama yapılmış değildir. Kamusal yaşamda kadınların yeni biçimde örtünmesiyle görünürlük kazanan dinselleşme olgusu aslında işaretleşmeler üzerinden yürüyen bir tarikatlaşma olgusudur ve bu konuda yapılan alan çalışmaları tarikat içi otorite ilişkilerinde de değişme saptamıştır. Bugün artık dinî liderlik seküler patronaj ağını iyi işletmeye bağlıdır görüşünü dile getiren Atacan’a göre yatay mesleki dayanışma ağlarının olmadığı ya da görece zayıf olduğu bir toplum olarak Türkiye’deki toplumsal yapı böyle oluşumları beslemeye çok uygundur. Ayrıca, Kandiyoti’nin belirttiği gibi, kırsal dönüşüm “erkek otorite ilişkilerinin yeniden tanımlanmasına yol açmıştır”. En önemlisi kırsal alandaki dönüşümler yüzünden ataerkilliğin çözülmesi değilse bile yeni formlar kazanması söz konusudur ve bu yeni gelişmelerin önemli bir boyutu da erkeğin toplumsal cinsiyet ilişkilerindeki üstünlüğüne tehdit oluşturmaktadır. Toplumsal yaşamda kadına yönelik erkek tepkilerini belki bu üstünlüğü kaybetme telaşında olan erkeğin iktidarını korumaya yönelik çabaları olarak anlayabiliriz. Yeni örtünme bu açıdan bakıldığında erkeğin bir hatırlatmasıdır.




























ÜNİTE 7
Türkiye’de Siyasal Kurumlar ve Demokratikleşme
Osmanlı siyasal düzeninin ana özelliklerinden biri Osmanlı İmparatorluğunun tımar ve kulluk düzenlerine dayanan, askerî ve teokratik nitelikte mutlakiyetçi bir monarşi olmasıdır.
II. Mahmut ile beraber başlayan Batılılaşma Hareketleri 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı ile sürmüş, Gülhane Hattı Hümayunu ile tüm uyrukların temel hakları tanınmış ve bütün eksikliklerine rağmen tarihe bir “anayasacılık devrimi” olarak geçmiştir.
23 Nisan 1920’de TBMM Ankara’da toplanarak önceki meclislerden farklı olarak yasama, yürütme ve yargı erklerini bünyesinde toplamıştır.
27 Mayıs 1960 Darbesi ve 1961 Anayasası dönemİNde kamusal alanda söz sahibi olanların çoğu, 1960 Askeri Darbesi’ni memnunlukla karşılamışlar ve ona kurumsal meşruluk kazandırmaya çaba göstermişlerdir.
12 Mart Askerî Müdahalesi’yle yürütme organının gücü artırılmışsada, 1961 Anayasası siyasal istikrarsızlığın sorumlusu olarak görülmekten kurtulamamıştır.
1961 Anayasası’nda temel vurgu bağımsızlık, özgürlükçülük ve demokratik hukuk devleti üzerineyken, 1982 Anayasası’nda vurgu ulusun bölünmezliği, ulusal dayanışma ve devletin korunması temaları üzerinedir.
Anayasanın TBMM üyelerine verdiği önemli güvenceler yasama sorumsuzluğu ve yasama dokunulmazlığıdır.
1982 Anayasası’na göre siyasi parti grupları en az yirmi milletvekilinden oluşurlar. Siyasi parti grupları meclisin bütün çalışmalarına üye sayıları oranında katılır. Hem başkanlık divanının oluşumunda hem de komisyonların kuruluşunda bu güç oranları dikkate alınır.
Anayasanın değiştirilmesi ancak TBMM üye sayısının üçte biri tarafından yazıyla teklif edilmesi ile gerçekleşir.
