Moderator
- Mesajlar
- 419
- Tepkime puanı
- 28
- Puanları
- 18
ÜNİTE 1
ANTİK YUNAN, POLİS VE SİYASET İÖ VIII. yy polis’lerin hızla şekillendiği yüz- yıldır. Bu yüzyılda ticaret canlanmış, kabile üyelerini birbirine bağlayan soy bağ- ları çözülmüş, topraklar artık kabilelerin ortak malı olmaktan çıkıp özel ellerde toplanmaya başlamıştır.Kabilelerde farklı roller ve işlevler üstlenenler kendilerini doğuştan, soydan ayrıcalıklı bir sınıf,aristokrasi olarak örgütlemeyi ve bu üstünlü- ğü kabul ettirmeyi başarmış,köy topluluklarında topraklarını kaybedenler ticaretin merkezlerine aktıkça pazar merkezli olarak polis’ler oluşmaya başlamıştı.
* Aristokrasi: Birden fazla soyun bulunduğu bir toplulukta belirli bir soyun, doğuş- tan, diğer soylara göre üstün kabul edildiği, bu nedenle bu soyun iyilik, yetenek, bilgi, beceri, erdem, cesaret vb. bakımlardan ayrıcalıklı sayılmasıyla yönetme hakkının da bu soy tarafından üstlenildiği azınlığın yönetimi.
Polis’lerin Temel Özellikleri:Antik Yunan dünyasının en önemli polislerinden biri olan Sparta ve Atina’dır. Her biri, diğerlerinden ayrı özerk bir varlığa sahiptir.
* Sparta’nın siyasal düşünce bakımından, toprak mülkiyetini, genel olarak özel mülkiyeti ve buna dayalı yaşam tarzını reddeden özellik taşıması önemidir. Spar- ta’nın özellikle eşitlikçi ve ortaklaşmacı hayat tarzı vardır.Bu bakımdan Sparta’ nın temel yasası Lykurgos Yasalarının tarihin ilk en önemli ütopyacı metinlerindendir.
* İÖ 431de başlayan ve 27 yıl sürüp Sparta’nın zaferiyle biten Peloponnesos Savaşı, Sparta’nın kendi içine kapalı, yetinmeci dünyasını zenginlikle tanıştırıp, kendi içinde eşitsizliği başlatarak yıkılışını hızlandıracaktır.
Demokrasi Mücadeleleri ve Polis: Atina Örneği Atina polis’i Sparta’nın tersine, ticaret sayesinde zenginleşmiştir.
* Polis’in siyasal haklara sahip nüfusu,(Yurttaşları) 4 ana sınıfa ayrılmıştır.
* Eupattrides (iyi doğmuşlar, soylular),
* Geomeres (küçük çiftçiler),
* Demiurgos (zanaatkarlar) ve
* Tthettes’ler yani emekçiler, en yoksullardır.
* Ayrıca özgür olmakla birlikte Yurttaş olmadığından, herhangi bir siyasal hakka sahip olmayan, çoğunlukla ticaret ve zanaatla uğraşan yerleşik yabancılar, yani mettoikos’lar ve köleler nüfusun diğer ana parçalarını oluşturmaktadır.
* Atina’da İÖ VII. yyla gelindiğinde, krallık tümüyle tasfiye edilmıştir. Ama topluluk hâlâ tthesmoi’ye, yani tanrısal kökenli, kutsal olduğuna inanılan, sözlü, gelenek- sel yasalara göre yönetilmektedir.
* Ancak bu yasalar giderek soyluların elinde tekelleşip Atina zenginleşip geliştikçe yeni gereksinimlere karşılık vermeyerek, İÖ 630da Atinalı Kylon’un soyluların ikti- darını devirerek tiran olma girişiminde bulunmasına sebep olmuştur.
* Tiran: Lydia kökenli bir sözcüktür. Günümüzde özellikle yönetimini baskı ve eziyet sayesinde sürdüren yöneticilere denir. Oysa Yunan dünyasında tyrannos, iktidarı mevcut yasal düzenlemelere aykırı biçimde ele geçirmiş kimselerdir. Tiranlığın olumsuz içeriği öne çıktıkça, tiranların öldürülmesi, yani tyrannicide genellikle olumlu bir eylem olarak karşılanır
* Drakon yasaları; İÖ 621 Bu yasalar aslında eski kabile hukukunun soyluların çıkarlarına uygun olarak yazıya geçirilmesidir. Artık thesmoi yerini, insan yapısı, yazılı, erşilebilir ve tartışılabilir,değişime açık yasalara; nomoi ’ye bırakmıştır.
* Solon Drakon yasaları iç karışıklıkları ortadan kaldırmayıp İÖ 594’te görev alır. Önce borç köleliğini kaldırmıştır.En büyük yeniliği Yurttaşları, gelir ve servet- lerine göre yeniden tasnif edip ait olunan vergi dilimi büyüdükçe Yurttaşları daha fazla siyasal hak sahibi kılması olmuştur. Buna göre, yoksul köylüler ve kentli emekçiler gelir ve servet sıralamasında sonuncu olduklarından, vergi diliminde de sonda yer alır. Bundan ötürü de zengin Yurttaşlara göre daha az, daha önemsiz siyasal haklara sahip olmaktadırlar.
* Atina’da Yurttaşların siyasal haklarını kullanımı çeşitli kurumlar aracılığıyla ger- çekleşir. Bunların başında krallık yıkıldıktan sonra, yürütme işleriyle görevli olan ve soyluların elinde bulunan arkhon’luk gelmektedir. Ayrıca arkhon’luk dışında, strategos’luk (komutanlık) gibi yüksek devlet görevlileri vardı.
* Solon bunların yanı sıra diğer kurumlara da müdahale eder. Bunların başında ekklesia (halk meclisi) gelir. Bu meclis, 4 sınıftan bütün Yurttaşlara açıktır ve aynı ölçüde de önemsizdir.
* Önemli bir kurum areopagus’luktur ve görevini tamamlayan arkhon’lar yaşam boyu bunun üyesi olurlar.Soyluların tekelindedir ve devlet işlerini denetler, gerek- tiğinde suçlu bulduğu kişileri Yurttaşlıktan atma yetkisine sahiptir.
* Bir diğer önemli kurum ise bule’dir (dörtyüzler meclisi). Bu kurum ekklesia’nın gündemini hazırlayan, yasa önerilerini taslak hâline getiren ve soyluların elinde olan kurumdur. Son olarak heliaia (halk mahkemeleri) anılmalıdır.Bu mahkemeler 30 yaşını dolduran her Yurttaşa açıktır.Yurttaşlar kura ile 1 yıllığına görev alabilir.
* Solon’un düzenlemeleriyle yoksul Yurttaşlar siyasal kurumlar içinde rol alıyormuş gibi gözükse de rol aldıkları kurumlar aslında etkisizdir. Bu da Solon düzenlemelerinin de Atina’daki iç çatışmaları durdurmaya yetmemiştir.
* Bunun örneği Peisistratos, soylu kökenli ama soyuyla bağlarını koparmış bir yö- neticidir; yoksul sınıfların desteğiyle, İÖ 560’ta iktidarı ele geçirir ve İÖ 527’deki ölümüne dek soylu sınıflara ağır darbe vurur. Ama ölümünün ardından soylular iktidarı yeniden ele geçirerek oligarşik rejimi yeniden inşa ederler.
* Oligarşi: Azınlığın yönetimi. Yunan dünyası az sayıda (oligoi) kişinin yönetimi el- de tutmasından ötürü bu rejime“azınlığın ya da az sayıda kişinin yönetimi” anla- mında oligarkhia, oligarşi demeyi tercih etmıştır.
* İÖ 508-507 e dek sürekli iç karışıklık yaşayan Atina, Kleisthenes’in reformlarıyla yeniden demokratikleşmeye başlar. Kleisthenes, öncelikle Solon’un zayıflattığı si- yasal anlam taşıyan kabile-soy bağlarını neredeyse tümüyle tasfiye eder. Yurttaş- lık, deme (yer, mahal) bağlarına göre yeniden örgütlenir. Kleisthenes yeni siyasal düzeni isonomia, yani bir anlamda yasalar önünde eşitlik olarak adlandırılır.
* İsonomia Yurttaşlık hakları bakımından yasalar nezdinde eşitlik talebidir. Yurt- taşlık ile mülkiyet arasında doğrudan bağ bulunduğu için, bu talepler daha çok mülkiyet rejimiyle ilgili talepler olarak ortaya çıkar.
* İsegoria konuşmada eşitlik ya da ifade özgürlüğü gibi düşünülebilirse de esasta doğrudan siyasal hak taleplerini içerir.
* İ Ö492’den İÖ 449’a kadar çeşitli aralıklarla süren Pers Savaşlarının ardından Atina’da iki önemli gücün mücadelesi başlar. Bir yanda toprak sahipleri vardır; di- ğer yanda daha çok ticaret ve denizcilikle uğraşan kesimlerle emekçiler. Bunların oluşturduğu demokratlar isonomia ve isegoria’nın peşindedir.Demokratların zafe- riyle biter ve demokratlar İÖ 444-429 da Perikles’le iktidar sahibi olurlar.
* Perikles döneminde Atina ve demokrasi altın çağını yaşar. Pers Savaşları ardın- dan arka arkaya gerçekleştirilen reformlarla bütün Yurttaşların siyasal haklara tam anlamıyla eşit biçimde sahip olmalarına olanak tanınır. Atina demokrasisi “doğrudan demokrasi” olarak anılır.Uzmanlık geretiren yüksek memurluklara tüm Yurttaşlar, bir kereye mahsus seçilip, diğer memurluklara bir yıl için kurayla atanıyordu. Herkesin eşit olarak siyasal iktidara katılması (isokrattia), ilke olarak benimsenmıştır.
* Ekklesia’da toplanan halkın,devlet yönetimini sürekli denetleme yetkisi vardır; yöneticiler ya da çeşitli devlet memurları,her an halkça sorguya çekilip görevlerin- den alınabilirler. Bunlar da doğrudan demokrasinin özelliklerindendir.Ekklesia’nın siyasal yaşamdaki en önemli işlevi ideolojiktir: Aslında iktidarın dizginleri,yüksek yöneticilik makamlarına seçilenlerin elindeydi Örn 15 yıl art arda başkomutanlığa (sttrattegos auttokrattor) seçilen Perikles, gerçek lider, “tek adamı” olmuştu. Ama Peloponnesos Savaşı’nda yenilen Atina’da, Sparta’nın katkısıyla demokrasiye, bir süre son verildi.
* İÖ 355 e doğru artık bütün Yunan yarımadası siyasal olarak dağılmış, Make- donyalıların etkisi başlamıştı. İÖ 339’da Khaironeia Savaşı ile Yunan dünyası tümüyle Makedon egemenliği altına girdi. III. Aleksandros (Büyük İskender) seferleriyle bütün polis ’leri kendine bağladı.
* Ardından İÖ 146’da Roma hâkimiyeti başladı. Atina ve Sparta özerk kent ilan edildi; diğer polis ’ler doğrudan bağımlı kentler hâline geldiler. Hepsi görünüşte özerk, yani iç işlerinde özgürdü ama Atina ile Sparta askerlik ve vergiden de mu- aftı; fark buydu. İÖ 86’da Yunan ayaklanması patlayınca, Roma İmparatorluğu polisin hukuksal, siyasal ve tarihsel varlığına son noktayı koyup Yunan yarımada- sını eyaleti yaptı
Yurttaşlığın Anlamı ve Boyutları başlangıçta Atina ve Sparta’da Yurttaşlığın temel koşulu, belli bir soya (genos’a) ait olabilmekti.
* Ama Atina’da soy bağlarının yerini deme bağları aldıkça özgürlük öne çıkmıştır. Özgürlük özellikle başkası için çalışmak zorunda olmayı efendisizliği işaret eder. Bu anlamda, Yunan uygarlığı,özgürlükle zorunluluklar dünyasını birbirinden ayı- ran vasfa sahiptir.
* Yurttaş insan, köle insan değildi. Mettoikos’lar ise çalışan sınıflardı. Ticaret ya da zanaatlarla uğraşıyorlardı. Biriktirdikleri servete her an polis el koyabilirdir. Onlar da özgürlük değil, zorunluluk alanına aittiler.
* Kadınların özgürlük durumu; ev kölelerinin üstünde, onları çekip çevirmekle gö- revli olduklarından bir tür efendidirler ama evin efendilerine,yani kocalarına ba- ğımlıdır. Tümüyle zorunluluklar alanına aittir. Bu alana oikos, (hane) alanı denir (Ekonomi sözcüğü buradan gelir)İnsanın maddi ihtiyaçlarının karşılandığı alandır.
* İnsanı, hayvandan, başka insandan ve Yunancadan başka dil konuştuğu için barbar olarak nitelenen Persliden ayıran şey, öncelikle zorunluluklar sisteminden özgürleşmesi, ona tabi, onun tutsağı olmaktan çıkmasıdır. Bunu mümkün kılan polis ’in varlığıdır. O hâlde tam bir insan ancak bir Yurttaştır.
Atina’da Demokrasi Sorunu Demokrasi daha baştan kapsamı nedeniyle, belirli kesimlerin demos’tan dışlanmasıyla siyaseten özürlüdür, demokrasinin rejim ve fikir olarak düşmanları, bu sınırlı kapsama bile karşı çıkar.
* Bunun ilk örneği Yaşlı Oligark Atinalıların Anayasası adlı risalesinde, onurlu insanların özelliği olan özenlilik, gözüpeklik ve adalet en iyilerde bulunur. Oysa demokrasi eşitlik yüzünden avam halkın, soyca üstün ve ayrıcalıklı kimselerden daha çok erk elde etmesine yol açar. Halk daha fazla erk elde etmemelidir çünkü halk yoksulluğu yüzünden aşağılık davranışlara yönelir.
* Ksenophon (İÖ 426- 355)’a göre demokrasi “halk despotluğu”dur, kimi siyasal görevler için kura yoluna başvurduğundan yeteneksizler de en az yetenekliler ka- dar siyasal işlevsel kılınmıştır. Yeteneksizlerin, bilgisizlerin siyasal işlerin başına geçmesi zaten açıkça demokrasinin yozluğunu göstermektedir.
* Herodotos (İÖ 484-425) için “halk idaresi, adı güzel, İsonomia, yasalar karşısın- da eşitlik”tir. “İkincisi, hükümdarın aşırılıkları bunda yok; yöneticiler kura ile seçilir; yöneticiler sorumluluk taşır;her karar kamuya dayanır.”deyip demokrasiyi savunur
* Perikles demokrasinin savunucusudur. Bunu da kendini en açık seçik Cenaze Töreni Söylevi ’nde gösterir.“İdare şeklimizin adı demokratia’dır. Bu ad ona birkaç kişiye değil, bütün yurttaşlara dayandığı için verilmiştir..Devlet işlerinde herkesin alabileceği yer şu ya da bu soydan oluşuna değil, gösterdiği yüksek yetenekle kazandığı üne göredir.”
POLİS’TE SİYASAL DÜŞÜNCENİN ÖNCÜLERİ 3 doğa filozofu Thales, Anaksi- mandros ve Anaksimenes (İÖ 585-525?) Miletos’tan (İyonya) çıkmıştır.
* Ephesos (bugünkü adıyla Efes), Herakleitos’un yurdudur. Herakleitos soylu bir aileden geldiğinden demokrasiden nefret eder.Çünkü ona göre, en doğru şey bilge bir kişinin iradesine itaat etmektir.
* Demokritos’a göre insanlar mutluluğun ve mutsuzluğun ne olduğunu bilmedik- leri, arzularına gem vuramadıkları ölçüde, birbirlerine karşı hasetçe, düşmanca duygular geliştirir.
* Bu yüzden toplumsal ve siyasal bir düzenlemeye gerek duyulur. Yani yasalar ve devlet bundan ötürü vardır. Demokritos da bir demokrasi savunucusu değildir. Merittokrasi (liyakata dayalı yönetim) savunucusudur.
* Miletos’un, İÖ 494 da Perslerce yıkılmasıyla, felsefi etkinliğin merkezi Güney İtalya ve Sicilya olacaktır.
Sofist düşünce (Belirli bir alanda uzmanlık bilgisine sahip kişi) Örn büyük jüriler- den oluşan mahkemelerde, her suçlanan kişi kendini sözlü olarak savunurdu. Söylenilen şeyden çok, nasıl söylendiği jüriyi etkilediğinden güzel konuşma önemli bir yer tutuyordu. İşte Sofistler bunu öğretiyorlardı.
* Sofist düşünürler özellikle Platon ve Aristoteles tarafından aşağılanır ve şarla- tanlıkla suçlanırlardı.Platon’un hocası Sokrates ve ardılları, kendilerini Sofistler- den ayırmak için, kendilerine philosophos (bilgiseven) derler
* Sofizme düşmanlığın arkasında demokrasiye düşmanlık yatar. Zengin demiur- goi’yi Sofistlerin eğitmesi,geleneksel aristokratikerin tepkisini çeker. Tepkileri kış- kırtan diğer unsur Sofistlerin önemli bölümünün mettoikos oluşudur.
* Sofistler, iki ayrı dönem hâlinde ele alınırlar.
1.Birinci kuşak Sofistler önceki düşünürlerden farklı olarak düşüncenin merke- zine insanı koyarlar.Dikkatlerini doğadan ve evrenden çok, topluma ya da polis’e yöneltirler. Siyaset sanatının tanrılarca tüm insanlara gönderildiğini, siyaset sana- tının tekelleşemeyeceğini ileri sürerler.
* Protagoras’a göre, siyaset sanatında tüm insanlar eşittir;köleyle aristokrat ara- sında fark yoktur.Fark, soylunun bu sanatı nasıl kullanacağını bilmesi, kölenin bil- memesidir. Sofistler bu sanatı herkese öğretmek için yola çıkıp polis’in temelini oluşuturan Yurttaş-köle-mettoikos eşitsizliğine saldırır. Ayrıca polis’in kendisinde olduğu kabul edilen kutsallığa da karşıdır.
* Hippias doğayla yasayı karşı karşıya koyduktan sonra, pozitif(insan yapısı) ya- salar, insanları ayrımlara tabi tutsa da(Yurttaş-mettoikos,Helen-barbar) insanların doğal yasaca kardeş,akraba kılındığını söyler.Sofistler ilk hümanistler olarak de- ğerlendirilir.Sofistlere göre önemli olan insandır.
* Hümanizm: Genelde“insanseverlik”anlamında kullanılsa da doğru değildir. Tam karşılığı “insancılık” tır. İnsana ve insan değerlerine öncelik tanıma, dünyayı, insa- nı ve insani değerleri gelenek,din, kutsallık dışında,insan gereksinimleri temelinde, insanı merkeze alarak açıklama girişimlerinin genel adıdır.
* Protagoras’ın açık ifadesiyle, insan “her şeyin ölçüsüdür” (homo-mensura).Birin- ci kuşak Sofistler için burada kastedilen tek tek kişilerin karşılık geldiği insandan çok, toplumsal bir varlık olan insandır; yani bir türdür.
2.İkinci kuşak Sofistler ilk kuşağın eşitlikçi, demokratik yaklaşımını bozar.
* Antiphon insanların kardeş olduğunu savunan, eşitsizliğin doğal olmayıp yasa- lardan kaynaklandığını ileri süren düşünceden hareket eder. Buna göre, yasa ya- saklayıcıyken doğada özgürlük vardır. Yani yasalar özgürlüklerini gerçekleştirmek isteyen güçlü insanların önünde engeldir. Bu güçsüzlerin işine gelir.