1982 Anayasası ise yargı üzerinde yürütmenin etkisini kurumlaştırmakla birlikte, bu etkide bulunma gücünü, yürütmenin sorumlu kanadını oluşturan hükümetten çok tarafsız cumhurbaşkanına vermiştir.
Bir ülkenin demokrasi ile yönetilmesinin başat koşullarından biri özgürce örgütlenip faaliyetlerini sürdüren siyasi partilere sahip olmaktır.
Osmanlı’da ilk seçim 1876 Anayasası ile getirilmek istenmiştir.
Türkiye’de bugün yürürlükte olan seçim sistemi % 10 barajlı klasik d’Hont sistemidir.
Tanzimat Dönemi’nde bürokratik alanda ne gibi reformlar yapılmıştır, Araştırınız. Tanzimat Dönemi’nde bürokratik alanda şu tür düzenlemeler yapılmıştır: 1862’de devletin hesaplarını denetlemek üzere Divan-ı Muhasebat (bugünkü Sayıştay) kurulmuştur. 1864’de yeni bir yönetim düzenlemesine gidilmiş, ülke bugün de uygulanmakta olan il temeline göre bölünmüştür. 1868 yılında bugünkü Yargıtayın atası olan Büyük Şura-yı Devlet kurulmuştur. Bir küçük parlamento gibi düşünülen fiura-yı Devlet’e yasaları hazırlamak, yönetim ile uyruklar arasındaki anlaşmazlıkları yargı yoluyla çözmek, yargı yerleri arasındaki uyuşmazlıkları karara bağlamak, memurları yargılamak gibi çok önemli görevler verilmiştir
Parlamenter demokratik sistem dışında dünyada uygulanan diğer sistemler nelerdir.
Araştırınız. Parlamenter demokrasi dışında dünyada başkanlık sistemi ve yarı-başkanlık sistemi uygulanmaktadır. Başkanlık sistemi pek çok ülkede uygulanmakta olup, tipik temsilcisi Amerika Birleşik Devletleri’dir. Yarı-başkanlık sistemi ise bugün bir tek Fransa’da uygulanmaktadır.
Ülkemizde 1983 yılından bu yana uygulanan seçim sisteminin nasıl işlediğini somut rakamlarla örnekleyiniz. Ülkemizde 1983 yılından bu yana uygulanan seçim sisteminin nasıl işlediğini somut rakamlarla şu şekilde örneklemek mümkündür: Sözgelimi, seçimlerde ülke genelinde 20 milyon geçerli oy kullanılmış olsun. Seçimlere katılan herhangi bir siyasi partinin milletvekili çıkarabilmesi için her şeyden önce genel baraj ya da ulusal baraj denilen bu 20 milyon oyun % 10’u olan 2 milyon oy alması ön koşuldur. Ayrıca bu aşıldıktan sonra bir de bölgesel barajı aşmak gerekiyor. Sözgelimi herhangi bir seçim çevresinde 5 temsilci çıkarılacaksa ve 500.000 geçerli oy kullanılmışsa bu seçim çevresinden seçime katılan siyasi partilerin milletvekili çıkarabilmeleri için geçerli oyların milletvekili sayısına bölünmesiyle ortaya çıkan 100.000 in üzerinde oy alması gerekiyor

Türkiye’nin siyasal yapısını tarihsel dönüşümü içinde açıklamak.
Osmanlı siyasal düzeninin ana özelliklerinden biri Osmanlı İmparatorluğunun tımar ve kulluk düzenlerine dayanan, askerî ve teokratik nitelikte mutlakiyetçi bir monarşi olmasıdır. On sekizinci yüzyılın sonuna gelindiğinde Batı burjuvazisinin siyasal yükselişinin doruk noktasına ulaşmasına karşın, Osmanlı İmparatorluğu tımar ve kul düzenlerinin çökmesi, askerî gücü temelinden sarsılmasıyla yaygın bir düzensizliğe batmıştır. Aynı zamanda merkezî gücü de giderek zayıflamış, feodalizmin en ilkel hâline teslim olmuştur. 1876 yılında ilk Osmanlı Anayasası olan Kanun-i Esasi’nin ilan edilmesi ve Birinci Meşrutiyet Dönemi’nin başlaması ve padişah karşısında oldukça zayıf yetkileri olmakla birlikte bir meclisin kurulması ile beraber Türkiye’nin siyasal düzeni parlamenter sistem olarak belirlenmiş ve o günden günümüze dek sürmüştür. İkinci Meşrutiyet’in ilanı 1908 Temmuz ayında Rumeli’deki askerî birliklerin isyanı ile mümkün olmuştur. Padişah II. Abdülhamit’in 32 yıl aradan sonra yeniden Meşrutiyet’i ilan etmek zorunda kalması ile sonuçlanmıştır. 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyetle beraber Kanun-i Esasi’de yapılan değişikliklerle 1909’da yeni bir anayasal dönem başlamıştır. 23 Nisan 1920’de TBMM Ankara’da toplanmış ve önceki meclislerden farklı olarak yasama, yürütme ve yargı erklerini bünyesinde toplamıştır. 23 Nisan 1920- 1 Nisan 1923 tarihleri arasını kapsayan süreçte TBMM yönetiminde Kurtuluş Savaşı verilmiş, aynı zamanda da TBMM’nde son derece canlı demokratik tartışmalar yapılmıştır. Bu tartışmaların ürünlerinden biri olan 20 Ocak 1921’de yürürlüğe giren cumhuriyetin ilk anayasası Teşkilat-ı Esasiye Kanunu seçimlerin iki yılda bir yapılacağını ve meclisin her yıl Kasım ayı başında kendiliğinden toplanacağını bildirmiştir. 1924 Anayasası ise yürütme görevini bir başka deyişle TBMM’nin koyduğu genel kurallar çerçevesinde ülkeyi yönetme görevini cumhurbaşkanı ve bakanlar kuruluna vermiştir. 1946’da çok partili hayata geçilmesinden sonra da temel anayasal çerçeveyi oluşturmuştur. Çok Partili Dönem’le birlikte iş başına gelen Demokrat Parti Dönemi’nde 1924 Anayasası en çok parlamentoya verdiği geniş yetkiler dolayısıyla eleştirilmiştir.
27 Mayıs 1960 günü Türk Silahlı Kuvvetleri yaptığı darbe ile ülke yönetimine el koymuştur. 27 Mayıs Müdahalesi’nin ardından askeri bir komite olan Milli Birlik Komitesi 1924 Anayasası’ndaki TBMM’nin yerini almış, yetkilerini kuşanmıştır.12 Eylül 1980 Askeri Darbesinin ardından yürürlüğe giren 1982 Anayasası ise yasama ve yürütme güçlerinin egemenliğini bir nebze daha güçlendirmiş, aynı zamanda tek meclisli sisteme geri dönülmüştür. 1961 Anayasası’nda cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan ulusal devlet ilkesinin yerine 1982 Anayasası’nda Atatürk milliyetçiliğinembağlılık getirilmiştir. İnsan hakları açısından ise 1982 Anayasası sınırlama ve yasaklamalara ağırlık veren bir yaklaşım içindedir. Anayasa birey ve devleti adeta birbirine rakip iki unsur olarak ele almış ve birey haklarının genişlemesinin devleti zaafa düşüreceği endişesini yansıtan bir belge olmuştur.
Türkiye’de parlamenter sistemin temel özelliklerini açıklamak.
Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren parlamenter sistemle yönetilmektedir. 23 Nisan 1920’de TBMM Ankara’da toplandı ve önceki meclislerden farklı olarak yasama, yürütme ve yargı erklerini bünyesinde topladı. Ülkemizde hâlen 1982 Anayasası yürürlüktedir. 1982 Anayasası yürütmenin güçlendirmesi yoluyla güçlü bir devlet yaratmayı amaçlamış ve haklar ve özgürlükler alanında önemli ölçüde kısıtlamaya gitmiştir. 1982 Anayasası’na göre yasa yapma yetkisi TBMM’dedir ve bu yetki devredilemez. Yürütme, cumhurbaşkanı ve hükümet olmak üzere iki kanatlıdır. Anayasamızda yer alan temel kurallara göre, mahkemelerin kuruluşu, işleyişi, görev ve yetkileri, yargılama yöntemleri yasayla belirlenir. Yargılama kamuya açık bir biçimde yapılır.