* Birinci ya da ikinci kuşak olsun, Sofistler tüm yerleşik kalıpları, gelenekleri, siya- sal eğilimleri, dinleri eleştiri süzgecinden geçirir. Aynı zamanda Sokratik gelene- ğin ilk halkasıdır ve Sokrates, en önemli Sofistlerden biridir; Platon ve Aristoteles, Sofistlerinde beslenip beslendikleri yuvayı eleştirip büyüklüklerine ulaşmışır
Sokrates ve Polis Siyasal düşünce tarihinde, Sokrates’in siyasal Düşünce bakı- mından özgün yeri olduğu söylenemez. Daha çok polis-Yurttaş ilişkisini anlamak için önemli örnektir.Ömrünü sokaklarda dolaşıp Atinalıları sorgulayarak, peşinden ayrılmayan gençlerle söyleşerek geçiren Sokrates (İÖ 469-399), dikbaşlılığı,sözü- nü sakınmazlığı, aklına yatmayan buyruklara uymayı reddedışi ve gençlerle kur- duğu sıcak diyalog yüzünden, Atina’da tanınırdı. Bir şey yazmadığı için, hakkın- daki bilgilerin kaynağı,öğrencisi Platon’un yazdıklarıdır. Dinsizlikle suçlanarak baldıran zehiriyle ölüm cezasına çarptırılmış ve bu ceza uygulanmıştır.
* Sokrates de Sofistler gibi, düşüncesinin merkezine insanı ve toplumu koyar. On- lardan farkı, bilgiye sahip olup öğretebileceğini savunmaz. Bu bağlamda Sofistleri de eleştirir. Çünkü çoğu insan kendisinden bihaber biçimde, bildiğini sanmaktadır.
* Sokrates siyasal olarak son derece tehlikeli iş yapıp, Atina demokrasisinin hal- kın yönetimi olmadığını, halkın demagog’lar elinde oyuncak olduğunu işaret eder
* Demagoji ve demagog: Yunanca demos (halk) ve agogos (öncülük etmek, yön- lendirmek) anlamlarına gelen iki ayrı sözcüğün birleştirilmesiyle ortaya çıkar. Biri- nin, grubun ya halkın duygularını, arzularını, taleplerini kamçılayıp, “nabza göre şerbet vererek” gerçek dışı ve abartılı söz ve vaatlerle halkın gönlünü kazanıp onu dilediğince yönlendirmek demagoji yapmaktır. Güzel, etkili, abartılı ve gerek- tiğinde yalan da içeren konuşma sanatını icra edene de demagog adı verilir.
* Polis ’in içinde bulunduğu yönetim biçimi ne olursa olsun, önemli olan bir bütün- lük olarak polis’tir. Bu yanıyla Sokrates polis’i kutsal, organik bir varlık, yeryüzün- deki en büyük iyilik olarak görür.
* Polis’in ya da devletin biçimi önemsizdir. İster aristokrasi olsun, ister bir monarşi ya da demokrasi; yeter ki erdemlilerin yönetimi olsun. Siyaset en üstün, en güç sanattır ve bütün topluluğun yazgısını belirler. O nedenle bilgisiz kişilerin elinde helak olmamalıdır.
PLATON: İYİ YURTTAŞ, İYİ DEVLET Ona göre, insan öylesine küçük harflerle yazılmış kitaptır ki okunabilmesi için bütüne, yani hocası Sokrates’in felsefesi ve hayatıyla işaret ettiği polis’e yönelmek gerekir. İyi insandan ancak iyi bir siyasal örgütlenmenin varlığında söz edilir; bu nedenle düşüncesinin merkezine polis’i koymuştur.
* Öncelikle bilinmesi gereken devlet ya da polis’in bilgisidir, onu bilen de filozoftur. Asıl adı Aristokles olan Platon Atina’nın en soylu ailelerinden birine mensuptur. 20 yaşlarında Sokrates’le tanışıp ölümüne dek ondan ayrılmamış Atina’da Akademia adında okul kurmuştur.
* Yapıtlarını çoğunlukla diyalog formunda yazan Platon’un yapıtları: Sokrates’in Savunması (Apologia), Politteia I’dir. (Devlet’in birinci bölümü), Politteia II-X (Dev- let’in diğer bölümleri), Polittikos (Devlet Adamı) ve Nomoi (Yasalar).Makedonya’ nın Yunan polis’lerine savaş açtığı sırada Atina’da ölmüştür.
Doğal Bir Varlık Olarak Devlet ve İnsan Platon,Sofistlerin ileri sürdüklerinin ak- sine, devletin insan yapısı olmadığını, tümüyle doğal olduğunu savunur. Platon için insanlar arasında sahip oldukları temel özellikler bakımından köklü, doğuştan gelen farklılıklar vardır.
* İnsanlar, tek başlarına kendi gereksinimlerini karşılayamaz bu yüzden farklı özellikte insanlara muhtaç ya da bağımlıdırlar. Devletin, insanların arzularına bağlı olmadığını,doğal oluşum olarak karşımıza çıktığını savunur
* İnsan ruhu üç bölümden oluşur: Maddi istek (iştahsal bölüm), soylu istek (yürekli bölüm), bilgelik isteği (ussal bölüm). Her bir insanda birisi baskındır. Ruhunda maddi istek baskın olanın filozof olması düşünülemez.
* İnsanlar arasındaki iş bölümünün doğallığı, herkesin iş bölümüne uymasını ge- rektirir. Ancak İşbölümü bozulur. Bunun nedeni toplumun yalın, sade yaşamını yi- tirmesi, yani gereksinimlerin,lüks tutkusunun artmasıdır.Farklı sınıflar arasındaki güç ilişkileri doğrudan devleti işaret etmez. Devlet bunların üstündedir.
* Platon organizmacı toplum görüşünün ilk isimlerinden biridir. Devlet bütünlüğün, organizmanın kendisiyse, sağlığı ve varlığı organizmanın bütünlüğü ölçeğinde ele alınır. Organizmayı oluşturan örgenlerin kendi amaçlarının hükmü yoktur. Tek amaç, organizmanın bütünlüğü, yani devletin kendisidir.
* Platon, devletle yönetim biçimleri arasında fark görmeyip devletin gelişimini incelemeye ve devleti tasnife girişir.
1.PatriarşiToplumun sade, basit yaşamını sürdürdüğü bu başlangıç evresinde ya- zılı yasalara gereksinim duyulmaz.Gelenek ve ataların sözü dışında bir şey yok- tur. İnsanlık tarihinin en başında olması nedeniyle, insanlık bu yalınlık seviyesine büyük afetle dönemediği ölçüde, bu yönetim biçimine de dönülemeyecek; devlet, nüfus artışı ve toplum yapısının giderek karmaşıklaşmasıyla ortadan kalkacaktır
2.Monarşi (Aristokrasi) Artık nüfus artmış, aileler büyümüş, eski kurallar gereksinime yanıt veremeyip,yerlerini yazılı yasalara bırakır. Bu yeni durumda yönetim tek bir aile şefinin elinde kalırsa monarşi, aile şefleri birlikte yönetime geçerse aristtokrasi belirir. Platon, her iki yönetim biçimine de sıcak bakar. Yine de Platon monarşiyi yeğler. Çünkü tekin yönetimi her zaman daha etkilidir.
3.Timokrasi Monark ya da aristokratlar, bilgeliği ve doğruluğu önemsemez, kendi şöhret kaygılarının peşine düşerse erdemleri onur ve ün kazanmak olan askerle- rin iktidarına giden yolu açar.Bu timokrasidir.Bu grup kendi dışındakileri yok sayar ve iktidarını çıplak şiddet üzerine kurar.
* Aynı zamanda iktidarı elinde tutan asker- ler, iktidarı kendi gruplarını zenginleş- tirmek için kullanırlar bu da onların sonunu getirir. Toplumda zenginlik tek değer hâlini alır, belirli bir zenginlik düzeyine sahip olanlar siyasette etkin olabilir ki zenginlik ölçüsüyle iktidarı ele geçirenler, yalnızca zenginlerin dâhil olabildiği, yoksulların dışlandığı devlet biçimini, azınlık yönetimini, oligarşiyi inşa etmiş olurlar. Platon’a göre, oligarşi en kötü yönetim biçimidir.
* Demokrasiden nefret etmesine karşın, Platon demokrasinin, oligarşiye yeğlen- mesi gerektiğini belirtir. Zenginleşme devletin tek değeri olunca, oligarklar zengin- leştikçe toplumda yoksullarla zenginler arasındaki uçurum giderek açılacaktır.
* Bu uçurum açıldıkça sınıf mücadelesi keskinleşip yoksullar oligarşiyi alaşağı ederek demokrasiyi kuracaklardır.Demokrasi “görünüşte” eşitlik esasına dayansa da gerçekte adil devlet biçimi değildir çünkü siyaseti bilip bilmediğine, yetenekleri- ne, toplum içindeki yerine bakılmadan herkes her işe talip olabilir; kurayla iş başı- na gelebilir.
* Farklılıkları yüzünden gerçekte eşit olmayanların eşit sayılması adaletsizliktir. Gerçek eşitlik,kişilere erdem, yetenek ve soylarıyla ilişkili olarak bir paylaşım gerçekleştirir.
* Demokrasinin sayısal eşitlik ilkesi gereği, herkes eşit olacağından tam bir otorite boşluğu doğar; hiyerarşi yıkılır ve toplumu ayakta tutan iş bölümü zarar görür. Bu zarar toplumu özgürlük adı altında kaosa ve düzensizliğe sürükler. Böylece de- mos’un çıkarları adına inşa edilen devlet, tam aksine herkesin kendi çıkarlarının peşinde koştuğu bir karmaşayla sonuçlanır.
* Bunun sonucu iç savaştır.Kendilerini korumak isteyen zenginler yeniden oligar- şiyi inşa etmeye yönelirler. Bunu durdur- mak isteyen halk da onlarla mücadele etmek için birine yetki verir ve böylece ti- ranlık sahneye çıkar.
* Tiran kendisine kö- leler ya da yabancılardan oluşan bir ordu kuracak, polis’i sü- rekli savaşlarla yıpra- tacak, halk siyasetle uğraşmasın diye onları ağır vergilerle yükümlü kılacaktır.
İdeal Devlet Devlet anlayışı gereği, iş bölümünden hareketle ideal devleti, üç te- mel iş-meslek grubuna bölünmüş, sınıflı bir toplumsal zemine yerleştirir. Zemin üç temel iş alanıyla, üretim, koruma ve yönetim işleriyle inşa edilir ve her bir iş ayrı bir sınıfa karşılık gelir. Bu üç sınıf üreticiler, koruyucular ve yöneticilerdir.
* Hiyerarşik olarak en alttaki üreticiler sınıfının ruhlarında, maddi istek hakimdir. Bunların erdemi ölçülülüktür. İkinci ana sınıf koruyucularda hakim olan ruhsal kısım soylu isteklerle ilgilidir ve buna bağlı olarak bu sınıftaki insanlar şan, onur, alkış peşinde koşan ünsever insanlardır.
* Bunlara karşılık gelen erdem, yiğitlik erdemidir. Hiyerarşik olarak en üstte yer alan sınıf yöneticiler sınıfıdır ve bunların ruhlarında akıl, başlıca hakim özellik olarak kabul edilir. Akıl, hakim olan bölüm olduğu için bu sınıftaki insanlar bilginin peşinde koşan, erdemi bilgelik olan, filozoflar olacaktır.
* Platon adalet erdeminin gerçekleşebilmesi için yani sınıfların üstlendikleri rolü benimsemesi ve gereğini sürekli yerine getirmesi için, özellikle koruyucular sını- fına yönelik yoğun ve uzun bir eğitim programı tasarlar.
* Adalet erdeminden söz eden Platon siyasal bütünlüğü koruyabilmek için, yöneti- cilerin gerektiğinde gündelik ahlakın dışına çıkmaları gerektiğini belirtir.
* Yöneticilerin her bir sınıfa biçilen rolü benimsetebilmek ve meşrulaştırabilmek için farklı, doğallaştırıcı araçlara başvurması gerektiğini ileri sürer. Bu çerçevede metaller mitosu ya da üç cevher yalanını ortaya atar.
* Metaller mitosu ya da üç cevher yalanı: “Bu toplumun birer parçası olan sizler (...) birbirinizin kardeşisiniz. Ama Tanrı, aranızdan önder yarattıklarının mayasına altın katmıştır. (...) Yardımcı olarak yarattıklarının mayasına gümüş, çiftçi ve öbür işçilerin mayasına da demir ve tunç katmıştır. Aranızda hamur birliği olduğuna göre, sizden doğan çocuklar da herhalde size benzeyeceklerdir. (...) Mayasında demir ya da tunç katışık olanların önderlik edeceği gün şehrin yok olacağını Tanrı buyurmuştur.”
* İdeal devleti hem kendi kendine yeterli hem dışa kapalı (otarşik, auttarkeia) bir model olarak sunar. Ama devleti dışa kapatmanın yanında, devletin içinde de de- ğişim durdurulmalıdır. Bu da devletin bekçilerinin yani koruyucuların görevidir. Ama Platon toplumdan kaynaklanabilecek değişimlerin arkasında ekonomik faktörler gelir.
* Bu yüzden ideal devlette zenginliğe de yoksulluğa da yer verilmemıştır. Ayrıca toplumsal değişimi durdurmak için nüfus da sabitlenmelidir.Siyasetin aynı zaman- da nüfusun kontrolüyle icra edilebilecek bir zanaat (tekhne) olduğunu saptamıştır.
Filozofun Gücü Filozofun içinden çıktığı sınıf, koruyucular sınıfıdır ve bu anlam- da ideal devlet özel olarak bu sınıfa yaslanır. Platon’un koruyucular için öngördü- ğü yaşam ortak, yalın bir yaşamdır.
* Koruyucular sınıfı görünüşte birçok gövdeden oluşsa da tek bir bünye gibi dav- ranması gerekir. Bu çerçevede kimi bakımdan komünizmin babası da sayılır ama bu yanlıştır.
* Modern Komünizm ve Platonik Komünizm: Biri üretim araçlarının özel mülkiye- tini tümüyle kaldırırken öteki yalnızca bir sınıf için kaldırır.Biri tüm sınıfları kaldır- mayı hedefler, öteki katı bir sınıf ayrımına yaslanır. Birinin nihai hedefi devletin ortadan kaldırılmasıdır, ötekinin temel amacı devletin bekasıdır.
Kral Olarak Filozofun Portresi Filozofun başa geçmesi diğer tüm yönetim bi- çimlerinden farklı olarak akla dayalı, tutkulara kapılmayan topluluğun ya da poli- s’in bütün olarak mutluluğunu gözeten bir devletin ortaya çıkmasıdır. Zaten filozo- fun devlet adamına dönüştürülme sebebi budur.
* Eğer toplum yeni modele hazır değilse filozofun ilk görevi bir tabula rasa (temiz- lenmiş, yeni şeylere hazır bir levha) oluşturmaktır. Filozof, ideal devletin temel ya- salarına uygun bir zemin oluşturmaya çalışır. Yasalar üç temel işlevi yerine getirir:
1.Her Yurttaşı toplum içinde üstleneceği işlevle tanımlamak ve sınıflandırmak.
2.Her bir sınıfı kendi içinde ve nihayet sınıfları kendi aralarında bir bütün hâline getirmek üzere çeşitli biçimlerde, gerekirse zorla birleştirmek.
3.Böylece bütün toplumu mutluluğa götürmek. Tıpkı filozofun yönetimi gibi, bu ya- salar da meşruluğunu (meşruiyetini) doğrudan hukuk ve yasanın bilgisinden alır.
İkinci En İyi Yönetim Platon’un ideal devlet modelinin, liyakata dayalı yönetim olarak merittokrasi ya da bilen, bilge bir azınlığın ya da bir filozofun yönetimi anlamında philokrasi dir. Ama bu modelin, aynıyla bu dünyada inşa edilmesinin olanağı yoktur Sadece yakınlaşılabilir. Bu ikinci en iyi yönetim biçimi Yasalar’da karşımıza çıkar.
İkinci en iyi devlette yasayı aklın temsilcisi olarak konumlandıran Platon,yasa koyucu rolünü de geniş halk yığınlarına değil, bilge bir yasa koyucuya verir.
* Kadınları ve erkekleri aynı katı düzenlemelerin nesnesi hâline getirir. Örn, yine ideal devlette olduğu gibi, kimin kiminle çocuk amaçlı olarak evleneceğine-birlikte olacağına devlet karar vermelidir ki soylar ve sınıfsal kompozisyon bozulmasın.
* Özel mülkiyet konusunda da benzer mantık işler.Platon’a göre, “her kişi, kendi- ne düşen toprak parçasını Polis’in ortak malı olarak görmelidir.” İkinci en iyi model için de birincide olduğu gibi, bir nüfus politikası öngören ve bunu devletin sağlığı açısından zorunlu gören Platon, nüfusla toprak arasında doğrudan bir ilişki kurar. Nüfus artışına bağlı değişiklik olursa sistem fazla nüfusu ihraç edecek, nüfus düşerse eksikliği ithalat yoluyla kapatacaktır.
* Siyasal etkinlikleri ve kurumları daha çok zengin sınıflara özgüleyip, ait olduğu sınıf hangisi olursa olsun, herkesi aynı iş bölümü sürecinden geçirir. Yine de bazı siyasal görevler yalnızca bazı zenginlere özgülenmıştır.
Yasaya İtaatin Araçları ve Siyasal Kurumlar Platon’a göre, yasanın kendisine itaat etmesi beklenen yönetilenleri ikna edici boyutunun olması ve yönetilenlerin de gönüllü olarak itaat etmeye hazırlanması gerekir. Bu modelde eğitim, aynı ideal devlette olduğu gibi, merkezî bir rol üstlenir.
* Bunun dışında dinin de etkisi vardır Platon, dine verdiği rolle, adeta bir dindarlar topluluğu oluşturmakta hiçbir sakınca görmez. Modelin en önemli kurumu olan Gece Konseyi ’ne filozofların yanı sıra din adamlarını da doldurur. Dinin kullanımı devleti, bir “birlik” olarak var kılabilmek içindir.
*Platon adeta şunu söylemek ister gibidir: Erkekler kadınları, babalar oğulları,soy- lular soylu olmayanları, yaşlılar gençleri, bilgeler cahilleri, servet sahibi olanlar ol- mayanları, efendiler köleleri yönetmelidir. Böylece neredeyse, hemen herkes şu ya da bu ölçüyle yönetime dahil edilmiş olacaktır.
* Platon’un karma anayasa modelinde karşılaşılan siyasal kurumlar Yasa Koru- yucular Kurulu, Halk Meclisi ve 360’lar Konseyi’dir. Platon, özellikle servet sahibi ve soylu sınıf mensuplarının bu kurumda ağırlıkla yer almasını sağlamak üzere karmaşık bir seçim sistemi önerir.
* Gerçekte devleti fiilen yöneten bu kuruldur. Bu kurulun üstünde onları denetle- yen Denetçiler Kurulu bulunur.50 ile 75 yaşları ara- sı bulunan 12 tanrısal nitelikli Yurttaştan oluşan bu kurul üyelerinin her biri bir ba- kan gibi, devletin çeşitli alan- larındaki faaliyetlerini sürekli izler ve gerekirse ilgilileri yargılarlar.
* Ancak, bu aşamaya kadar karma anayasa modeline sadık kalan Platon, son anda yepyeni bir kurum önerir: şafakta toplandığı için Gece Konseyi adı verilen kurum, ortada ne karma anayasa bırakacaktır, ne denge-fren sistemi. Gece Konseyi tek başına devletin ruhu olur.
* Gece Konseyi, bir kurum olarak ideal devletteki filozof-kralın yerini almışa ben- zer. Bu ana değin çeşitli kurumları birbirine karşı konumlandırıp, Gece Konseyi’ni tek başına, her şeyin üstünde, bütün denetim ve yönetim haklarına sahip kurum olarak tasarlar.
* Gece Konseyi’nin konuştuğu yerde, bütün siyasal kurumlar susacaktır. Konsey doğrudan anayasa düzeni konusunda karar alma yetkisine sahip, yasaların ve dolayısıyla sistemin sürekliliğini güvence altına alan organdır.