1982 Anayasası ile getirilen bir başka yenilik meclis bakanlar kuruluna kanun gücünde kararname çıkarma yetkisidir. Yasama organının (meclisin) konu, süre ve amacı belirleyen bir yetki kanunu ile verdiği veya doğrudan doğruya Anayasa’dan aldığı yetkiye dayanarak hükümetin çıkardığı kanun gücüne sahip bir kararnameye kanun hükmünde kararname adı verilir. Kanun Hükmündeki Kararname de kararname çeşitlerinden biridir. Ancak parlamentonun onayına sunuldukları için ve onay verildiğinde kanun güç ve kuvvetindedirler. Bir başka deyişle uygulamada kanun hükmünde kararnameler, bir kanunun sahip olduğu güce sahiptirler.
Türkiye’de siyasal partilerin işleyişini değerlendirmek.
Siyasal partiler Türkiye’de ilk olarak 1961 Anayasası ile bir anayasa konusu hâline getirilmişlerdir. Anayasamıza göre 18 yaşını doldurmuş her Türk vatandaşı yasada ve parti tüzüğünde gösterilen şartlara ve usullere göre siyasi partilere üye olma ve dilediği anda üyelikten çekilme hakkına sahiptir.
Türkiye’de seçim sistemlerinin tarihsel olarak nasıl uygulandığını açıklamak.
Cumhuriyet ilan edilmeden önce ülkemizde ilk seçim 1877 yılında yapılmıştır. Cumhuriyet sonrasında 1946’dan sonra çok partili hayata geçilmesiyle beraber seçimlere birden çok parti katılmaya başlamıştır. Türkiye’de 1950- 1960 döneminde uygulanan seçim sistemi liste usulü çoğunluk sistemidir. 1961 Anayasası ile beraber çoğunluk sistemi terk edilmiş ve yerine nispi temsil sistemi getirilmiştir.
Türkiye’de seçim sistemlerinin günümüzdeki işleyişini değerlendirmek.
1983 yılında çıkarılan seçim yasası yine nispi temsil sistemini öngörmesine karşın, genel ve bölgesel baraj engelleri koyması sonucunda küçük partilerin parlamentoda temsil hakkı ellerinden alınmıştır. Tüm ülke genelinde geçerli olan % 10 barajı, ülke genelinde geçerli oyların % 10’unu alamayan partilerin parlamentoda temsil edilemeyeceklerini öngörmektedir.























ÜNİTE 8
Türkiye’de Çalışma Yaşamı ve Sorunları
Bireyler için çalışma yaşamı, toplumsal ilişkiler ağının en önemli ve merkezî alanlarından biridir.
İşsizlik bir toplumda iş gücü niteliği açısından çalışmaya hazır ve istekli olan bireylerin iş sahibi olamama veya ücretli bir işte istihdam edilememe durumudur .
Referans dönemi içinde istihdam halinde olmayan, son altı ay içinde iş arama kanallarından en az birini kullanmış ve 15 gün içinde iş başı yapabilecek durumda olan 15 yaş ve daha yukarı yaştaki tüm kişiler işsiz olarak tanımlanmaktadır
İşsizliğin bazıları geçici, bazıları sürekli olan çeşitli türleri vardır. Açık işsizlik; çalışmaya hazır ve istekli iş gücü olduğu hâlde, açık işlerin olmamasından kaynaklanan işsizliktir. Mevsimsel işsizlik, üretimin belirli mevsimlerde arttığı turizm, inşaat ve tarım gibi sektörlerde, üretimin azaldığı mevsimlerde yaşanan işsizlik türüdür. Konjonktürel işsizlik, piyasada talep azalması nedeniyle üretimin dönemsel olarak daralması durumunda ortaya çıkan, özellikle ekonomik gerileme dönemlerinde artan bir işsizlik türüdür. Yapısal işsizlik, açık işler olduğu hâlde iş gücünün vasışarının ya da özelliklerinin bu işlere uygun olmaması nedeniyle ortaya çıkan işsizlik tipidir. Friksiyonel (arızî / geçici) işsizlik, insanların daha iyi işler bulmak amacıyla işlerinden ayrılmalarıyla oluşan ve kısa süren bir işsizlik türüdür ve bütün sağlıklı ekonomilerde görülür. Gizli işsizlik ise bir işte bir kişinin çalışması yeterli olacağı hâlde daha fazla kişinin çalışmasıyla ortaya çıkan işsizlik türüdür. Teknolojik ilerlemeler sonucunda iş gücüne duyulan ihtiyacın azalmasıyla ortaya çıkan işsizlik teknolojik işsizlik, ekonomilerin yaşadığı büyük durgunluklar nedeniyle yaşanan işsizlik ise sürekli durgunluk işsizliği ya da sürekli durgunluğun yarattığı işsizlik olarak adlandırılır.
TÜİK’in 2008 yılı verilerine göre Türkiye’de işsizlerin:
• % 70,8’i erkek nüfustur.
• % 56,4’ü lise altı eğitimlidir.
• % 28’i bir yıl ve daha uzun süredir iş aramaktadır.
• İşsizler sıklıkla (% 29,7) “eş-dost” vasıtasıyla iş aramaktadır.
• % 84,1’i (2 milyon 259 bin kişi) daha önce bir işte çalışmıştır.
• Daha önce bir işte çalışmış olan işsizlerin % 49’u “hizmetler”, % 24,4’ü “sanayi”, % 17,2’si “inşaat”, % 9,4’ü ise “tarım” sektöründe çalışmıştır (TÜİK,2009).
İş bulma ümidi olmayanlar, yaşadığı bölgede iş bulunmadığına veya bölgede kendisine uygun iş bulunmadığına inandığı ya da nereden iş arayacağını bilmediği için iş aramayıp ancak işbaşı yapmaya hazır olduğunu belirten kişilerdir
Sendikalar, işçilerin kendi hak ve çıkarlarını korumak ve geliştirmek üzere oluşturdukları, örgütlendikleri sınıfsal ve toplumsal örgütlerdir.
Taşeronlaştırma, bir iş yerinin ürettiği mal ve hizmetlerin bir kısmının, sözleşme ile alt işverenlere verilmesi ve alt işverenler tarafından üretilmesidir.
Tam zamanlı bir işte ücretli olarak istihdam edildikleri hâlde elde ettikleri ücretle asgari geçim şartlarını sağlayamayanlar “çalışan yoksullar” olarak adlandırılmaktadır.
Türkiye’deki işsizlik genel olarak hangi tür işsizlik sınıfına girmektedir? Her ne kadar mevsimsel işsizlik, friksiyonel işsizlik gibi geçici işsizlik türleri de ülkemizde görülse ve gizli işsizlik oranı özellikle tarım sektöründe yüksek olsa da Türkiye’de işsizlik genel olarak yapısal işsizlik niteliğindedir. Bu durumun en önemli nedenleri arasında iş gücünün eğitim düzeyinin düşüklüğü ve özellikle sanayi sektöründe mesleki eğitim almış nitelikli iş gücüne ihtiyaç duymasıdır. Başka bir deyişle iş gücü, açık işlerin gerektirdiği niteliklere sahip olmadığı için bir yandan işverenler nitelikli işçi açığı sorunuyla karşı karşıya kalmakta, diğer yandan işsizlik oranı artmaktadır.