* Platon, ideal devlet modelinde filozofun aklını her şeyin üstünde tutmuş ve devl- etin bir birlik olarak ruhunu bu akla tabi kılmıştır. İkinci en iyi modelinde de filozof yerine bir kurulu geçirmiş olsa da aynı şeyi yapmakta, Konsey’in aklını ve ruhunu devletin aklı ve ruhuyla özdeş tutar.Gece Konseyi’nin aklı ve ruhu devletin türdeş- liğini güvence altına alır.
* Platon’un iddiası aksine, Aristoteles devletin, varlığını ve sürekliliğini türdeşlikte değil, farklılık ve çeşitlilikte, eşitlikte değil, eşitsizlikte arayıp temellendirecektir.
ARİSTOTELES: DEVLET, EN YÜKSEK İYİ (İÖ 384-322), Platon’u eleştirse de, felsefesinin bütün temel özellikleri Platon’un damgasını taşır. Platon’dan en önemli farkı,döneminin bütün bilgi alanlarıyla ilgilenen, akıl yürütmenin yanında olgulara önem veren, çalışmalarında deneye ve gözleme başvuran biridir.
* 17 yaşında Atina’ya giderek Platon’un öğrencisi olan Aristoteles 20 yıl boyunca hocasından ayrılmamıştır. Atina Yurttaşı olmadığı için burada yaşamını mettoikos olarak sürdürmüştür.
* Platon’un ölümüyle Akademia’nın başkanlığına getirilmeyin- ce hayal kırıklığına uğramıştır.İÖ343te Büyük İskender olarak anılan Aleksandros un 3 yıl boyunca sürdüreceği eğitimini üstlenmıştır.
* Aleksandros’un Makedonya kralı olmasıyla yeniden Atina’ya dönen Aristoteles, burada İÖ 335’te Lykeion adıyla kendi felsefe okulunu açmıştır. Aleksandros’un Atina başta olmak üzere Yunan polislerinin siyasal varlıklarına son vermesi, Aristoteles’in de hayatında büyük etki yapmıştır.
* İÖ 323’te Aleksandros’un ölümünün ardından Atina bağım- sızlığını ele geçirebilmek için başkaldırmasıyla Makedonya yanlısı olarak bilinen Aristoteles, öldürülmemek için Euboea (Eğriboz) adasına kaçıp burada ölmüştür.
* Mantık konusunda Organon (Araç), metafizik üzerine Metaphysika (Metafizik), ahlakı işlediği Ethika Nikomakheia (Nikomakhos Etiği) ve siyasal görüşlerini içeren Politika ile Politeia Athenaion (Atinalıların Devleti) yapıtlarından bazılarıdır.
İnsan ve Siyaset: Zoon Politikon Aristoteles için siyaseti anlamanın önkoşulu öncelikle toplumun anlaşılmasıdır. Toplum ise insanlardan, bireylerden oluştuğuna göre, insanı anlamak siyaseti anlamanın anahtarı durumuna gelir.
* Aristoteles, başta hocası gibi düşünür. Yani insan kendine yeterli bir varlık de- ğildir; tek başına yaşayamaz, benzerlerine gereksinim duyar. İnsanların birlikte yaşaması anlamına gelen toplum en başta doğal bir zorunluluktan ya da insan doğasının özelliğinden kaynaklanır. O hâlde toplum doğal bir olgudur; herhangi bir sözleşmenin ürünü olmadığına göre, yapay da değildir.
* Toplumun amacı da insanın içinde olan temel ereğini (telos) gerçekleştirmek, yani mutluluk ve yetkin- liği sağlamak olmalıdır. Yalnız varolamayıp birlikte yaşamak zorunda olan insanın, birlikte yaşamdan öte en yüksek mutluluk ve iyilik için devlete ihtiyacı vardır.
* İnsan, ancak bir polis ’in üyesi, yani Yurttaş (polittes) olarak tam anlamıyla insan olur. Aristoteles, buradan hareketle insanın zoon-polittikon (siyasal-toplumsal bir hayvan) olduğunu saptar. Bu sözün anlamı, özündekini gerçekleştirerek insanı insan yapan şeyin siyaset ya da devlet olduğudur.
Devletin Direği: Adalet Devlet,bütün bireylerin, kurumların ve toplulukların üstünde olduğundan bütün topluluğun iyiliğini düşünür. Bütün topluluğun iyiliği ise devlette amaçlanan adalettir.
* Devletin adaleti gerçekleştirmesi demek, eşit olanlara eşit, eşit olmayanlara ise eşitsiz davranmasıdır. Bunu sağlayacak olansa yasalardır. Devleti kötü kılan ya- salarının kötülüğüdür. Bu da devletin amacını ve onu ayakta tutan direği, yani adaleti zedeler.
* Adaletin ne olduğunu ve devleti nasıl ayakta tuttuğunu görebilmek için Aristote- les’ in, topluluğun temeline yerleştirdiği aileye bakmak gerekir. Aristoteles’e göre, aile eşitsizlikçi ilişkiler barındırır.
* Aristoteles, açıkça erkeğin kadından üstün olduğunu savunur. Kadının pek de akıllı bir varlık olmadığını düşünen Aristoteles,erkeğin insanın amacı, kadının ise aracı olduğunu ileri sürer.
* Köleyi “akıl yürüttme yetisinden anlayacak kadar pay alan ama ona sahip ola- cak kadar pay almayan bir kimse” olarak tanımlar. Köleler, akıl yürütme yetisin- den pay almadıklarından onlar için en uygunu efendilerine itaat etmektir.
* Aristoteles’in köle-efendi eşitsizliğinde ısrar etmesinin özel önemi vardır. 1.Köle varlığıyla Yurttaşlar beden ve ruhlarını bozucu, alçaltıcı işlerle uğraşmaz. 2.Köleler sayesinde, Yurttaşlar boş zamana kavuşmakta ve özgür kişiler olarak doğalarındaki en yüksek ereği gerçekleştirmeye, yani siyasete zaman bulur.
* Yurttaşı “yargıya ve otoriteye katılan, yani yasal, siyasal ve yönetsel görevler alan ya da almaya hak kazanan kişi” olarak tanımlayan Aristoteles, herkesin Yurttaşlığa kabul edilmesine şiddetle karşı çıkar.
* Herkes Yurttaş olursa ya o devlet bozulur ve yıkılır ya da adaleti gerçekleştire- meyen kötü bir devlet olur. Bu nedenle, bedeniyle çalışanlar, zanaat ve ticaretle uğraşanlar Yurttaşın gerektirdiği akla, bilgiye, beceriye sahip olmadıklarından Yurttaşlığa kabul edilmemelidir.
Yönetim Biçimleri Aristoteles,hocası Platon gibi, tüm insanlara, bütün topluluk- lara has devleti kabul etmez. Her halk kendine uygun düşen bir yönetimle yönetilir. Örn eğer bir halk, seçkin bir aileyi devletin önderleri diye kabul edebiliyorsa o hal- ka krallık uygundur. Yok, eğer bir halk kendisi siyaset için gerekli erdeme sahip olmakla birlikte,kendilerine önder olarak özgür kimseleri kabul edebiliyorsa o halk için aristokrasi uygundurr.
* Anayasanın ilgili halka uygun olup olmadığı ise yukarıdaki faktörler yanında, her halkın farklı mutluluk arayışlarının olduğunun bilinmesiyle mümkündür. Yönetim biçimini belirleyen başka etken ise iklim koşullarıdır ya da coğrafyadır.Aristoteles’ in bu yaklaşımına “İklimler Kuramı” adı verildiği de olur, yüzyıllar sonra yaklaşım farklı biçimlerde de olsa İbn-i Haldun ve Montesquieu’de de kendisini gösterir.
* Bundan sonra yönetimleri sınıflandırmaya girişir.
1. Devlette gerçekleşen adalet ilkesini, yasayı yani aslında yönetimin amacı olması gereken ortak iyiliği gözetir.
2. Yönetimi elinde bulunduran kişilerin sayısına bakar.
* Böylece 3 iyi, 3 de bunların bozulmuş hâli olan kötü, toplam 6 yönetim biçimi ortaya çıkar. Buna göre:
1•Ortak iyiliği amaçlayan tekin yönetimi monarşi ve tekin çıkarını gözeten tekin yönetimi, yani monarşinin bozulmuş hâli olarak tiranlık.
2•Ortak iyiliği amaçlayan azınlığın yönetimi aristokrasi ve zenginlerin çıkarlarını gözeten azınlığın yönetimi, yani aristokrasinin bozulmuş hâli olarak oligarşi.
3•Ortak iyiliği amaçlayan çoğunluk yönetimi politteia ve yalnızca yoksulların çıkarını gözeten çoğunluğun yönetimi, yani politteia’nın bozulmuş hâli olarak demokrasi.
* Aristoteles için monarşi, kralı da bağlayan yasalarla birliktedir. Krallığın ılımlı bir yol izlemesini savunur. İzlenmezse yönetim soysuzlaşır ve tiranlığa dönüşür. Tiranlık en kötü rejimdir.
* Kral onur, tiran para toplar.Tiran,iktidarını sürdürebilmek için özüne şiddete baş- vurur. Burada da özellikle tehdit oluşturacağını düşündüğü soyluları ve seçkinleri “tepeleri biç” ilkesiyle yok eder. En erdemli yönetim biçimi ise aristokrasidir.
Politeia: En İyi Yönetim gerçek anlamda bir monarşi çok üstün, hatta tanrısal yeteneklere sahip kralın varlığını gerektirir. Gerçek bir aristokrasi de mutlak anlamda erdemli Yurttaşların varlığına dayanır. Ne tanrısal bir kral ne de gerçek anlamda erdemli Yurttaşlar her yerde bulunabilir. Bu istisnai durumları gözetmek yerine polis’lerin çoğu için geçerli en iyi yönetim politeia’dır.
* Politeia: Silah taşıma hakkına sahip herkesin Yurttaş kabul edilerek yönetimde pay sahibi olduğu, ortak yararı gözeten çoğunluğun yönetimi. oligarşiden alınan sınırlı mülkiyet ilkesiyle, demokrasiden alınan Yurttaşların siyasal katılım ilkesine dayanır. Yani zenginlik ile yoksulluğun karılmasıyla oluşur, karma bir siyasal yönetimidir. Orta sınıf, iktidarın asıl gücüdür
* Politeia ile Aristoteles’in ideal devleti arasındaki temel farklar:
1.Politeia’da iyi insan ile iyi Yurttaşın aynı kişi olmasına gerek yoktur. Yurttaş kimi olumsuzluklar taşısa da Yurttaştır ve siyasal yaşamdan pay alır; zaten politteia mutlak olarak iyiliği cisimleştiren bir devlet biçimi değildir.
* Oysa ideal devlet mutlak olarak iyiliğin kendisidir; öyleyse iyi Yurttaş ile iyi insan aynı kişidir. İyi insan olamayan iyi Yurttaş olamayacağı gibi, tersi de doğrudur.
2.Aristoteles’in ideal devlet tasarımı hocası Platon’unkinin yanında hiç parlak de- ğildir. İdeal devletin çoğu özelliği Platon’dan alınmış gibidir.En önemli farklılıkların başında yönetici sınıflar ve mülkiyet ilişkisi gelir.
* Platon yönetici sınıfı mülksüzleştirir, ekonomik süreçlerin dışına atar ve aynı zamanda onlar için ailenin, aşkın ve benzeri bağlılıkların polise bağlılığı gölgele- memesi için kolektif bir hayat tasarlar. Aristoteles buna karşı çıkar.
* Mülksüzleştirilmiş bir yönetici sınıf yerine, aşırılıklara kaçmayan sınırlı özel mül- kiyet anlayışını benimser Aristoteles’e göre,devlet varlık nedenini ve temelini, yö- netici sınıf için geçerli olan eşitlikte değil, kontrol altında tutulan, eşitsizlikte bulur.
Devrimler Kuramı: Statisanayasalarda yapılan küçük değişimler ya da onları tehdit eden ama göğüslenebilir siyasal-toplumsal tehditlerden çok, mevcut anaya- sanın ortadan kalkmasına ve yeni yönetime neden olan,şiddet yüklü değişiklikler için statis sözcüğünü kullandığı hâlde “Devrimler Kuramı” denir.
Statis: daha çok, gerilim, bir şiddet patlamasına sebep olacak kadar büyüdüğün- de ortaya çıkan durumdur.
* Tarihsel örnekler eşliğinde, Aristoteles’e göre devrimlerin nedenleri:
1.Devrimlerin en temel nedeni topluluğu oluşturan farklı bileşenlerin eşitlik algılarıdır. Zayıflar eşitlik için, güçlüler daha güçlü olmak için devrime yönelebilir.
2.Bir siyasal yönetimin aşırı güç kullanımına yönelmesi ve korkuyla zulümü yönetim aracı olarak sürekli kılması da devrimi kışkırtır.
3.Mevcut bir siyasal sistemde, yöneticilerin ihmalinden, tembelliğinden, körlüğünden yararlanarak anayasanın küçük adımlarla değiştirilerek, nihayet sistemin tümden değiştirildiğine de tanık olunabilir.
4.Topluluk içi farklılaşmanın yanı sıra, topluluk içindeki denge durumu da devrime yol açabilir. Şöyle ki bir devlette zenginler ve yoksullar birbirlerine denk ise ve bu iki sınıfın çatışmasını yumuşatacak bir orta sınıf bulunmuyor ya da yeterince güçlü değilse her an siyasal sistem, bu iki sınıftan birinin lehine değişebilir.
5.Son olarak iki istisnai örneğe değinir.1, bir siyasal sistemde gücü elinde tutan kesimlerin kendi içlerinde parçalanması ve mücadeleye başlamasıdır. Bu tür bir iç gerilim, küçük bir olay vesilesiyle, örneğin bir aşk hikayesi bile buna vesile olabilir, kolayca büyük bir patlamaya yol açabilir. 2 anayasaların dışarıdan müdahalelerle değiştirilmesidir.
*Aristoteles’in devrimleri önlemek için geliştirdiği öneriler şunlardır:
1•Devrimlerin en genel ve en temel nedeni eşitlik/eşitsizlik sorunu olduğuna göre, bir anayasa yalnızca bir tür eşitlik anlayışına yaslanamaz. Hem sayısal hem orantılı eşitlik devreye sokulmalıdır.
2•Orantısız büyüme kesinlikle önlenmelidir. Polis ’te belirli kesimlerin ya da kişile- rin bütün iktidarları kendi tekelinde toplamalarına kesinlikle izin verilmemelidir. Bu bağlamda Aristoteles için en önemli önlemlerin başında orta sınıf gelir. Orta sınıf, hem ahlaken daha iyi, daha erdemli bir yaşama uygundur hem de siyaseten çatışmaları önleyici bir tampon görevi üstlenir.
3•Devlette yasaların eksiksiz egemenliği sağlanabilirse devrimlerin önüne geçile- bilir. En küçük konularda bile, yasaların çiğnenmesine izin verilmemelidir.
Aristoteles ve Polis’in Sonu Yaygınlıkla III. Aleksandros’la birlikte Yunan dün- yasının yeni bir döneme girdiği kabul edilir. Bu döneme Helenistik Çağ denir.
* Helenistik Çağ:Bu niteleme Yunan kültürünün yeni bir evresini ifade eder.Yunan (Helen) kültürünün III.Aleksandros’un Asya seferleriyle dışa açılması ve bu ülke- lerde Yunan kültürünün yerel kültürlerle kaynaşarak yeni kültürel biçimler oluştur- ması sonucunda ortaya çıkan kültüre ve buna uygun olarak gelişen düşünce biçimine Helenistik denir. Helenistik kültürün Roma Dönemi’ni de boydan boya kat ederek Hristiyanlık tarafından aşılana kadar sürdüğü kabul edilir.
* Polis ’in çöküşüyle birlikte, iki temel gereksinim doğmuştur.
1.Daha önce bütün mutluluk, ahlak anlayışı ve davranışlar polis’e göre biçimlen- diği için şimdi bireyler yeni ahlak, davranış ve mutluluk yolu arayışına girmişlerdir.
2.Farklı kültürlerle Yunan arasındaki mesafenin ortadan kalkmasıyla yeni bir insan ve kardeşlik anlayışına gereksinim vardır.
* Bu iki gereksinimin ilkine Epikuroscu okul, ikincisine Stoa okulu yanıt vermıştır.
* Epikuroscu okulun (ya da bahçe anlamına gelen Kepos okulu) kurucusu Epik- uros (İÖ 342-271) atomize bir toplum anlayışına dayanır. İnsan doğal olarak top- lumsal- siyasal bir hayvan değildir. İnsanlar birbirleriyle ilişkiye girdikleri anda ben- cilleşirler ve çatışırlar.
* Ama çatışma ortamının kişisel çıkarları bakımından uygun olmadığını kavrarlar. Bu kavrayışla herkes kendi hakkını korumak için başkalarının hakkını da kabul etmek zorunda kalır. Bundan çıkan sonuç devletin yapay olduğudur.
* Epikuros, kişi, bilge olduğu için toplumdan uzak durur ve uzak durduğu ölçüde de bilgeleşir der
* Epikuros, siyasal yaşamın insana hiçbir şey katmayacağını, tersine birçok soru- na yol açacağını, iktidar mücadelesinde insanın diğerlerinden kötülük göreceğini söyler. Toplumdan uzaklaşmayı önerse de inzivayı önermez.
* Epikuros insanları ikiye ayırır; bilge olanlar ve buna uygun hayat sürenler ile bilge olmayanlar, kendi yapay arzularının, korkularının esiri olanlar.
* Stoa okulu Etkilerini Roma Dönemi boyunca sürdürmüştür. Bu yüzden Yunan yarımadasındaki dönemi Eski Stoa (İÖ III. yüzyıl) olmak üzere, Roma’ya açıldığı dönem Orta Stoa (İÖ II.ve I.yy) ve Roma Stoası olarak üç ayrı dönemde ele alınır.
* Stoa okulunun kurucusu Zenon (İÖ 336-264)’la birlikte iki büyük düşünürü Kleanthes (İÖ 312-233) ve Khrysippos (İÖ 281-208)’dur. Stoacılar tanrısal bir aklı ve yasayı doğaya içkin kılarlar. Her şeyi belirleyen, bu tanrısal akıl ya da doğal yasadır.
* Çiğnenmesi ve karşı çıkılması olanaksız olan bu yasaya yazgı adını verirler. Yazgı bilinemeyen, akıldışı güç değil, her şeyin bir zorunluluğa bağlı olduğudur.
* İnsanlar aklını kullananlar, yani bilgeler ve kullanmayanlar olarak ikiye ayrılır. Aklını kullanan insan yazgısını bilebilen ve ona uyan insandır. İnsanlar aklını kullansa da kullanmasa da hepsi tanrısal akıldan, yasadan pay almışlardır ve insanlar eşittir. Bunun siyasal anlamı insanların hepsinin tek bir dünya devletinin (kosmopolis) Yurttaşları (kosmopolittes) olduğudur.
* Kozmopolitizm: Zenon’a göre, dünya üzerinde yaşayan insanların başka başka yasalarla ve başka başka devletler altında yaşaması doğru değildir. Tek bir hayat ve tek bir kozmos olduğuna göre, insanların tümü Yurttaş sayılmalı ve ortak bir yasa altında birleşmiş olarak yaşamalıdır.
* Dünden bugüne, dünyayı tek bir devlet gibi düşünen ve tüm insanların bunun eşit Yurttaşı olması gerektiğini savunan düşünce ve eğilimlere kosmopolitzm adı verilir.
ÜNİTE 2
ROMA DÜNYASINDA SİYASAL DÜŞÜNCE 1200 yıllık Roma İmparatorluğu 3 ayrı dönemden geçmiştir. Bu dönemler cumhuriyet, cumhuriyetten imparatorluğa geçiş ve imparatorluk dönemleridir.