İşsizliğin birey üzerindeki etkileri nelerdir? İşsizlik sadece ekonomik değil, çeşitli sosyal sıkıntılar da yaratmakta ve bireyleri birbirine bağlı birçok açıdan etkilemektedir. İşsizlik, mali kaynakların azalması, hayat standartlarının düşmesi, statü ve güç kaybı, aile ilişkilerinin bozulması, yasal olmayan yollardan gelir sağlama eğiliminin doğması, kişinin kendine duyduğu saygıyı ve yaşam amacını yitirmesi gibi son derece önemli sonuçlar doğurmaktadır. İşsizliğin bireylerde yarattığı stres de başta depresyon olmak üzere çeşitli psikolojik rahatsızlıklara neden olmaktadır. Bu nedenle işsizlik oranının artması yalnızca yoksulluk oranını değil, boşanma ve suç gibi önemli başka oranları da artırmakta ve toplumsal düzeni olumsuz yönde etkilemektedir.
Esneklik ve enformellik arasında nasıl bir ilişki vardır? Çalışma yaşamında esneklik, işverenlerin istihdam ettikleri işçi sayısını ve işçilerin çalışma koşullarını belirleyebilmesi anlamına gelmektedir. Başka bir deyişle piyasadaki taleplerdeki değişiklikler karşısında işverenlerin işçi sayısını artırabilmesi, azaltabilmesi ya da çalışma koşullarını değiştirebilmesidir. Formel olarak istihdam edilmiş işçilerin işten çıkartılmaları, sözleşmeler nedeniyle zor olduğu için, işverenler firmalarında sayısal esnekliği büyük ölçüde enformel istihdam yoluyla sağlamaktadır. Firmaya belirli bir dönem için alınan işçiler, iş güvencesinden, sözleşmeden ve yasal haklardan yoksun olarak çalışmakta ve işçi sayısının artırılmasına neden olan koşullar değiştiğinde işlerini kaybetmektedir. Bu açıdan esneklik, enformelliği artırmakta, enformellik ise esnekliğin sağlanmasını kolaylaştırmaktadır.
“Sarı Sendika” nedir? Araştırınız. Sarı sendika, çalışanların haklarını savunuyormuş gibi görünüp daha çok işverenin çıkarlarını gerçekleştiren sendikadır. Sarı sendikalar, demokratik işleyişe sahip değildir, işçilerin çıkarlarını korur gibi görünseler de aslında işverenlerin çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışırlar. Toplu sözleşmeleri hazırlarken işçilere danışmaz ve bilgi vermezler, işçilerin bilinçlendirilmesine yönelik programlar hazırlamazlar. İlk sarı sendika, Pierre Biétry tarafından 1902 yılında Fransa’da kurulmuş, iş yerinin finansal desteğini almış ve grevlere katılmayı reddetmiştir.
Çalışma ortamlarında ayrımcılık sıklıkla “duygusal taciz” biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Duygusal taciz kavramını tanımlamaya çalışın. Duygusal taciz, çalışma yaşamındaki baskı, şiddet ve yıldırma eylemlerini tanımlamak için kullanılan bir kavramdır. İş yeri zorbalığı ya da ‘mobbing’ olarak da adlandırılan duygusal ve psikolojik taciz kavramı, iş yerindeki bir veya birkaç kişi tarafından bir çalışan üzerinde yoğun bir baskı kurulmasını, çalışana duygusal olarak saldırılmasını, psikolojik terör yaratılmasını ve böylece çalışanın verimliliğinin en alt düzeye inmesini sağlayarak, işten ayrılmaya zorlanmasını ifade eder.
Özet
Dar ve geniş anlamıyla çalışma, kayıtlı ve kayıt dışı çalışma ve işsizlik kavramlarını tanımlamak.