* Roma kenti İÖ VII. yyda kurulmuştur. Daha sonra Etrüskler Roma çevresindeki yerleşimleri de kendi bünyelerine katıp Roma’yı kent devleti olarak inşa ederler. Roma, İÖ 509’a kadar krallıkla yönetilen bir kent devletidir. Bu nedenle siyasal örgütlenmesi krallık mirası çerçevesinde anlaşılabilir.
* Krallık İÖ 509’da yıkılır ve soyluların hâkimiyetinde ve krallık mirasının üzerinde yükselen cumhuriyet rejimi kurulmuştur.
* Roma Krallığı kabileler konfederasyonu biçimindeydi. Yurttaşlık hakkına sahip olan üç temel kabile (tribus),her kabilede farklı genler bulunmaktaydı.Her tribus, 10 fratriye (curia), her curia ise 10 klana (gens) ayrılmıştı. Böylece Romalılar (po- pulus romanus), 3 tribus, 30 curia ve 300 gensten oluşurdu.
* Temel örgütlenme ilkesi soy olduğundan siyasal haklardan yararlanabilmek için, örgütlenmenin bi- rinci basamağında yer alan bir gens’in mutlaka üyesi olmak gerekiyordu. Bir gens’in üyesi olan yetişkin tüm erkekler tüm Yurttaşlık haklarını elde tutuyorlardı.
* Hiçbir soyla yani bir gens’le ilişkisi olmayan, iki ayrı grup daha vardı.Bunların ilki- ne pleb, ikincisine client denmekteydi. Bu iki kesim özgür nüfusu oluşturuyordu a- ma siyasal haklardan yoksundular.Toplumsal örgütlenmenin en altında da özgür- lükten mahrum, alınıp satılabilir bir mal olarak köleler bulunuyordu.
* Roma’da krallık seçim konusuydu ve kral, ülkeyi iki meclis ile birlikte yönetirdi. Bu meclislerden birisi kralı da seçen ve yasamayı üstlenen comitia curiata, yani fratriler meclisi iken, diğeri danışma meclisi olan ve comittia curiata’nın kararlarını onayladığı için büyük saygınlığa sahip olan senato (senatus) idi. Senato, ilgili ka- rarların uygulanmasını mümkün kılan auctoritas’ı elinde tutuyordu. Senato sena- tus patres ya da babalar adı verilen gens şeflerinden oluşmuştu. Bu şeflerin soyundan gelenlere patrici adı veriliyordu.
Yavaş yavaş soy temelli örgütlenmeden mülkiyet temelli örgütlenmeye geçilmiştir. Krallık yıkılarak cumhuriyetin kurulmasıyla yeni yönetim halka ait gibi görünse de baskın olan,yeni rejim karakterinin de soyluluk tarafından biçimlendirilmesiydi. Cumhuriyet (res publica) rejiminin en büyük yeniliği, krallığın tasfiyesiyle, yürütme erkini kullanmak için konsüllüğü getirmiş olmasıdır.
* En yüksek yürütme yetkisiyle yani imperium’la donanmış iki konsül, bir yıllığı- na comitia centuriatta tarafından seçiliyordu. Konsüller birlikte yönetiyor ve ara- larında anlaşmazlık çıkarsa olum- suz görüş ağır basmış sayılıyordu.
* “Soyluların hâkimiyetindeki cumhuriyet düzeninde pleb’ler, patrici’lerin siyasal haklarını meşrulaştırmaktan başka işe yaramıyorlardı. Bu da pleb’lerin siyasal haklarını genişletmek için sürekli olarak mücadele etmesine yol açmıştır. Bu mü- cadeleler Roma devletinin önemli bir siyasal laboratuvar olmasını sağladı.
* Pleb’ler 200 yıla yayılan mücadele süreci içinde büyük haklar elde ettiler; borç köleliğine son verilmesi, kendilerine özgü meclisle yöneticiler (tribunus) kurulunun oluşturulması,patrici’lerle evlenme yasağının kaldırılması ve yüksek devlet görev- lerinin pleb’lere açılması bunlardan bazılarıdır. Özellikle evlenme yasağının orta- dan kalkması ve zenginleşmiş pleb’ler ile patt- rici mensuplarının birleşmesiyle, yepyeni bir sınıf ortaya çıktı. Bu sınıfa optimates denir.
* Böylece Roma dünyasının iki büyük hakim sınıfı gelişimini tamamladı.Bunların karşısındaysa giderek yoksullaşan ve siyasal sistemden de dışlanan artık yoksul- ları nitelemek için kullanılacak bir terime dönüşen populares ile ifade edilen halk vardır. Ancak patrici ve optimates’in giderek zenginleşmesi ve doymayaniştahları, iki kesimi daha sınıf mücadelesi içine sokar. İlki, küçük köylülerin topraklarını kay- bederek kentlere yığılmasıyla sayıları artan proletari sınıfıdır. İkincisi ise büyük çiftliklerde (latifundium) ticarete dayalı tarımın bel kemiğini oluşturan kölelerdir.
* İÖ II. yüzyılın ortalarına ulaşıldığında Roma, İspanya’dan Batı Anadoluya kadar uzanan fiilî olarak imparatorluk hâline gelmiştir. Bu imparatorluğun temel felsefesi savaşmak, yönetmek ve para kazanmaktı,buna da Roma gerçekçiliği adı verilir.
Polybios (İÖ 200-120) Roma’ya savaş esiri olarak götürülmüş Yunanlı düşünür- dür. Kısa zamanda Roma’nın büyük gücü karşısında Roma’ya hayran kalmış, bu başarıyı açıklama iddiasıyla İstoriai (Tarihler) adlı yapıtını kaleme almıştır.
* Polybios’a göre devlet tümüyle doğal olarak ortaya çıkar;nedeni de güce dayan- masıdır. İlk yönetimi biçimi güce dayanan tiranlık ya da despotlukur. Ama aklın ve mantığın hâkimiyetiyle monarşi gelir. Ama monarşi, gücün mutlak sanılmasıyla yeniden despotluğa dönüşür.
* Bu da soyluların rejimi yıkmalarına neden olur. Ama aristokrasi de kendisini zenginlik hırsına kaptırınca rejimin niteliği oligarşiye döner. oligarşi ise buna tepki duyan kitlelerce yıkılarak demokrasi inşa edilir. Bu üç yöne- timin iyi yönleri alınıp karma bir anayasa yapılmalıdır. Polybios, Roma siyasal reji- mini bunun örneği olarak görür. Konsüllerin yönetimi monarşiyi, senatonun rolü aristokrasiyi ve halkın iktidar yet- kileri de demokrasiyi işaret eder.
* Polybios, devletin bozulmasının kaçınılmazlığını gösterir ama Roma anayasası ve siyasal kurumları denge içinde olduğundan bozulmayı geciktirir. Roma’daki sosyal sınıfların mücadelelerini hiç hesaba katmamış ve dengeyi yalnızca hukuk- sal-siyasal kurumlarda aramıştır. Bu bakımdan ileride, Locke ve Montesquieu’de karşılaşılacak olan güçler ayrımının ilk örneklerinden birini vermıştır.
* Roma siyasal sistemi, başarısını yayılmacı emeller gütmesine borçludur. Yani geleneksel anlamıyla emperyalizm Roma siyasal kurumlarını ayakta tutar. Yayıl- macılık yerine,içe kapananlar Sparta örneğinde olduğu gibi çöküşe mahkûmdur.
* Ayrıca Roma, dini ideolojik olarak başarıyla kullanıp halkın tanrılara karşı korku- larını sürekli canlı tutarak devletin bütünlüğünü sağlar.
* Her ne kadar karma yönetimin erdemlerinden söz etse ve bu cumhuriyetçi gibi gözükse de,esasta Roma soylularının, yani senatoyu elinde tutan sınıf patricilerin sesidir. Gerçekte yönetim senatonun elinde olmasına karşın, iktidarın paylaşıldığı varsayımıyla senatoyu gelebilecek eleştirilere karşı korur. Oysa senatonun yöne- tim işini elinde tuttuğu Polybios’un kendi yazılarından bile anlaşılır.
* Aristokrasi yanlılığını açıkça gösteren diğer özelliği, Roma anayasasının sürekli demokrasi tehdidi altında olduğunu düşünmesidir.Bunun için de alt sınıflara siste- mi tehlikeye düşürmeyecek küçük ödünler vermeyi önerir. Ama Roma düzenini tehdit edenler yalnızca alt sınıflardan kaynaklanmaz.
* Yönetici sınıfların zenginleş- me ve iktidar arzuları bu tehditlerin başında yer alır.Ayrıca senatörlere kamu taah- hüt işleri yasaklandığı için,kamu görevleri ve hizmetleriyle zenginleşen, patrici’lere dahil olmayan, adlarına bu yüzden publicani ya da atlılar (equittes) denilen yeni kesimler gözlerini siyasal güce dikmişlerdir.
Cumhuriyetin Krizi İÖ II. yy sonlarında Roma düzenini tehdit eden hem atlılar sı- nıfının varlığı hem de savaşlarda yenilen toplulukların köleleştirilmesi ve bunların latifundium’larda kullanılması, bir yandan küçük üreticilerin rekabet edemez hâle getirilip yoksullaştırılmasıyla kentlere yığılmasına neden olmuş; aynı anda latifun- diumlardaki köle yığınları büyük güçleriyle siyasal tehdit olarak belirmıştır.
* Köle yığınları İÖ 36’da, bir ayaklanmayla Sicilya’yı ele geçirmeyi başarırlar. Ama en büyük ve en bilinen köle ayaklanması, İÖ 73’te, Trakyalı gladyatör Spartacus’ un önderliğinde gerçekleşendir.Ayaklanma,2 yıl sonra Spartacus’un öldürülme- siyle dağıtılır ve ele geçirilen 6000 köle Roma’dan Capua’ya dek uzanan Appia yolunda çarmıha gerilir.
* Roma’yı istikrarsızlaştıran sorunların başında sınıf mücadeleleri gelir. Populares ile optimates arasındaki çatışmanın sertleşmesi, beraberinde siyasal kurumların da yıpranmasını getirir. Örn, İÖ 133’te Tiberius Gracchus’un toprak reformu öne- risi, senatonun bütün direnişine karşı yasalaşsa da bir yıl sonra Grachus, tribün dokunulmazlığı çiğnenip senatörlerin örgütlediği client çetelerince katledilecektir.
* Bu, siyasette yeni dönemi işaret eder. Artık silahlı çeteler, küçük özel ordular, si- yasal suikastlar siyaset sahnesinde etkin olarak yer alır. Roma askerî sistemi de bu krizden etkilenir.
* İÖ 107’de Konsül Marius’un mülkiyet sahipliği ile askerlik hizmeti arasındaki ba- ğı kesmesiyle ordu sistemi proletaryaya açılır. Proletarya da para karşılığı asker- lik yapabilir. Bunun anlamı, Roma ordusunun artık Yurttaşlar ordusu değil, profes- yonel yapılanma olduğudur.Alt sınıflar sisteme dâhil edilip tehlike olmaktan çıka- rıldıkları gibi, aynı zamanda giderek genişleyen Roma İmparatorluğu’nun ihtiyaç duyduğu asker ihtiyacı da karşılanır.
* Ancak ordu bir kez “profesyonelleşince”yalnız proletaryaya değil, ihtiyaç arttıkça İÖ 90’da İtalyan halklarının en alt sınıflarına ve nihayet Yurttaş olmayan herkese (barbarlara da) açılır. Bu Roma ordusunun temel düsturu olan Roma’ya bağlılık ilkesini ortadan kaldırıp ordu sistemi içinde kişisel bağlılık ilişkilerinin yeşermesine zemin hazırlar.
* Son olarak, Roma’nın karşı karşıya kaldığı sorunlardan biri de bağlaşık halklar sorunudur. Özellikle savaşlarda kritik önem taşıyan bağlaşık halklar, üstlendikleri sorumluluk ölçeğinde savaşlardan yararlanamadıkları için huzursuzlanmaya ve sorunlarının çözümü için de Yurttaşlık talebini yükseltmeye başlar. Yurttaşlığın yaygınlaştırılmasını gerektiren bu talep Romalıların büyük bir direnişiyle karşılaşır
* Tıpkı toprak reformu girişiminde olduğu gibi İÖ 91’de tribün M. Livius Drusus’un Yurttaşlığın kapsamını genişletmesi, öldürülmesiyle sonuçlanır. Bunun üzerine bağlaşıklar büyük bir ayaklanmaya girişir ve ayaklanma İÖ 90’da Roma’ya sadık kalıp silahlarını bırakan bağlaşıklara tam Yurttaşlık hakkı tanınmasıyla bastırılır.
* Bu gelişmelerin temel sonuçlarından biri Roma siyasal sisteminin askerileşmesi ve cumhuriyet kurumlarının bozulmasıdır. Bunun tipik örneklerinden ilki aristokra- si yanlısı Sulla yönetimiydi. İÖ 81’de kendini süresiz diktatör seçtirmeyi başardı. İÖ 70 yılında öldüğünde, arkasında artık monarşi düşüncesine yatkın hâle gelmiş bir Roma bıraktı.
* İÖ 60’da Pompeius ve Crassus’la birlikte İulius Sezar, I. Triumvirlik diye bilinen üçlü anlaşmayla Roma’nın yönetimini ele geçirdi. Crassus’un savaşta ölmesinin ardından, Pompeius ve Sezar kozlarını paylaştı ve Sezar gülen taraf olarak Ro- ma’nın tek hakimi oldu. İÖ 46’da da yaşam boyu imperator (başkomutan) olarak atandı. İÖ 44’te diktatörlüğü sürekli hâle geldiği gibi, senato tarafından yarı tanrı ilan edildi. Bu cumhuriyetin sonuydu.
* Soylular, Sezar’ın ortadan kalkmasıyla mo- narşiyi tasfiye edebileceklerini sanıp 44 yılında senatoda öldürdü. Ama Sezar’ın yeğeni Octavianus, Aemilius Lepidus ve Marcus Antonius ile 2. Triumvirlik’i kurdu ve sonunda da iktidara tek başına sahip oldu.
* İÖ 27’de Octavianus’un Augustus adını almasıyla artık Roma siyasal düzeni im- paratorluğa dönüştü. Cumhuriyetten imparatorluğa uzanan kriz dönemi, büyük bir ideolojik çözülüşü de beraberinde getirir. En başta Yurttaşlığın kapsamının geniş- lemesi ve siyasal sistemin askerileşmesi Roma temelli değerlerin bozulmasına yol açar.
* Artık anayasal kurumların yüceliği, Roma’nın tanrısal görevleri gibi misyonların, yönetilenler açısından anlamı kalmaz. Siyasal faaliyetin içine şiddetin sızması ve rejimin askerileşmesiyle de deyim yerindeyse artık siyasetin özel biçimleri, şiddet ve güçle tezahür eden biçimleri, kurumsal siyaset anlayışını ortadan kaldırır. Ama dönemin cumhuriyet ile monarşi ya da imparatorluk arasında sürekli gidip gelen olayları ve buna ilişkin gelişmelerle beslenen çelişkili doğası siyasal düşünceye de yansır. Bunun tipik örneği, cumhuriyeti savunmak adına ortaya çıkan Cicero’ nun monarşinin ideolojik zeminini hazırlaması gösterilebilir.
Cumhuriyet Yolunda Monarşiye Doğru: Cicero Marcus Tullius Cicero (İÖ 106- 43) varlıklı atlılar sınıfının mensubu olarak aktif bir siyasetçi ve iyi hatip olmanın yanı sıra, Roma düşüncesinin en önemli isimlerinden biridir. Soyluların ve varsıl- ların desteğiyle önce konsüllük, ardından senatörlük yapar.1. Triumvirlik dönemi Selanik’e sürgüne gönderilir.
* Bu çalkantılı dönemde yanlış siyasal tercihler yap- mışsa da İÖ 57’de Sezar, Roma’ya dönmesine yine de izin vermıştır. Ama Sezar’ ın öldürülmesinin ardın- dan yine bir yanlış yapıp bu cinayeti destekleyince, patla- yan iç savaşta Sezar yandaşları zafer kazanınca, Marcus Antonius’un adamla- rınca yakalanmış ve başı kesilerek Roma’ya getirilmiş, halka teşhir edilmıştır.
* Cicero kişinin en üstün uğraşının politika ya da devlet adamlığı olduğu düşünce- sidir. Bu düşüncenin gerisinde kişinin kendini kamu hizmetine adaması gerektiği biçimindeki eski Roma cumhuriyet geleneği yatar.
*Cicero,iç çalkantılar döneminde siyasetten soğumayı ve uzaklaşmayı ifade eden Epikuroscu görüşlere şiddetle karşı çıkar. Bilge kişiler politikayla uğraşmalıdır. Yurttaş, gerektiğinde kendini devlet için feda etmeyi bilmelidir. Çünkü Yurttaşın kişisel çıkarıyla kamusal çıkar arasında bir birlik vardır.
* Cicero’ya göre, toplum insanın içgüdüsünden kaynaklanır. Bu bakımdan toplum doğaldır. Ama içgüdüsel olarak toplumsal bir varlık olan insan, sonraki aşamada halk hâline gelir, yani siyasal topluma dönüşür.
* Cicero bir Roma düşünürü olmasına karşın Yunan düşüncesinin, özellikle Pla- ton’un etkisi altındadır. Ancak Cicero devleti, doğal yasalarla meşrulaştırmak ko- nusunda, Platon’u değil, Stoacı düşünceyi izler. Buna göre, hukuk ya da yasanın
kaynağı insan iradesinde değil, doğada aranmalıdır. Bu kaynak Tanrı ve insanın ortak öğesi olan akıldır. “Yasa, yapılacak ve yapılmayacak olanı buyuran bizim doğamıza işlenmiş yüce akıldır.” Bu nedenledir ki herkes için ortaktır ve sonsuza kadar aynı kalır.
* Bütün zamanlarda, bütün insanları bağlar. Kimse bu yasayı inkâr edemez, çiğ- neyemez. İşte devleti var eden hukuk ya da yasa budur. Oysa bunun karşısında yer alan toplumsal ya da pozitif yasa zamana ve mekana göre değişir ve toplu- luklar kendi çıkarlarını korumak için koyduklara kurallara yasa adını verir. Bunla- rın gücü doğal yasaya içkin olan adaletten değil, içlerindeki olumsuz yaptırımlar- dan kaynaklanır. Yani pozitif yasaların adaletle bir ilgisi yoktur.
* Cicero’nun doğal hukuk anlayışı, bir yandan devletin varlığını meşrulaştırırken, çok daha önemli bir başka işlev üstlenir: Roma’nın yayılmacı devlet olarak varlığı meşrulaştırılıp, Roma evrenselleştirilip, böylece Roma emperyalist ideolojisi doğ- rulanmış olur. Şöyle ki doğal yasa bütün insanları kapsadığına, bütün insanlar aynı aklı paylaştığına göre, bütün insanlara uygun tek bir devlet olmalıdır. Bu, kozmopolis anlayışıdır. Bütün insanlar, Roma evrensel devlet olduğu için, onun hükmü altına girmelidir.
* Kozmopolitizmi, aklı tüm insanlarda ortak öğe olarak gördüğü için, başta eşitlikçi özellik taşır görünür ama herkes akıllı varlıklar olarak ilkesel olarak eşittir. Aklını doğru kullanmayı bilen bilgelerle, aynı akla sahip olsa da bunu doğru kullanama- yan insanlar eşit sayılamaz.
* Yönetimleri, geleneksel bir biçimde, tek kişinin elindeyse monarşi-krallık, seçkin bir azınlığın elindeyse aristokrasi, halkın elindeyse demokrasi olarak tasnif eden Cicero demokrasiden hazzetmese de kaldırıp bir kenara atamaz. Çünkü o da Roma’da olduğuna inandığı karma anayasayı savunur ve bunun için demokrasi- ye ihtiyacı vardır.
* İmparatorluk: En yüksek kamu gücü olan imperium’u kullanan başkomutanın buyruğu altındaki devletin yönetilme biçimini; yani geniş coğrafyaya yayılmış ve birçok halk üzerinde hüküm süren monarşiyi ifade eder.
* Cicero, Polybios’la aynı şeyi savunur gibi gözükse de savunulan şey aynı değil- dir. Polybios, siyasal kurumlar düzeyinde güçleri dengelemek peşindedir. Bu ne- denle siyasal kurumları önemser. Oysa Cicero, toplumsal kesimleri, aristokrasinin üstünlüğüne halel gelmeden, dengelemek ister. Yani onun sorunu bir anayasa sorunu değildir aslında.
* Bir yandan iyi bir yönetim üzerine düşünürken, aynı anda Roma’daki hızlı deği- şimin farkındadır. Bu yüzden kendi siyasal görüşlerine karşı, yeni yönetim biçimi olarak monarşiyi temellendirir. Roma cumhuriyeti, iç çalkantılarla tehdit altında olduğu için, Cicero duruma hakim olup cumhuriyet yönetimini tehlikeden koruya- cak yüce Yurttaş arayışına kapılır.
* Bu Roma anayasasında diktatördür ve Yurt- taşlar için o “vattanın koruyucusu, baba ve tanrıdır.” Cicero, baba ve tanrıyı cum- huriyetin hizmetkârı gördüğü için princeps, yani birinci Yurttaş olarak niteler. Örn Sezar değildir.Cicero’nun birinci Yurttaşı böyle tanımlaması da ideolojisi gereği son derece an- laşılabilir. Cicero ömrü boyunca cumhuriyetin sürmesinden en çok yararlanan sınıf, yani senatörler ya da optimates’in sözcülüğünü üstlenmıştır.
* “iyi Yurttaşları” her zaman yeğler. Ama öbür yandan kalabalık halkın siyasal sistemden dışlanmasının yaratacağı sonuçların da farkındadır. Bu yüzden yine seçkinlerin, yani aristokrasinin çıkarları gereği, kalabalıkları siyasal sisteme dahil etmenin yollarını arar. Örn din kalabalıkları yönetmek bakımından son derece işlevseldir.
* Ama devletin asıl dayanağı elbette yine de seçkin devlet yöneticilerin- den başkası olmayacaktır.Cicero seçkinci ideolojisi nedeniyle princeps’i gündeme getirerek ona bel bağlar. Ama “imparator” Augustus aynı kavramı cumhuriyeti tasfiye etmek için seferber eder.
Principatus’tan Dominatus’a Siyaset Augustus İÖ 27’den itibaren Roma’yı im- paratorluğa dönüştürmüştü.Ama Augustus, kendisini cumhuriyetin krizini sona er- diren adam olarak görür ve kendisinin birinci Yurttaş anlamında princeps olarak adlandırılmasını ister. Bu yüzden imparatorluğun ilk dönemleri principattus (birinci Yurttaşın yönetimi) olarak anılır.
* Ama çok geçmeden imparatorlar gereksiz hâle gelen cumhuriyetçilikten vazge- çer ve principatus’un yerini dominatus, yani ‘Yurttaşların değil, uyrukların üstünde hüküm süren efendinin yönetimi’ alır.
* Augustus’un en büyük başarılarından biri orduyu tümüyle kontrolü altına alması ve askerî bir hazinenin oluşturulmasıyla ordunun doğrudan kendisine bağlanıp sık sık siyasal alana müdahale etmesinin önüne geçilmesidir. Böylece Roma top- raklarında 200 yıl süren barış ve istikrar dönemi başlar. Bu döneme Roma Barışı (Pax Romana) denir.
* Roma’nın sınırlarını giderek genişletmesi yeni sorunları da beraberinde getirir.İS I. yyda Roma batıda İngiltere’yi topraklarına katmış, kuzeyde barbar toplulukların sınırlarına dayanmış, doğuda büyük krallıklarla komşu olmuştur.
* 212 de imparator Caracalla Roma topraklarında yaşayan herkesi Yurttaş ilan edip Yurttaşlığı ayrıcalık olmaktan çıkarır. Artık imparatorun Yurttaşlara ihtiyacı kalmamış; uyruklar üzerinde hüküm sürmektedir. Anma sınırların giderek genişle- mesiyle ordu yeniden büyük önem kazanır.
* Uyrukların çok farklı topluluklardan oluşması ve Roma ordusunun bu farklı top- lulukların üyelerinden derlenmesi, ordunun yeniden hızla siyasallaşmasını ve ik- tidara göz dikmesini kolaylaştıran bir etmen olmuştur. Bu kadar büyük alanda hükmedebilmek için imparatorlar, ordu- nun yanı sıra özellikle dine daha yoğun biçimde başvurur.
* Önceden imparatorlar ölümlerinin ardından senato kararıyla tanrısallaştırılırken Aurelianus (iktidarı 270-275) dominus nattus (doğuştan efendi) unvanını almakla yetinmeyip kendisinin yeryüzündeki tanrı olduğunu ilan ettirir. Ama bu tanrı kendi- sine yakın bir asker tarafından öldürülür.
* Artık Roma çöküş sürecine girer. Sistemin hızla askerîleşmesi nedeniyle im- paratorluğun başkenti Roma kenti önemsizleşmeye başlamış, askerî nedenlerle eyalet başkentleri yeni çekim merkezleri hâline gelmişti. Bunlardan özellikle Constantinopolis (İstanbul) önemlidir.
* Roma tahtını ele geçirerek burayı kendine başkent yapan Constantinus (iktidarı 324-337) artık Roma’nın ikiye ayrıldığının habercisidir. Roma İmparatorluğu, kesin olarak imparator Theodosius’un 395’teki ölümüyle ikiye ayrılmış olur. Ama bu bölünme de çöküşü önleyemez.
* Sınırlarda yığılan barbar toplulukların saldırılarıyla ucuz köle kaynakları kurur; imparatorluğun savaşlar içinde yıpranan otoritesi ve barbar saldırıları güvenlik gereksinimini iyice artırır. Orta ve büyük toprak sahipleri artık güvenecek yeni bir otorite arayışına girer. Köle kaynaklarının kurumasıyla ekonomi bozulur. Mevcut köleler azat edilerek ücretli emekçilere dönüştürülürler.
* Büyük topraklar da artan işletme maliyetleri nedeniyle küçük parçalara bölünüp özgür köylülere ve bu yeni ücretli emekçilere, yani yeni bir sınıf olarak kolon’lara (colonus) kiraya verilmeye başlar. Toprakların işlenmesini güvence altına almak için de kolon’ların toprakları terk etmesi yasaklanır ve kolon’luk soydan geçer hâle getirilir. Bunlar Orta Çağdaki serflerin ilk örnekleridir. Ama hiçbir önlem Roma’nın çöküşünü durdurmaz.
* Öyle ki çöküş sürecinde Roma, daha önce sürekli mücadele ettiği Hristiyanlıkla bile uzlaşır. Hristiyanlar 313 yılında Constantinus’un Milano fermanıyla inanç öz- gürlüğüne kavuşurlar. Constantinus da bu yeni dine katılır. İmparator Theodosius bu dini devlet dini ilan edip bunun dışındaki dinleri yasaklar.Yeni dinle imparator- luğun içeriden bölünmesi önlenmiş olur.Ama imparatorluk artık iyice güçten düşer ve 410’da Vizigotlar Alaric yönetiminde Roma’yı ele geçirip yağmalarlar. 476’da barbar paralı askerlerin başındaki Odoacer, İmparator Romulus’u tahttan indirip Roma’yı tarihe gömer.
* Doğu’da Constantinopolis’te 1453 tarihine kadar imparatorluk varlığını Bizans adıyla sürdürmüştür. Roma’nın düşüşüyle Avrupa uzun bir istikrarsızlık dönemine de girmiş olur. Ayakta kalan tek büyük güç Roma Kilisesi’dir.
Siyasal düşüncenin Kan Kaybı ve Seneca Roma dünyasında, Yunan dünyası- na göre zayıf olan siyasal düşünce, imparatorluk döneminde, iyice zayıfladı. Çün- kü bu dönemde siyaset, imparatorların gücü altında ezildi.
* Bir yandan tek kişilik yönetimlerin sağladığı istikrardan vazgeçilememesi, öte yandan istikrar uğruna hemen herkesin siyasal süreçten dışlanması, siyasal dü- şüncenin önüne tek bir problem koyuyordu: Tek kişinin yönetiminin özgürlükle uzlaştırılması. İmparatorluk, geleneksel olarak Roma anayasasının temel güçle- rinden biri olan halkı devre dışı bıraktığı hâlde, bunu meşrulaştırmak için, halkı devre dışı bırakmadığını, hal- kın kendi iktidarını (potestas’ını) princeps’e devrettiğini ileri sürmüştü.
* İmparatorluk ideolojisinin ağırlık noktası res publica değil, res romana’dır.Önem- li olan Roma adına, Roma için ve elbette imparatorun çevresinde birlik olmaktır.
* Bu ideolojiyi destekleyen bir başka unsur halkın dikkatinin siyasetten uzaklaştı- rılmasıdır. Bu nedenle de bu dönemin düşünsel temalarında siyasetten çok, aşk, bireysel derin düşünce, kırsal yaşamın güzellikleri, iç huzuru, sevgi gibi unsurlar ağırlıkla yer alır.
* Bu ideolojiyi asıl besleyen şeyin kuşkusuz din olduğu belirtilmelidir. Augustus döneminden başlayarak imparatorun kişisel otoritesi için dinin yoğun kullanımı, bu birlik ideolojisini neredeyse tümüyle dinselleştirmıştır. Buna karşın Roma ayakta kalamayınca, bu dinselleşmiş ve yaygınlaşmış birlik ideolojisinin meyvelerini Roma Kilisesi toplamıştır.
* İmparatorluğun ilk iki yüzyılı cumhuriyet döneminin hakim sınıfı aristokrasinin imparatorlukla uzlaşma dönemidir. Aristokrasi eski rejimi geri istemeyip; yalnızca imparatorun kendi imparatoru olmasını bekler.
* İmparatordan kendisine gelebilecek zararları ya da tehditleri önlemeye çalışır. Bundan ötürü, eski rejimi geri istemediğinden, imparatorun iktidarını siyasal olarak değil, ahlaki olarak sınırlandırmaya çalışır. Bu gereksinime yanıt veren ise Stoacı düşünce olur.
* Stoacı düşünce özgürlüğü siyasal olarak ele almaz. Özgürlük daha çok bilinçsel, ruhsal, içsel bir durum olarak kavranır. Bu bakımdan mutlak olarak özgür olan tek kesim bilgelerdir. Bilgelerin dışındakiler ise ya paranın ya başka bir şeyin kölesidir. Buna göre, insanın özgürlüğünün dışsal boyutu, toplumsal ve siyasal özgürlüğü ikincildir.
* Örn insanın toplumsal olarak köle oluşu onun özgür olmadığı anlamına gelmez. Çünkü gerçek ya da asıl özgürlük dışsal değil, içseldir. Stoacı düşünce, bu yakla- şımıyla siyasal toplumsal düzeni doğrulamış ve meşrulaştırmıştır. Ama aynı za- manda onu önemsizleştirir de. Bu dönemdeki kullanımı gereği, Stoacılık siyaset- ten uzaklaşmanın, soğumanın adıdır. Bunun en önemli temsilcilerinden biri ise Seneca’dır.
* Lucius Annaeus Seneca (İÖ 4-İS 65) siyasal düşünceye uzak duran, daha çok ahlakla ilgilenen bir düşünürdür. Hayatı çelişkilerle doludur. Bir yandan özel mül- kiyet başta olmak üzere, eşitsizliklere karşı çıkar ama kendisi lüks, servet ve şöh- ret düşkünlüğünden vazgeçemez. Bir yandan siyasete ilgisizliği temellendirir, öte yandan siyasetin tam ortasındadır.
* Ölümü bile bunun örneğidir. Neron İS 54’te imparator olunca, onun danışmanı olarak 13 yıl şaşalı bir saray hayatı sürer. Ama 65’te Neron’a karşı bir ayaklan- maya karıştığı suçlamasıyla damarlarını keserek intihar etmesi istenir ve ölümü bu yüzdendir.
* Seneca diğer Roma düşünürlerinden farklı olarak devleti doğal görmez. Bunun için altın çağ mitosuna başvurur. Sahip olma tutkusuyla özel mülkiyet doğunca kölelik de doğmuş ve altın çağ sona ermıştır. Köleliğin ve genel olarak eşitsizliğin belirmesiyle kötülüklerin ve bozuklukların dizginlenmesi için, hukukla ve güçle donanmış siyasal kurum, yani devlet belirir.
* Bu bakımdan devlet doğal olmak bir yana, kötülüğün ürünüdür. Bu durumda Seneca’nın devlete karşı çıkması beklenirken, tam aksini yapar: Geriye, devlet öncesine dönmek yerine Seneca tüm siyasal kurumları kabul eder ve bu durum içinde doğruluğun sağlanmasını savunur
* Bu tutumun bir örneğini kölelik konusunda verir. Bir yandan kölelerin de insan olduğunu kabul eder ve onlara iyi davranılmasını ister, ama kölelik kurumunu olduğu onaylar.
* Bunu meşrulaştırabilmek için de içsel özgürlük-dışsal özgür- lük ayrımına başvu rur. Yani, köleler içsel-ruhsal özgürlüğü önemsemeli, bu özgürlüğün asla parayla satın alınamayacağını bilmelidirler. İnsan bedensel olarak alınıp satılabilir ama kimse bir başkasının ruhunu satın alamaz.
* Seneca, siyasete ya da kamusal işlere katılım konusunda da ikirciklidir. Kendi- si Neron’un danışmanlığını yaparken tutkulu biçimde bilgelerin kamusal işlerden uzak durmamasını savunur. Çünkü erdemli olmak ancak Yurttaşlık görevlerinin eksiksiz yerine getirilmesiyle mümkündür.
* Ancak aynı Seneca, Neron’la arası bozulduktan sonra tam tersini savunur.Nere- deyse herkesi kamusal işlerden uzak durmaya ikna etmeye çalışır. Aslında bura- da karşılaşılan ikili tutum, bir çelişki olarak düşünülmek zorunda değildir.
* Seneca, saraydayken bir anlamda Neron’u eğitip aydınlatabileceğini, onun er- demli bir yönetici olarak kılavuzluğunu üstlenebileceğini umarak siyasete katılımı önemserken, Neron’un keyfi iktidarı Seneca’yı önüne katıp götürünce, bu kez bu keyfi iktidarın kendisini yozlaştırmaması için kamusal işlerden uzak durmayı önermeye başlar.
* Seneca Roma siyasal düşüncesinin hem son büyük ismi, hem de artık siyasal düşüncenin tümüyle Hristiyanlığın terimleriyle dinsel bir düşünceye dönüşeceği yeni evresinin habercisidir.
HRİSTİYANLIK TARİH SAHNESİNDE Hristiyanlığın evrensel bir din hâline gelmesinde ve yayılmasında kuşkusuz en önemli etken Roma İmparatorluğu’nun varlığıdır. Bu din başlangıçta yeni bir Yahudilik biçimi olarak sahneye çıkmıştır; bu nedenle de kavimsel özellikler gösterir.
* Ama Yahudilerin bu dinsel anlayışa karşı şiddetle karşı çıkmaları üzerine, yeni inanç Yahudiler dışındaki topluluklara açıl- mak zorunda kalmış ve kendisini Ya- hudilikten ayırarak farklı kaynaklardan bes- lenmıştır. Bu zor dönem Roma tah- tına kendisi Hristiyan olan Constantinus’un geçmesiyle tamamlanır. 313’te Milano Fermanı’nı yayınlayan Constantinus Hris- tiyanlığı özgürleştirir.
* Devamla Byzantium, Constantinus tarafından yedi tepe üzerine inşa edilen yeni bir kente, Constantinopolis’e dönüştürülerek burası bir kiliseler kenti olarak yeni- den inşa edilir. I. Theodosius ise 392’de, yeni dini devlet dini yapar ve eski dinleri şiddetle bastırmaya girişir.
* Bu sürecin ikinci aşamasında Roma Kilisesi’nin (Vatikan, Papalık’ı elinde tutan Katolik -kattholikos, evrensel- Kilisesi,) açık üstünlüğüne dayalı hiyerarşik örgüt- lenme gerçekleştirilir ve Papalık kurumsal olarak belirir.
* Aslında Hristiyanlık baştan beri belirli bir hiyerarşi içinde örgütlenmıştır. Hristiyan topluluklar ya da “kiliseler” içinde, topluluğun tüm dinsel faaliyetleri, 12 havarinin ardılları olarak kabul edilen piskoposların denetimi altındadır.
* Fakat başlangıçta hiyerarşik bir düzen içinde de olsa piskoposların yetkileri sı- nırlıydı ve cemaat tarafından atanmış olmak gerekirdi fakat bu atama giderek ce- maatin elinden alınıp cemaat içindeki dinsel sorunları çözmeye yetkili tek bir rahi- bin eline verildi. Roma Kilisesi işte bu süreç içinde, kendi hiyerarşik üstünlüğünü dinsel olarak da temellendirme becerisiyle öne çıkar ve kiliseler arasında merkezî bir kurum hâline gelir.
* Aynı dönemde, yeni dinin daha çok öbür dünyayla ilgili olduğu gibi bir yanılsama ortaya çıkar. Pagan Roma’da Hristiyanlığın hayatta kalabilmek adına öncelikle si- yasal sorunlara karşı ilgisizliği ve dünyevi eşitsizlikleri ikincilleştiren,asli olarak Tanrı önünde eşitliği vurgulayan yaklaşımı bu yanılsamanın ilk nedenlerindendir. Ayrıca yeni dinin başlangıçta kan dökücü eylemleri kınaması ve toplumsal ya- şamda otoriteye itaati öne çıkarması diğer nedendir.
* Fakat Hristiyanlığın bu yaklaşımı bütün tarihine içkin olarak düşünülmemelidir. Örn, çok geçmeden Hristiyanlık kan dökmeye karşı olan tutumundan vazgeçecek ve barbar akınlarına karşı savaşı haklılaştırmaya girişecektir.
* Hristiyanlığın ilk ev- resinin son aşamasını ise Hıristiyanlığı evrensel yeni bir din hâline getirerek diğer kavimlere açan Pavlus’un mektuplarının yazılı hâle getirilip derlenmesi ve nihayet İncil’in derlenme ve kabul sürecinin tamamlanmasıyla Hıristiyan teolojisinin felsefi olarak temellendirilmesi girişimleri oluşturur.
İsa ve Pavlus: Din, Dünya ve Siyaset Kendisine dair anlatılar çoğunlukla, ken- disinden çok sonra kurumsallaşan Katolik Kilisesi’nin (Roma Kilisesi) inşasıdır. Bir Roma dini olarak diğer topluluklara açılmadan önce İsa’nın iletisi öncelikle ve özellikle Yahudilere dönüktü. Zaten İsa, kendine inananlar bakımından, İsrailoğul- larının Davut soyundan geleceği beklenen kurtarıcı kral olan Mesih’ti. Yahudilerin İsa’nın mesajına karşı çıkmaları karşısında, diğer toplulukları da işaret etmiştir.