Dar anlamı ile çalışma kavramı bir bireyin belli bir ücret karşılığı emeğini satmasıdır. Geniş anlamı ile çalışma kavramı ise toplumsal yaşamın sürdürülmesine yönelik olarak bireylerin ücretli ve/ya ücretsiz olarak yaptıkları uğraşların tümüdür. Kayıtlı çalışma işverenler ile çalışanlar arasında iş gücü istihdamının belli bir sözleşmeye dayalı olarak yapılmasıdır. Kayıt dışı çalışma ise iş gücü istihdamının işveren ile çalışanlar arasında resmî olmayan bir anlaşmaya dayalı olarak yapılmasıdır. İşsizlik bir toplumda iş gücü niteliği açısından çalışmaya hazır ve istekli olan bireylerin iş sahibi olamama veya ücretli bir işte istihdam edilememe durumudur.
Çalışma kavramının toplumsal yapı açısından önemini açıklamak.
Çalışma toplumsal yaşamımızın en önemli faaliyetlerinden birisidir. Günümüzde bireylerin ne tür işleri yaptıkları, hangi koşullarda çalıştıkları, ne kadar gelir elde ettikleri ve çalışma yaşamı ile ilgili ne gibi yasal haklara sahip oldukları son derece önemli bir konudur. Çünkü bireylerin içinde bulunduğu çalışma yaşamının niteliği toplumsal yaşamın diğer tüm boyutları üzerinde doğrudan bir etkisi olmaktadır. Öyle ki toplumsal yaşam içerisinde bireylerin çoğu hayatlarının önemli bir bölümünü çalışarak geçirirler. Çalışma sosyal statü, nitelikli bir sosyal çevre, ekonomik gelir ve sosyal güvence gibi getirilerin yanı sıra aynı zamanda bireyler açısından kendilerini geliştirmelerinin de bir aracıdır.
Türkiye’de çalışma yaşamının temel boyutlarını açıklamak.
Resmî verilere göre 2008 yılı itibarıyla Türkiye’nin nüfusu 71.517.000 kişidir. Toplam nüfus içerisinde çalışmaya hazır durumdaki iş gücü nüfusu 24.632 000’dir. Türkiye’de toplam istihdam ise 21,9 milyon civarındadır. Türkiye’de istihdam edilenlerin önemli bir bölümü kentlerde yaşamaktadır. TÜİK’in hesaplamalarına göre 2008 yılı itibarıyla kentsel iş gücü istihdamı 16 milyon, kırsal iş gücü istihdamı ise 6 milyon civarındadır. Türkiye’de iş gücünün dörtte üçü erkektir ve işsizlik oranı resmî rakamlara göre iki buçuk milyondur. Ancak resmî olmayan hesaplamalar işsizlik rakamını 5 milyona kadar çıkarabilmektedir.
Türkiye’de çalışma yaşamında karşılaşılan temel sorunları özetlemek.
Türkiye’de çalışma yaşamının temel sorunlarını enformelleşme, esneklik, iş gücünün örgütsüzlüğü, taşeron iş gücü istihdamının yaygınlaşması ve çalışma yaşamında karşılaşılan çok yönlü ayrımcılıktır.
Türkiye’de çalışma yaşamını ve sorunlarını bir bütün olarak değerlendirmek.
Türkiye kırdan kente göç, eğitimsiz ve vasıfsız iş gücünün varlığı, yüksek işsizlik oranı, kayıt dışı çalışma ve taşeronlaşma ücretlerin düşmesine ve sosyal güvencesiz işlerin sayısının artmasına neden olmaktadır. Türkiye’de kadınlar, eski hükümlüler, engelliler, işsizler ve gençler olmak üzere çeşitli toplumsal gruplar ve sınışar çalışma yaşamındaki bu olumsuz gelişmelerden farklı düzeylerde etkilenmektedir. Özellikle çalışma yaşamında yaygınlaşmaya başlayan enformelleşme ve esnek istihdam çalışan yoksulların sayısının artmasında çok önemli bir rol oynamaktadır.
 
Üst