* İsa’nın kabulü ilk elde, Musa’nın sözlerinin Yahudilerce terk edildiği, doğru yol- dan sapıldığıdır. İsa’nın ilk refleksi kendi inancını, soysuzlaşmış ama kendini Ya- hudilik olarak gösteren dinden ayırmaktır. İsa, daha sonra, Hristiyanlığın bu dün- yanın işleriyle ilgili olmadığı ya da her nasıl oluyorsa “laik” bir din olduğu yanılsa- masını desteklemek üzere kullanılacak olan “Baba’nın krallığını” ya da “Göksel krallığı” öne çıkarır: “
* İsa, mevcut dünyanın yozlaşmış bir dünya olduğunun farkındadır ve özellikle bu dünya tarafından kirletilmemeyi istemektemez. O yüzden bu dünyaya ilişkin hü- küm vermeyi de reddeder:Aslında her tür otoritenin kaynağı Tanrı’dır ve İsa da dünyayı en büyük otorite sahibine uymaya çağırır. Bundan sonra havarilerin el- lerinde İsa’nın öğretisi, daha farklı bir çehre ve zenginlik kazanır. Ama Hristiyanlı- ğı, ona uygun bir şeriatla donatan asıl isim Pavlus olur. >>Adeta bu dinin gerçek kurucusudur.
* Pavlus (İÖ 10-İS 67?), başlangıçta Hristiyanlara zulmeden Yahudilerin önde ge- lenlerinden biri ve bu dönemdeki adı da Saul’dur. Pavlus, Hristiyanlığı seçtikten sonra hem yeni inancın yaygınlaşması hem de kurumlaşarak şeriat oluşturması için en önemli çalışmaları yapan kişidir ve yakalanıp Roma’da öldürülüne dek bu faaliyetini sürdürmüştür.
* Faaliyetlerini, Yahudilerin İsa’nın “mesajını”reddetmesi nedeniyle diğer topluluk- lara yönelerek başlatır.Hıristiyanlığı bir kavim dini olarak değil, oikoumene, yani ‘dünya cemaati’ne ait (evrensel) din olarak görür, Yahudilerin üstünlük savlarını ve yeni inanç içindeki Yahudi mirasını açıkça reddeder. İlk elde Yahudilerin Tanrı ile aralarındaki ahitleşmenin bir işareti olan sünnet gerekliliği ortadan kaldırılır.
* Yahudilikte dinsel özne olarak yalnızca erkekler kabul edilir.Çünkü insan erkektir; kadın ise erkekten yapıldığı için nisadır; eksik, hariç. Bu yüzden ahit insan-erkek ile Tanrı arasındadır.Buradan hareketle yeni dinin çağrısına uyanın, hangi koşul- larda bu çağrıya uyduysa o koşulları muhafaza etmesinde hiçbir sakınca görmez; hatta bunu açıkça savunur: “Bir kimse sünnettsizken mi çağrıldı, sünnet olmasın.
* Hristiyanlığı Yahudilikten arındırma girişiminin ikinci adımı Yahudilikçe domuz eti ve benzeri yiyeceklere konulan yasağın ortadan kaldırılmasıdır. Yeni dini inşa edip yaygınlaştırırken mevcut bütün eşitsizlikleri onaylaya onaylaya ilerler. Böyle- ce var olan eşitsizlik hâlleri, yeni bir dinsel meşruluk zeminine kavuşturulur.
* Kölelik kurumuna karşı geliştirilen tutum da aynıdır; yani mevcut toplumsal eşit- sizliğin dinsel olarak meşrulaştırılması. Sıra siyasal iktidarın, devletin onaylanma- sına gelmıştır: “Herkes altında bulunduğu yönetime boyun eğsin. Çünkü Tanrı’ dan olmayan yönetim yokttur. (...) yönetime karşı direnen,Tanrı’nın düzenlediğine karşı gelmiş olur.” (Romalılar, 13: 1-7). Bu pasaj Hristiyanlıktaki büyük dönüşümü ya da İsa ile Pavlus arasındaki siyasal yaklaşım farkını keskin biçimde işaretler.
* Hristiyanlık, etkin itaat yoluyla insanın başının üstüne astığı kılıcın Kilise’nin boy- nuna inebileceğinin farkındadır. Bu nedenle bundan sonraki asıl sorun Kilise ile devlet ilişkilerinin nasıl düzenleneceğidir.
* Üstelik bu sorun, özellikle Roma’nın res- mî din olarak Hristiyanlığı kabulüyle birlikte giderek can yakıcı hâle gelip, Batı Roma’nın çöküşüyle,Doğu Roma’da imparatorun kutsallaştırılıp Kilise’ nin başı sayılmasıyla (Sezaropapizm) iyice karmaşıklaşır.Karmaşık soruna ilk sistematik yanıtı verecek olan, Patristik düşüncenin en büyük ismi Augustinus olacaktır.
Augustinus: İki Ayrı “Devlet” Aurelius Augustinus (354-430) 386’da Hristiyan, 391’de rahip olmuştur. Ölümünden kısa süre sonra Kilisece aziz, ermiş sayılmıştır. Birçok yapıtı varsa da siyasal düşünce bakımından en önemli yapıtı De civitate dei (Tanrı Devleti Üstüne)’dir.
* Devlet,amacı ve adaleti yönetmesi bakımından iyi ama kökeni bakımından kötü- dür. Devlet gerekli kılınmıştır çünkü insanlar Tanrı’dan ayrılıp kargaşaya düşmüş ve Tanrı bu yüzden insanları birbirinin üstüne hükümran kılmıştır.
* Devlet, kökeni bakımından ilk günahla malul, cezadan öte değildir. Burada Antik Yunan düşüncesiyle farklılık çok belirgindir. Yunan için devlet güzelliğin ta kendi- siydi, oysa artık güzellik olmaktan çıkmıştır.
* Çünkü güzellik Tanrı’dan başkasına atfedilemez, devletin nihai nedeni de Tanrı’ dan başkası olamaz. Siyasal otoriteyi somutlaştıran yasa da bu anlamda yalnızca Tanrı’dan kaynaklanır. Yasayı güvence altına alan üstün, zaman-dışı bir irade yoksa yasa anlamsızdır.
* Augustinus, Aquinumlu Thomas tarafından geliştirilen yasa sınıflandırmasıyla, Tanrı’yla dünyevi yasanın bağını kurar. Kutsal aklın ürünü olan ebedi yasa ya da Tanrı iradesi, doğal düzenin korunmasını ve çiğnenmemesini buyurur. Bu yasa- nın insan tarafından duyulur biçimi, insanın günahkarlığı yüzünden ebedi yasaya göre bozulmuş hâli, doğal yasadır.
* Sonra devlet içinde geçerli dünyevi pozitif ya- sa gelir. Böylece yasalar sınıflan- dırılmış ve her biri tanrısal yasaya bağlanmış olur. Bu bağ kurma girişimiyle aynı zamanda, en altta dünyevi pozitif yasanın hüküm sürdüğü bir devlet ve en üstte ebedi yasanın hükmünde olan bir başka “devlet”, yani iki ayrı düzen belirmiş olur. Bunlardan ilki Yeryüzü Devleti’dir (civittas terrana), ikincisi Tanrı Devleti (civittas dei). İki ayrı devlet iki ayrı sevgi tarafından kurulmuştur.
Tanrı Devleti benliği horlamaya dayalı Tanrı sevgisiyle Yeryüzü Devleti Tanrı’ yı horlamaya varan benlik sevgisiyle.Kilise,insanları Tanrı Devleti’ne hazırlamak için kılavuzluk eder ama Yeryüzü Devleti yetersiz de olsa adaleti amaçladığı için as- lında aynı görevle yükümlüdür. Kuşkusuz hakiki devlet Tanrı Devleti’dir.
* Burada Cicero’nun res publica tanımından, yani “bir hukuk düzeni ve ortak yarar üzerine anlaşmış insan topluluğu”ndan hareket eden Augustinus, önce tanımdaki hukuk terimini adalet olarak okuyarak, adaletin ancak mükemmel olarak Tanrı’da ve onun devletinde tezahür edebileceği sonucunu çıkarır.
* Adalet, Tanrı ile insanlar arasındaki ilişkiler sistemidir. İnsan önce bu sisteme iman etmeli ve Tanrı’nın hakkaniyetle insanları, imanlılarla imansızları birbirinden ayıracağını bilmelidir.
* Evrensel olarak Roma Devleti’nin yarattığı boşluğu doldurabilecek sistemli bir düşünceyi, Kilise evrenselciliğini inşa eden kişi Augustinus tur.
İKTİDARIN PARÇALANMASI: ORTA ÇAĞIN DOĞUŞU 476’da Batı Roma İmp yıkılır ve Orta Çağın başladığı kabul edilir. Özellikle Batı Avrupa için geçerli olmak üzere, Orta Çağ denildiğinde, 476’dan başlayarak XV. yy sonuna kadar süren bir dönem anlaşılır. Orta Çağı nitelediği ileri sürülen temel özellikler iktisadi düzeyde feodalite, siyasal düzeyde merkezî iktidarın yokluğu ya da yerel iktidarların öne çıkması, kültürel düzeyde ise Hristiyanlığın kurumsallaşmasıdır.
Kilise’nin Çözüm arayışı Batı Roma’nın yıkılışıyla birlikte Doğu Roma İmp ken- dini Batı Roma’nın varisi ilan eder ve bu doğrultuda Roma Kilisesi, bu kez özerkli- ğini Constantinopolis’e karşı savunmak zorunluluğuyla karşı karşıya gelir.
* Bu zorunlulukla yüzleşip Kilise’yi Doğu Roma’ya karşı savunmak zorunda kalan Papa I. Gelasius, bu özerkliği formüle eder: “Bu dünyanın yönetiminde başlıca iki iktidar vardır; piskoposların kutsanmış otoriteleri (auctoritas) ve kral iktidarı (po- testas). Kamu düzeni söz konusu olduğu ölçüde,piskoposlar imparatorluk maka- mının dünyevi işlerin yürütülmesindeki kararınıza karşı görünmesinler diye sizin yasalarınıza itaat ederler.” Krallar da din alanında din adamlarına boyun eğmelidir
* Kilisenin yeni arayışlara yönelmesinin nedeni, Doğu Roma İmparatoru’nun hem kutsal otoriteyi, hem dünyevi iktidarı kendi kişiliğinde, imparatorluk makamında temsil etme savındandır. Doğu’daki imparator, her ikisinin de kendi bedeninde birleştiğini öne sürerek Kilise’nin de kendisine tabi olduğunu ileri sürüyordu.
* Gelasius ise tam da buna karşı çıkıyor ve iki ayrı iktidarın varlığını işaret ediyor; auctoritas ve potestas ayrımı üzerinden Kilise’nin devlet karşısında özerkliğini sa- vunuyordu. Her ne kadar, bir yandan Kilise’nin manevi üstünlüğü fikrini taşısa da temel amacı Roma Kilisesi’ni Doğu Roma’ya karşı korumaktı.
* Ama manevi üstünlük savı ortaya atılınca,bu Gelasius’un kastıyla sınırlı kalmaz. Özellikle 590-603 arasında papalık yapan I. Gregorius’un uygulamalarıyla bu ma- nevi üstünlük mutlak üstünlüğe doğru gelişir.Bu doğrultuda,kimi kaynaklarda, din- sel ve dünyevi iktidarları nitelemek için kullanılan iki kılıç benzetmesi ortaya atılır.
* I.Gregorius, Kilise’nin karşı karşıya kaldığı Doğu Roma sorunuyla baş eder ve Gelasius’un yaklaşımını en fazlasından Kilise’nin manevi üstünlüğüyle sınırlı ola- rak okumayı seçer. Ama aynı Gregorius, Batı’da merkezî iktidarın çöktüğü dö- nemde, Kilise’nin doldurabileceği büyük otorite boşluğunun da farkındadır ve bu boşluğu doldurmak üzere hızla harekete geçer.
* Roma’nın çöküşüyle Batı’da Kilise’nin dünyevi iktidar üzerindeki üstünlüğe da- yalı bir Hristiyan monarşisi için gerekli zemin vardır. Batı’da savunulan tez,dünye- vi krallığın Papalık karşısında tabi konumudur. Krallık her yerde nasılsa vardır, önemli olan Hristiyan krallığın olmasıdır.
* Papa Gregorius’un temellerini attığı bu ideal, daha sonra, Hıristiyan dünyadaki büyük yarılmanın, Kilise’nin Batı (Roma- Katolik) ve Doğu (Bizans-Ortodoks) Kiliseleri diye ikiye ayrıldığı XI. yüzyılda, VII. Gregorius (Papalık süresi 1073-1085) tarafından temellendirilir.
Feodalite: Siyasal gelişmeler Orta Çağı nitelediği kabul edilen terimlerden biri olan feodalite hem zaman, hem de coğrafya olarak tüm Orta Çağ dönemini kap- samaz. Feodaliteyi niteleyen en önemli şeylerin başında gerek soya gerek taba- kalara dayalı yükümlülükler sisteminin katı bir biçimde uygulanması gelirken, bir diğer unsur küçük iktidarlar topluluğunun varlığıdır; özellikle devletin güvenlik ih- tiyacını karşılayamaması küçük iktidarları “büyütmüştür,” yani yaygınlaştırmıştır. Bu bakımdan feodalite, iktidarın yokluğu değil, “çokluğudur”.
Yeni Avrupa Batı Roma’nın yıkılışıyla “Yeni Avrupa”yı şekillendirecek iki önemli aktör tarih sahnesinde karşı karşıyadır: Roma İmp yıkılışında önemli rol üstlenen Cermen krallıkları ve Roma’nın yıkıntıları arasından merkezî güç olarak tek başı- na öne çıkan Roma Kilisesi.
* Roma İmparatorluğu’nu yıkma başarısını gösterseler de Cermen krallıklarının siyasal ömrü, biri dışında, çok sürmemıştır. İtalya’da Ostrogotlar ve Lombardlar, Doğu Galya’da Burgondlar, İspanya’da Vizigotlar ve Galya’nın büyük bölümünü de ele geçirerek kabileleri birleştirmeye başaran Franklar, büyük Roma mirasının üzerinde yerleşip bu mirasa uyum göstermeye çalışmalarına karşın,esasta Roma siyasal sistemi ve hukukuyla kan uyuşmazlığı içindeydiler. Bunun en temel gös- terge ve nedenlerinden biri, bu toplulukların kabile örgütlenmesine dayalı, barbar(kandaş) topluluklar oluşudur.
* Toplulukları niteleyen şey,kabile ve şefe bağlılık ilkesi çerçevesinde kendini gös- teren savaşkanlıklarıdır. Topluluk üyelerini sadakat ilkesiyle çevresinde toplamayı başaran savaşçı şefler, savaş sonucu elde edilen ganimeti, toprak, çeşitli mallar ve nihayet köleleri, kendi ölümleri hâlinde oğullarına geçecek kişisel mülk gözüyle görürler.
* Bu anlayış, savaşçı kabile şefinin, sahibi olduğu tüm mülkün korunup kollanma- sı için, bu mülkü kendisine kişisel sadakatle bağlı yoldaşlarının ya da savaş bey- lerinin denetimi ve kullanımına vermesini beraberinde getirir. Bu eğilim feodalite- nin toplumsal ve ekonomik olarak inşasında önemli bir rol üstlenir.
* Cermen krallıklarının,hemen çoğu Kilisece sapkınlık sayılan Ariusçuluğu benim- serken,Frank Krallığı Katolikliği seçmiş ve Roma imparatorlarının unvanlarına sa- hip çıkmıştı. 200 yüz yıl içinde, Frank Krallığı dışındakiler, tarihten silinir.
* Frank Krallığını Kilise nezdinde tercihe şayan kılan bir diğer neden ise bu krallı- ğın küçük Cermen krallıklarını tasfiye ederek genişlemesinin yanı sıra Akdeniz’in yeni gücü olmaya aday Müslümanları, 732’de, yenerek Müslüman yayılmacılığı- na karşı bir set oluşturmuştur.
* Papalık ve Frank Krallığı arasındaki ittifak özellikle Charlemagne(Büyük Charles) döneminde doruk noktasına ulaşır.800 de Papalık, Charlemagne’ı Roma- Cer- men İmparatoru ilan eder. Roma İmparatorluğu, 476’da yıkılsa da bu sembolik olay, bir yandan yeni Avrupa’da imparatorluk geleneğinin devam ettiğini göster- mesi, bir yandan da imparatorluğu ilan eden Papa olduğuna göre, imparatorun Papa’ya karşı sorumluluk ve yükümlülüklerini göstermesi bakımından anlamlıdır.
* Bir imparatorluk olarak kutsansa da Frankların yönetim sistemi esasında kişisel bağlılık ve sadakat ilkelerine dayanırdı.Buna göre,imparatorluk coğrafyası, başın- da imparatora kişisel olarak bağlı ve sadık bir yöneticinin bulunduğu yaklaşık 250 kontluk bölgesine ayrılmıştı.
* Charlemagne’ın ölümüyle yerine geçen oğlu Sofu Louis, imparatorluğu bir ara- da tutamayınca, sistem dağılmaya başladı. Durumu daha da ağırlaştıran diğer et- ken aynı dönemde, yani VIII., IX. ve X. yüzyıllarda, Avrupa’nın özellikle Afrika ve İspanya üzerinden Müslümanların,Tuna üzerinden Macarlar ile Moğolların, İskan- dinavya üzerinden Vikingler ile Normanların saldırılarıyla karşı karşıya kalmasıdır.
* Artık Avrupa’nın öncelikli sorunu güvenlik sorunudur ve bu temel gereksinim, farklı bir toplumsal ve siyasal örgütlenmeyi de beraberinde getirir. İşte feodalite bu yeni dönemin adıdır.
Feodal Toplumun Özellikleri Feodal döneme rengini kazandıran feodal üretim tarzının temelini manoryal ör- gütlenme adı verilen, özel bir tür köy örgütlenmesi oluşturur. Bu özel örgütlenmenin en tepesinde manor lordu ya da senyör denilen feodal bir bey yer alır. Toprağı terk etmesi hukuken kesinlikle yasak olan köylüler ya da serflerin, gerek kendilerine tahsis edilmiş olan küçük ölçekli topraklarından elde ettikleri ürünün büyük bir bölümü ve gerekse manor topraklarının belirli bir kısmındaki (demesne, efendi toprağı) karşılıksız emeklerinin (angarya) ürünleri hep bu beye gider.
* Manor örgütlenmesi Roma İmparatorluğu’nun pazara dayalı, geniş ölçekli köle emeğiyle üretim yapan, büyük çiftlikleri olan latifundium’un dönüşümüyle ortaya çıkmıştır ve ondan farklı olarak pazara dönük üretim yapmaktan çok, kendine yeterli, kapalı ekonomi oluşturur.
* Ama ilgili dönemde merkezî iktidarın yokluğu ya da güçsüzlüğü ve Avrupa’nın ciddi güvenlik sorunuyla yüz yüze olduğu anımsa- nırsa, manor lordu ya da senyörünün tek başına hâkimiyetini sağlayamayacağı ya da bu hâkimiyeti uzun süre devam ettiremeyeceği açıktır.
* İşte bu gereksinim, feodal efendiler arasında bir bağlılık zinciriyle karşılanmaya çalışılmıştır. Bu anlamda aralarında güç, büyüklük vb. eşitsizlikler bulunan iki feo- dal bey birbirine bağlılık ilişkisiyle bağlanır.
* Buna göre, üstün ve güçlü olan lord ya da senyör, belirli bir toprak parçasını ve toprağın üstündeki bütün hakları, -yani insanlar, araçlar, din üzerindeki haklarla yargılama, yönetme hakları- bir diğer feodal beye ya da vasala devreder.
* Vasal konumundaki senyör de bunun karşılığında diğer senyöre karşı çeşitli yü- kümlülükler üstlenir. Bu yükümlülükler, gerektiğinde bir şey yapmayı, -örn senyör kendisinden askerî ya da lojistik destek istediğinde destek vermeyi- ya da bir şey yapmamayı, -örn senyöre sadakat gereği, onun düşmanlarıyla işbirliği yapmamak ya da şatosundan, mahremiyetinden vb. uzak durmak gibi- içerebilmektedir.
* Senyör-vasal ilişkisinin ya da anlaşmasının esası belirli bir toprak parçası üze- rinde düzenin ve feodal beyin “egemenliğinin” güvence altına alınmasıdır. Bu da toprak üzerinde belli hakların senyörden vasala devrini içermektedir ki işte buna da beneficium, feodal sözcüğüne de kaynaklık edecek olan feudum ya da bir di-
ğer ifadeyle fief denilmektedir. Dolayısıyla toprak üzerindeki belli hakların devrini içeren bu anlaşmaya şef sözleşmesi adı verilmektedir.
Şef sözleşmesi yoluyla senyörler birbirlerine senyör-vasal ilişkisi içinde bağlana- rak bir sistem oluştursa da bu sistem hiyerarşik bir sistem değildir. Her senyör, bir diğerinin vasalı ve senyörüdür. Her vasal yalnızca kendi senyörüne karşı sorumlu ve yükümlüdür.
* Bunun açık anlamı da, örn en tepedeki kralın, kendisine doğrudan bağlı, yani vasalı durumunda olan senyörler dışında kalan senyörlere doğrudan buyurama- masıdır. Bu da kralı yalnız Primus inter pares, yani eşitler arasında 1. yaparken aynı anda ‘adamımın adamı adamım değildir’ ilkesini de işaret eder.
* Belirli bir soylulukla donanmış senyörler (ve aynı dünyanın savaşçı gücü olarak şövalyeler) feodal toplumun hakim sınıfının en önemli tabakasını oluşturur. Ama hakim sınıfın bir diğer önemli bileşeni de rahiplerdir.
* Bu iki bileşenli hakim sınıfın karşısında ise yine iki bileşenli, özgür köylülerden ve toprağa bağımlı kılınmış serflerden oluşan üreticiler vardır.
* Özellikle hakim sınıf içindeki bağlılık ve sözleşme ilişkileri, feodal dönemde kral- lar ya da prensleri belirli dönemlerde, bu kesimlerin temsilcilerini bir araya getirip rızalarını ve onaylarını alma yükümlülüğüyle karşı karşıya bırakır. Süreç içinde, örn Fransa’da, temsilcilerin bir araya gelişi kurumsallaşıp bugünkü parlamentola- rın çekirdeğini oluşturan Tabakalar Genel Meclisi (Éttatts Généraux) oluşur.
* Krallık iktidarı güçsüzleştikçe bu temsili meclisler siyasal yaşamda daha da ağır- lıklı bir yer kazanacaktır. Ayrıca, krallıkların güç kaybının yanı sıra XI. yydan itiba- ren güçlenerek özerk birer siyasal birim hâline gelen ve özerkliklerini krallara ka- bul ettirmeyi başaran kent yönetimlerinin varlığı da bu temsili kurumların rollerini daha da önemli hâle getirecektir.
* Ancak Orta Çağa neredeyse bütün ruhunu kazandıran Kilise’nin ya da rahipler tabakasının, feodal dünya içindeki siyasal rolüne ayrıca değinmek gereklidir.
Feodalite: Kilise ve Siyasal düşünce Feodal dönemde, özellikle X. yyda Kilise, Batı Avrupa’nın en önemli kurumuydu.Çünkü Kilise, aynı zamanda en büyük top- rak sahibiydi. Bu büyük ekonomik gücüne karşın, Kilise’nin Orta Çağda baskın si- yasal güç hâline gelmesi daha geç bir dönemde gerçekleşecektir.
* Çünkü Kilise’ nin kurumsal varlığına karşın, feodal ilişki sistemi içinde, feodal aristokrasi dinsel alanda belli bir rol üstleniyor; örneğin kilise kurup başına rahip atayabiliyor ve dahası aynı sistem içinde kiliseleri vergilendirebiliyordu. Ama Kili- se’nin dünyevi ikti- dar üzerindeki üstünlük iddiası asıl, 1073’te Papa VII. Grego- rius ile somutlaşır.
* Papa VII. Gregorius’un önemli adımı,öncelikle Kilise’yi şef sözleşme sisteminin olabildiğince dışına çıkarmak olmuştur. Papa, bulundukları dinsel makamları be- lirli karşılıklar sayesinde edinmiş olan din adamlarını, mülklerini şef ilişkisine bağlı olarak senyörlerden almış olan piskoposları ve manastır başkanlarını aforoz ede- rek doğrudan din dışına atar.
* Ayrıca ruhbanın dünyevi ilişkilerini kontrol etmek için din adamlarının evlenmele- rini yasaklar.Aynı şekilde rahiplere piskoposluk verip kendilerine bağlayan sen- yörler de Kilise dışına itilir. Böylece VII. Gregorius öncelikle piskopos tayinlerinin tümüyle Roma’nın tekelinde kalmasını amaçlar.
* Bu çatışma sonunda İmparator IV. Heinrich’in papayı Papalık tahtından inmeye davet etmesiyle papa da aforoz silahını çekerek imparatoru kilise dışına atar. IV. Heinrich’in aforoz edilmesi Cermen prenslerinin imparatoru tanımayıp baş kaldır- masına neden olunca imparator zorunlu olarak papaya giderek af diler ve aforo- zun kaldırılmasını talep eder. İmparator, affedilse de tahtından uzaklaştırılması, Kilise’nin büyük gücünü gösterir.
* Ama IV. Heinrich bu büyük güce karşı mücadelesini yılmadan sürdürür ve Ro- ma’ya başarılı bir saldırıyla VII. Gregorius’u Papalık tahtından indirmeyi başarır. Bu fiilî çatışma süreci nihayet 1122’de yapılan Worms Anlaşması’yla durulacak gibi olur ama gerçekte çatışmalar farklı ölçek ve düzeylerde bütün Orta Çağ bo- yunca sürer. Worms Anlaşması Kilise açısından zaferdir.
* Bu anlaşmayla dünyevi otorite, Kilise’nin piskopos tayinlerinde tek ve mutlak söz sahibi olduğunu kabul etmiş olur. Ancak Kilise’nin dünyevi işlerdeki büyük gücünü işaret eden asıl olay XI. yüzyılın sonunda başlayan Haçlı Seferleri’dir.
* Haçlı Seferleri’yle birlikte Kilise’nin dünyevi işlerde söz sahibi olduğu, gerektiğin- de savaşa girebileceği ve kan dökebileceği açıkça ortaya çıkmıştır. Aynı zaman- da Haçlı Seferleri, bu seferlere katılan şövalyelerin yani soyluların belirli bir bölü- münün tasfiyesini de beraberinde getirir ve önemli bir tabakayı oldukça zayıflatır.
* Haçlı Seferleri, Papa VII. Gregorius’un Kilise’ye yüklediği en önemli misyon olan dünya üzerinde Hristiyan bir toplum kurma projesinin nihayet ete kemiğe bürün- müş en önemli girişimlerindendir. Kilise, kralların ya da dünyevi iktidarların, güçle- rini Hristiyanlığın amaçları doğrultusunda kullanıp kullanmadığını denetleme ve gereğini yapma hakkına sahipti. Dünyevi krallar Kilise’ye uymak zorundaydılar.
DEVLET KARŞISINDA KİLİSE Kilise dünyevi iktidarla dinsel iktidar arasındaki farklılığı ortadan kaldırma peşindedir. İki ayrı iktidarı temsil eden iki kılıç, Papalık’ ın elinde birleşmelidir. Yani artık Kilise, plenitudo potestatis savını ileri sürer.
İki Kılıç KuramıPlenitudo potestatis savının somut içeriği kendini 2 kılıç kuramın- da gösterir.Kilise’ye dünyevi işleri idare etme, düzeni ve adaleti sağlama ve dinsel alanı çekip çevirme hakkını ileri sürme imkânı verir.
* Kilise, bir yandan maddi ya da dünyevi kılıcın kralların ya da imparatorların elin- de olduğunu söylüyor ama öbür yandan bu kılıcın ancak Kilise’nin buyruklarına tabi olarak kullanılması gerektiğini ileri sürüyordu. Böylece, krallar ya da impa- ratorlar adeta Kilise’nin hizmetkârı ya da feodal döneme uygun bir ifadeyle vasalı hâline getirilmiş oluyordu.
Salisburyli John’un siyasal görüşlerinin tümünü kapsayan Policraticus (Devlet Adamının Kitabı), Augustinus’un Tanrı Devleti’nden sonra, Orta Çağda üretilmiş, ilk kapsamlı siyasal inceleme metnidir.Kilise’ye adanmamış bir dünyevi iktidarın neyle karşılaşabileceği sorusuna açık bir yanıt vermesiyle ünlüdür: “Tanrı’nın, do- layısıyla Kilise’nin buyruklarına aykırı davranan bir prens, yasa dışına çıkmış olur ve bir zorba, ‘tiran’ hâline gelir. Bu nedenle Kitab-ı Mukaddes’in verdiği yetkiyle tiranları öldürmek, yasaya uygun ve şanlı bir harekettir.”
* Salisburyli John’a göre de dünyevi ve ruhani iktidarın kaynağı Tanrı’dır ve Tanrı her iki kılıcı da, Kilise’ye vermıştır. Kilise, ise dünyevi kılıcı, kendisi kan dökücü ol- madığından, prenslerin kullanımına devretmıştır.Bu sınırlı çerçeveden bakıldığın- da,Salisburyli’nin dile getirdiği dünyevi iktidar karşısında Kilise’nin üstünlüğünden, yani geleneksel plenitudo potestatis savından başka bir şey değildir.
* John’a göre üç tür tiran olabilir.
1.Ailede ve iş yerinde tiranlaşanlardır.Bu“küçük tiranlar”kolaylıkla dünyevi yasa- larla denetlenip sınırlandırılabilirler.
2.Kilise mensuplarının tiranlaşmasıdır. Tiranlaşan Kilise mensubu olduğuna göre, ona dünyevi yasalar uygulanamaz.
3.Prensler ya da krallardır. Tiranlaşmış bir prense karşı, her şey mubahtır.Örn on- lara dalkavukluk etmek, kandırmak vb. yöntemlerle müdahale etmek yasalara uy- gun sayılmaktadır. Ancak tiranlaşan prens artık mevcut araçlarla düzeltilemiyorsa yapılacak tek bir şereşi şey kalmıştır; onu kılıçtan geçirmek. Böylece, tiranın öldü- rülmesi yoluyla halkı Tanrı buyruklarına uymaktan alıkoyan engel ortadan kaldırıl- mış ve Tanrı’ya hizmet edebilmesi için halk özgüleştirilmiş olacaktır.
* Burada gözden kaçırılmaması gereken, tiranlığın ölçüsü olarak hak ve adalet tanımamanın öne çıkmasıdır. Hak ve adaletin varlığı ya da yokluğu ise yalnızca dünyevi yasaların varlığı ya da yokluğu, onlara uygun davranış ya da tersi anla- mına gelmez. John’a göre, toplum organizma gibidir ve devlet adı verilen siyasal bünye ruh, baş ve uzuvlardan oluşur.
* Baş olarak prensin tiranlaşması yalnızca başla ilgili sorun olmaktan çıkar; uzuvların ve ruhun da problemi hâline gelir.Önce- likle anlaşılması ve gözetilmesi gereken şey, bir organizma olarak toplumun ve siyasal bünyenin ta kendisidir. Zaten Kilise’yi dünyevi iktidar karşısında üstün kılan da bu bünyenin yapısından başka bir şey değildir. Prens baş ise, Kilise ruhtur. Ruh yoksa baş hiçtir.
* Salisburyli John’da karşılaşılan bir yenilik, ortak iyiliğin ifadesi olarak devlet an- layışının, Aristoteles’te ifadesini bulduğu hâliyle, polis merkezli politika kavramı- nın, feodal dönemde ilk kez yeniden hayat bulmakta oluşudur. Bu yaklaşım kuş- kusuz Antik Yunan’ın görkemli bir geri dönüşüne işaret etmez.
* Aksine John’un ayaklardan başa, baştan ruha uzanan bir hiyerarşi içinde örgüt- lenmiş toplum ve siyasal bünye anlayışı, Orta Çağın Skolastik dünya görüşüyle son derece uyumludur. Bu bakımdan John, feodal tabakalara karşı bir tutum almadığı gibi, gözlerini tarihe açmakta olan burjuvaziyi de özellikle görmezden gelir gibidir.
* Onun istediği şey, feodal özerk siyasal birimler çoğulluğu içinde bir türlü gerçekleşemeyen Kilise’nin evrenselci iddialarını gerçekleştirecek siyasal birliktir. John’un,tiranlaş- tığını iddia ettiği prensin ölüm fermanını vermesi de bunun önünde engel olarak gördüğü içindir.
Aquinumlu Thomas: Kilise’nin Ilımlı Üstünlüğü Görüşleri günümüz Roma Kili- sesi resmî görüşü sayılan Aquinumlu Thomas sıradan din adamı değildir. 1322’ de, Papa XXII. Ionnes tarafından Aziz (Saint) ilan edilmiş, 1879’da Papa XIII. Leo tarafından görüşleri teolojinin gerçek temeli olarak nitelenmiş ve, 1914’ten, Papa X. Pius’tan sonra görüşlerini tartışmak günaha girmekle eş değer sayılmıştır.
* Thomas siyasal görüşlerini 1265’te yazmaya başladığı De Regimine Principum (Prenslik Yönetim Düzeni Üstüne) toplamaya başlar ama ömrü yetmez. Thomas ile birlikte, artık Kilise çatısı altında, Aristotelesçilik, tümüyle dinselleştirilerek de olsa siyasal düşüncenin omurgası olarak yeniden canlanır.
* XII. yüzyıl Avrupası’nda belli başlı bazı temel değişiklikler hemen dikkat çeker. Bunların başında, ticaretin canlanmasıyla kentlerin ve kentli yeni sınıfların giderek önem kazanmaya başlaması sayılır.Ayrıca siyasal düzeyde krallıklara bölünmüş Avrupa’da, artık yönetimin salt kral merkezli olarak karmaşıklaşması söz konusu- dur. Bunun tipik ifadesi 1215’te imzalanan Magna Carta’dır.
İnsan: Siyasal ve Toplumsal Hayvan Aquinumlu Thomas, döneminde Latince’ ye çevrilmiş olan Aristoteles’in Politika’sını okuyup değerlendiren ilk Skolastik dü- şünürdür. Buradan hareketle de Aristoteles’in siyasal görüşlerinin anahtarı duru- mundaki zoon politikon kavramsallaştırmasını, dinselleştirerek de olsa benimser ve kendi siyasal algısını temellendirmek üzere kullanır.
* Thomas, artık polis’in-siyasetin ya da kamusal alanın toplumsal ilişkilerden ve bunlara yön veren ilkelerden ayrı bir alan ve ayrı bir ilkeler setine sahip olduğunun farkındadır. Yani Thomas’ın insanlaYurttaşın aynı şeyler olmadığının farkındadır.
* Aristoteles’te siyaset ya da polis, biyolojik bir varlıktan ibaret olan kişiyi Yurttaşlık üzerinden toplumsal, aynı zamanda siyasal bir varlık olarak insana dönüştürür. Thomas bakımındansa, kişi Yurttaşlık bağının dışında da olsa, salt biyolojik varlı- ğa indirgenemez; toplumsal varlığını ve anlamını korumaya devam eder. Bu anlamda iyi insan olmak için, iyi Yurttaş olmaya gerek olmadığı gibi, iyi Yurt- taş olmak için de iyi insan olmaya gerek yoktur.
* Thomas, siyaset anlayışını, Aristotelesçi çıkış noktasından hareketle kurmaya başlar. Önce insanların birlikte yaşamaları doğal zorunluluktur ve siyasal iktidarın varlığı da bu doğal zorunlulukla temellendirilir. İnsanların bir arada yaşayabilmek için yol gösterici bir yöneticiye ihtiyacı vardır.
* Eğer insanlar tek başlarına yaşamaya muktedir varlıklar olsaydı, her birinin kralı olan Tanrı onlara yetecekti. Yönetici ya da siyasal iktidar, ancak insanların birlikte yaşama zorunluluğundan kaynaklanır, yani varlığını bu zorunluluğa borç- ludur; bunun anlamı yöneticinin ya da siya- sal iktidarın birlikte yaşamanın gerek- leriyle sınırlı olduğudur. Yani yönetici kendi kişisel çıkarlarıyla değil, topluluğun ortak çıkarlarıyla bağlıdır.
* Buraya kadarki çizgi izlendiğinde, Thomas’ın devlet ile Kilise arasındaki bağı kestiği kolayca fark edilir. Doğal bir varlık olarak insanın özsel niteliğinin ürünü olan devletin ne kökeni, ne de işleyişi bakımından Kilise otoritesiyle hiçbir ilişkisi bulunmaz.Devleti var eden ortak yarardan başka bir şey değildir; bu ortak yararsa, işlevlerine göre farklılaşmış bir organizmalar bütünü olan toplumda tecelli eder.
* Bu yanıyla Salisburyli John’un organizmacılığını paylaşan Thomas, devleti siyasal ve ahlaki amaçları bulunan bir canlı organizma gibi tasarlar. Ama işlev ve köken bakımından Kilise ile ilişkisi kesilen devleti, başka bir düzeyde Kilise’yle ye- niden ilişkilendirir Thomas. Bu ilişkilendirmeyi ise yasayı merkeze alarak yapar.
Yasa, Devlet ve Kilise Thomas’a göre yasa,insana bir şeyi yapmasını ya da yapmamasını buyurur. Bunu buyuran yasa ise öncelikle aklidir. Thomas yasanın akli niteliğinden söz ederken ölçü olarak ortak iyi ya da toplumsal yararı gözetmez. Thomas için insan eyleminin nihai amacı mutluluktur. kişisel mutluluk ise ortak mutluluktan ayrılamaz.
* Çünkü kişinin varlığı, toplumsal varlığın bir parçasıdır. O hâlde yasa temelde ki- şisel varlığı ve onun çıkarlarını aşan, toplumsal varlığın mutluluğunu gözeten bir özelliğe sahiptir ya da bununla yükümlüdür. Eğer yasa, ortak iyiye, ortak çıkara yönelmiyor, bu zorunluluğu yerine getirmiyorsa akıl dışıdır, yani yasa değildir; keyfi bir iradenin buyruğu olmaktan öteye gitmez.
* Thomas için başlıca 4 tür yasa vardır.
1.Sonsuz yasa(lex aeterna)bir anlamda tanrısal aklı ifade eder,evrendeki tüm var lıklara uygulanır;her varlığın kendine has ereği doğrultusunda ilerlemesini sağlar
2.Doğal yasa (lex natturalis), Sonsuz yasadan türeyen doğal yasa ise insana ken- di potansiyel varlığını hem kişisel,hem toplumsal düzeyde nasıl mükemmelleştire- bileceğini gösterir. Bu bakımdan, insanın doğal amaçlarına ve eylemlerine uygun düşen (yani aslında sonsuz yasaya uygun düşen) kurallar bütününden başka bir şey değildir. Sonsuz ve doğal yasanın dışında, bir de insanların birlikte yaşama deneyimleri içinde ortaya çıkan kurallar bütünü vardır ki bu da insani yasadır.
3.İnsani yasa (lex humana) İnsani yasa kaçınılmaz olarak sonsuz ve doğal ya- sayla koşullu ya da onlara uygun olmak zorundadır.
4.Tanrısal yasadır (lex divina) hakikati kavramak üzere iş görür. Thomas’a göre hakikati kavramak için akıl kesinlikle vazgeçilmez bir araçtır,ama unutulmamalıdır ki aklın belli sınırları vardır ve hakikatin belirli alanları aklı aşar. İşte tam bu nokta- da tanrısal yasa devreye girecektir.
* İktidar Tanrı’dan gelir ama egemenlik toplulukların kendi koydukları yasalarının ürünüdür. Bu yasalar bütünü topluluğun kendi potansiyel varlığını nasıl mükem- melleştirebileceğini gösteren, topluluğun doğal amaçlarına ve eylemlerine uygun düşen (yani aslında sonsuz yasaya uygun düşen) kurallar bütününden başka bir şey olmadığından aynı zamanda doğal yasadır da. Bu yaklaşımıyla Thomas, iki kılıç kuramı yerine, Kilise ve devletin alanlarını ayrı özerk alanlar olarak tanımla- mak isteyen Gelasius’un yaklaşımına yakın durur ve aynı ölçüde de tiranlaşan prensin öldürülebileceğini savunan Salisburyli John’un görüşlerinden uzaklaşır.
* Peki ama ya bir prens ortak amaç ve iyiden uzaklaşıp kişisel çıkarlarının peşine düşmüşse, yani tiranlaşmışsa ne yapılacaktır?Eğer tiranlaşmadan söz ediliyorsa burada da elbette Tanrı’nın istenci ve rızası söz konusudur. Ola ki Tanrı bazılarını cezalandırmak için prensin tiranlığından razıdır.
* Bu bilinemeyeceğine göre, insana düşen şey ‘ilkesel olarak’ tirana katlanmaktan başka bir şey değildir. Ancak yine de bazı adımlar atılabilir. Buna göre, eğer tiran- laşan prens halkça seçilmişse, onu seçenlerce denetlenebilir ve hatta yerinden edilebilir. Yok, prens daha üst makamdan ya da tabakadan prenslik hakkını al- mışsa ona bu hakkı veren üst otorite geri de alabilir.
* Eğer, insani çözümler dünya- sında tiranlaşan prense bir şey yapılamıyorsa, evrensel yönetici olan Tanrı’ ya dönmek, ondan yardım dilemek gerekir ama bu yardım dileğinin gerçekleşebilmesi için de ilgili topluluğun böylesi dilekte bulun- maya hakkı olması zorunludur.Tiranlığa karşı müdahil olmayı pek sıcak karşılamasa da Thomas’ın tiranlıktan hazzetmediği açıktır. Onun için en iyi yönetim biçimi Aristotelesçi etkiler altında, karma bir yönetim biçimidir.
* Karma anayasa insan doğasına en uygun olan yöne- timdir. Çünkü mademki devlet bir organizmadır; bileşenlerinin tek tek kişisel çıkar- larından öte ortak bir çıkara sahiptir, o hâlde, örn tek kişinin yönetimi olan monar- şiden öte, bileşen- lerin de söz sahibi olduğu karma yönetim en iyisi olmalıdır.
* Buna göre, en iyi yönetim, herkesin üzerinde hüküm sürme erkinin bir kişiye ve- rildiği, bununla birlikte diğerlerinin de yönetici erke sahip oldukları bir devlet ya da krallıkta tecelli edecektir.
* Aquinumlu Thomas’ı kuşatan Aristotelesçi etki, görüldüğü gibi, onun evrensel- cilik iddiasıyla hareket eden Kilise’nin kendi dışındaki her şeyi yutmasını meşru- laştıran eğilimlerin dışında kalmasını sağlamıştır. Ayrıca Thomas’ın insanı farklı kategoriler hâlinde, (insan, Yurttaş, Hıristiyan gibi) ele alması önemli bir yeniliktir ve insanın Yurttaş olarak kavranması, toplumsal ve siyasal kararlar içinde kendi kişisel varlığını aşabilen bir varlık olarak onanmasının da yolunu açmıştır.
ÜNİTE 3
KRALLIKLAR VE KİLİSE ARASINDA İKTİDAR SAVAŞLARI XII. yy ortalarında Orta Çağın artık çözülmeye başladığı dönemden itibaren krallar siyasal alanın ye- ni aktörleri olmaya başlar.Henüz, kralın kişiliğinde somutlaşıp,birlik hâline gelmiş devlet ortada yoktur ama özellikle Fransa ve İngiltere’de, devlet aygıtını cisimleş- tiren, krala bağlI bürokrasi oluşmaya başlamış ve krallık buyrukları, ülke toprakla- rında, feodal hukukun parçalayıcı sınırlarını aşıp hükmünü yürütür hâle gelmıştır.
* Krallar güçlerini artırmak için, güçlerini sınırlandıran feodal hukuku kullanmaktan geri durmaz.Küçük senyörleri kendilerine bağlayıp büyük senyörlerin güçlerini kır- mak için onların desteğini kazanır. Ayrıca özerk küçük kent birimleri de, özellikle güvenlik nedeniyle krala bağlılığı seçerler. Kentlerde yeni ortaya çıkmaya ve güç- lenmeye çalışan yeni bir sınıfın, burjuvazinin de feodal sınıflara ve Kilise’ye karşı en büyük müttefiki krallardır.
* En önemli engel ise ülkedeki feodal beylerin gücünün yanı sıra, özellikle Kilise’ nin gücüdür. Papalar, aynı zamanda en büyük feodal senyörlerdi. Hem yüzyılların birikimi sonucunda Hristiyan halklar üzerinde manevi otorite kurmuşlar hem de fe- odal sözleşmeler yoluyla da ekonomik ve siyasal bir güce ulaşmışlardı ayrıca son derece güçlü, aforoz gibi bir silaha sahiptiler.
* Roma Kilisesi, Aquinumlu Thomas’ın düşüncelerini benimseyip elindeki manevi otoriteyle yetinip siyasal iktidarlarla uzlaşma sağlamak yerine, plenitudo potesta- tis savında ısrar ediyordu. Bu da kralların sürekli tehdit altında olması demekti.
* Papalık ile dünyevi yönetimlerin çatışması, XII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren imparatorlar üzerinden başladı. Üç güçlü Roma-Germen imparatoru, I. Friedrich Barbarossa, VI. Heinrich ve II. Friedrich, Papalık ile sürekli bir çatışma içine girdi. İmparatorların toprakları üzerindeki yüksek din adamlarını kendilerinin atamak is- temeleri ve İtalya üzerindeki otoritelerini pekiştirme amaçları karşısında papaların direnmeleri,çatışmaların başlıca nedeniydi.
* Bir yy sonra çatışma imparatorlar dışında, kent yönetimleri ve krallıklar da papa- lıkla çatışmaya dahil oldular.Bunun en önemli örneklerinden olan, Fransa Kralı IV. (Güzel) Philippe ile Papa VIII. Bonifacius arasında 1296’da patlak veren çatışma- nın nedeni, din adamlarının kralca vergilendirilmesiydi. Fransa Kralı, girişiminde yalnız da kalmadı. İngiltere Kralı I. Edward, onu izleyerek toprakları üzerindeki din adamlarını vergiye bağladı. Kralların ülkelerindeki laik kesimlerin desteğini kazan- dığını kavrayan papa, 1297’de geri adım atıp din adamlarının vergilendirilmesine ilişkin yasağını kaldırdı.
* Kral-papa çatışması, 4 yıl sonra yeniden canlandı.1301 de, Fransa Kralı’nın Pa- miers Piskoposu’nu İngiltere ile işbirliği yaptığı için tutuklatıp yargılaması, papa tarafından mahkum edildi. Güzel Philippe, saldırgan tutum benimseyip Papalık’ın bir fermanını yaktırdı ve üç toplumsal tabaka temsilcilerinin ilk kez birlikte katıldığı États Généraux’yu 1302’de toplayarak tüm ülkenin desteğini sağladı.
Tarafların Üstünlük İddiaları Kral-papa çatışması, özellikle kralın Kilise mülkleri- ni vergilendirme ve din adamlarını yargılama yetkisi konusunda patlak vermişti. Konuların ardındaki asıl sorun, ruhani iktidar ile dünyevi iktidar arasındaki sınırın nereden geçeceği sorunuydu. Papalık savunucuları, dünyevi alanla ilgili her şeyin gerçekte ruhani amaçlara hizmet eden birer araç konumunda olduğunu ileri sürü- yor, dünyevi işlerde bile son sözü söyleme yetkisinin papanın elinde olduğunu sa- vunuyordu.Buna karşılık, imparatorluk-krallık yandaşları, görüşlerini, dünyevi olan hiçbir şeyin ruhani amaçları gerçekleştirmede araç olmadığı ve dünyevi düzenin kendine özgü bir doğası ve bir amacı bulunduğu kabulü üzerine oturtuyorlardı.
Papalık’ın Savları Roma Kilisesi, iki kılıç kuramını plenitudo potestatis savını doğrulamak yönünde kullanmayı sürdürüyordu. Örn Papa VIII. Bonifacius, 1302’ de Fransa Kralı IV. Philippe’e karşı yayımladığı fermanda bu görüşü açıkça dile getirmekteydi: “Biri dünyevi, diğeri ruhani olan her iki kılıç da Kilise erkine aittir; ruhani kılıç Kilise ttarafından, dünyevi kılıç ise Kilise için kullanılır. Demek ki kılıç kılıcın altında bulunmalı ve dünyevi otorite ruhani otoriteye bağımlı olmalıdır.”
* VIII.Bonifacius’un en önemli savunucusu, 1295’te Bourges piskoposluğuna ata- nan Aegidius Colonna Romanus’tur. 1301’de kaleme aldığı De pottesttatte eccle- sasttica (Kilise İkttidarı Üzerine) adlı yapıtına göre bu yeryüzündeki her şey Tanrı’ dan gelmektedir; dolayısıyla bir kişinin başkaları üzerindeki iktidarı (siyasal otorite) ya da bir kişinin bir nesne üzerindeki iktidarı (mülkiyet iyeliği) Tanrı yolunda kulla- nılmalıdır. Bu da ancak Kilise içinde olmakla ve onun gösterdiği biçimde davran- makla olasıdır. Ama yine de siyasal iktidarın “özerkliğini” yadsımak gibi bir amacı olmadığını açıklayıp iki ayrı kılıcın bulunup farklı işlevleri olduğunu belirtir.
* Fakat Romanus’a göre, dünyevi iktidarın kendine özgü bir alanının ve işlevinin olması, onun ruhani iktidarın hükmü altında bulunmadığı anlamına gelmez. Çün- kü siyasal iktidarın (yani prensin, kralın ya da imparatorun) hüküm sürdüğü alan, iktidarın kullanımına (potestas) ilişkindir. Oysa iktidarın ilkesi (aucttoritas) Kilise’ nin başı olan papanın elindedir. Dolayısıyla, dünyevi düzeyde tanrısal düzene uy- gun olma bakımından en iyi yönetim biçimi olan monarşi, kendisinden daha üstün bir amacın aracı olduğundan ve iktidarını o amaçtan aldığından, ruhani iktidarın denetimi altındadır.
* Plenitudo potestatis’i savunan bir diğer düşünür Viterbolu Jacobus’tur. Jacobus, 1301-1302 arası yazdığı De regimine christiano (Hristiyan Yönetimi Üzerine) adlı yapıtında, Kilise’nin yeryüzündeki tek gerçek krallık, papanın da tek gerçek kral olduğunu ileri sürer. Çünkü Kilise, evrensel bir boyuta ve üstün bir işleve sahiptir. Bu nedenle tüm siyasal iktidarlar, her ne kadar doğal bir gereksinimin sonucu ya- salar da yetkinliğe yönelebilmek için Tanrı’nın yardımına, yani Kilise’ye muhtaçtır. Bu,dünyevi alanın ruhani iktidarın her türlü müdahalesine açık olmasıdır
Krallık Yanlılarının Savları Papalık savlarını çürütmeyi amaçlayan krallık savu- nucuları, bu uğraşlarında Roma hukukundan büyük ölçüde yararlandılar. XIII. yy sonlarına doğru Napoli, İngiltere ve Fransa’daki krallık hukukçuları, Roma huku- kunu incelikle yorumlayıp kullanarak kral iktidarının hizmetine koştular.
* Bu hukukun en temel kavramlarından ikisi, cumhuriyet-kamusal alan (respublica) ile kamusal güç (imperium) kavramlarıydı. Bu kavramlarla ülkede tek kamusal gü- cün bulunduğu ve bu gücün tek merkezde,kralın elinde toplanması sonucuna ula- şılıyordu. Ayrıca krallık hukukçuları, papayı devre dışı bırakmak amacıyla Roma hukukunun temel taşlarından birisi olan “potestas’ın halktan kaynaklandığı” ilkesi- ne de yeniden canlılık kazandırdılar. Böylece, dünyevi kılıcın doğrudan doğruya Tanrı’dan krala indiğini, bu nedenle de kralın siyasal iktidarını kullanırken yeryüzündeki hiçbir otoriteye karşı sorumlu olmadığını savundular.
* Ayrıca, Aquinumlu Thomas’ın görüşleri de krallık yanlılarınca kullanılmaya baş- landı. Thomas, siyasal toplumun doğal olduğunu ortaya koymuş fakat bu düşün- ceyi mantıksal sonuçlarına kadar götürmemişti. Oysa siyasal toplumun doğallığı kabul edildiği takdirde, kaçınılmaz olarak devletin oluşumunda yer almayan dış- sal bir otoritenin, yani Kilise’nin hükmü altında bulunmasının akla aykırı olduğu sonucuna varılıyordu.
* Yukarıdaki tüm yaklaşımları teolojik kanıtlarla harmanlayıp kullanan en önemli krallık savunucusu, 1302 tarihli De potestate regia et papali (Krallık ve Papalık İk- tidarı Üzerine) adlı kitabın yazarı Parisli Jean’dır.Ona göre doğal toplumsallaşma- nın zorunlu sonucu olan devlet, yalnızca maddi sorunlarla ilgilenmeyip iyi yaşam için gerekli olan ahlaki ilkeleri de ortaya koyar. Dolayısıyla devlet gerek bu yönüy- le, gerek Kilise’den önce olması nedeniyle, Papalık’tan bağımsızdır. Birçok krallı- ğa bölünmüş dünyevi iktidarın karşısında evrensel olduğundan tek elde toplan- mış ruhani iktidar bulunur.
* Fakat bu durum, devletin Kilise’nin hükmü altında olması anlamına gelmez. Çünkü her iki iktidarın yetki alanları ayrıdır. Bu konuda Parisli Jean, Aegidius Colonna Romanus ya da Viterbolu Jacobus gibi Papalık savunucularının kullan- dıkları silahları kendilerine karşı çevirme yöntemini benimser.
* Parisli Jean’ın Düşünceleri birkaç maddede özetlemek mümkündür.
•Kilise’nin başındaki papanın dünyevi iktidarlar ve mülkler üzerinde hakkının bu- lunduğunu İsa’ya dayandıran görüşler, kutsal yazılarla bağdaşmamaktadır. Kut- sal yazılara göre, “ne papa kılıcını imparatordan ne de impaator kılıcını papadan almışttır.” Demek ki iki iktidarın yetki alanları birbirinden tümüyle ayrıdır.
•İmparatorun ya da kralın iktidarı Tanrı tarafından geliyorsa da burada bir aracı vardır. Bu aracı, Kilise değil, halktır.
•Bu bağlamda,Kilise’nin ruhani görevlerini yerine getirebilmek için dünyevi alanda sahip olduğu mal ve mülkleri, tabii ki kralın güvencesi altındadır. Ama kral, kamu- sal çıkar için bunları denetlemek ve vergilendirmek hakkını elinde bulundurur
•Papa, tıpkı kral gibi kendi yetki alanı içinde sınırlıdır. Daha açıkçası, ruhani iktidar yalnız papaya değil, bütün Kilise’ye verilmıştır. Bu nedenle, “dünyanın Roma’dan ve papadan büyük olması gibi, Kilise Genel Kurulu da tek başına olan papadan büyükttür.”
•Gerek papa, gerek kral, kendi alanlarında mutlak egemen değillerse de her biri diğerine karşı kendi alanı içinde üstün konumdadır. Bir başka deyişle, papa ruha- ni konularda kraldan, kral da dünyevi konularda papadan üstündür.
* Bu dönemde, Fransa kralını desteklemek amacı güden birçok kitap ya da risa- le yayımlanmıştır.Gerek bu yapıtların yazarları, gerek Parisli Jean, iki iktidarın bir- birinden bağımsız olduğu savını benimsemişlerdi. Ancak iki alan arasındaki zo- runlu ilişkiler nedeniyle bu bağımsızlık,dünyevi konular söz konusu olduğunda Ki- lise kurumlarının devletin müdahalesine açık olduğu şeklinde anlaşılıyordu.De- mek ki siyasal iktidarın dünyevileşmesini savunan düşünürler, kralı devlet yöneti- mi bakımından papadan bağımsız kılmakla yetinmiyorlar, ayrıca krala kamusal çıkar gerekçesiyle dinî alana karışma hakkı da tanıyorlardı.
Çatışma Ortamında İmparatorlar Krallıklar ve papalık arasındaki çatışmalar sü- rerken VII. Heinrich, 1308’de Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu’nu ele geçirdi ve birkaç yıl sonra, İtalya’ya bir sefer düzenledi. Bu seferin amacı birbirleriyle sü- rekli savaş hâlinde olan İtalyan kent devletlerine hakim olmak ve papanın elinden imparatorluk tacını giymekti.
* Papa IV.Clemens, imparatorluk ordusu henüz İtalya’ ya girmeden önce 1309’da Roma’yı terk edip Fransa’nın güneyindeki Avignon’a yerleşmişti. VII. Heinrich,Ro- ma’da kardinallerin elinden imparatorluk tacını giydi ama Floransa başta olmak üzere kent devletlerinin tepkileriyle karşılaştı. şoransa’yı ele geçiremeyen impara- tor bu kez Napoli krallığına yöneldiyse de Papa V. Clemens, onu aforoz ile tehdit etti. Bu çatışma ve savaş ortamı, VII. Heinrich’in 1313’te hastalanıp ölmesiyle kı- sa bir süre için son buldu.
* Fakat VII. Heinrich’in yerine kimin imparator olacağı sorunu, bu çatışmayı 1322’ de yeniden alevlendirdi.İmparatorluk tahtı için çekişen iki hanedan sonunda silah- lara başvurdular. Papanın desteklediği Avusturya Kralı Friedrich’i Mühldorf Sava- şı ’nda yenen Bavyera Kralı Ludwig, papanın onayını beklemeden kendini impa- rator ilan etti. Avignon’da yaşayan Papa XXII. Johannes, otoritesinin sarsılmasını önlemek için bu girişimlere karşı bir tepki göstermek zorundaydı: 1323 sonlarında, Ludwig’e bir mektup yazarak imparatorluktan vazgeçmesini ve 3 ay içinde huzu- runda hesap vermesini buyurdu. Bu süre sonunda da Ludwig’i sapkınlıkla (heret- iklikle) suçlayıp aforoz etti ve imparatorluktan azlettiğini açıkladı.
* Papanın bu katı tutumuna karşı İmparator IV. Ludwig’in yanıtı sert oldu. 1324’te bir bildiri yayımlayıp Papayı dünyevi iktidarı gaspetmekle ve dinsel sapkın olmak- la suçladı. 3 yıl sonra da İtalya’ya bir sefer düzenledi. Kuzey İtalya kent devletle- rini zaptedip 1328 başında Roma kent halkının temsilcilerinin kendisine sunduğu imparatorluk tacını giydi ve V. Nicolaus adında bir karşı-papa atadı. IV. Ludwig, bu başarılarına karşın uzun süre İtalya’da barınamayıp 1330’da Almanya’ya geri döndü; bunun üzerine yalnız kalan karşı-papa, XXII. Johannes ile uzlaşıp onun papalığını kabul etmek zorunda kaldı.
KRALLIK İKTİDARININ BAĞIMSIZLIĞI VE ÜSTÜNLÜĞÜBu çatışma sürecinde, imparatorların safında yer alıp Roma Kilisesi’nin savlarına karşı yapıtlar yayımla- mış çeşitli düşünürlerle karşılaşılır. Bunlar arasında öne çıkan 3 isim vardır: Dan- te, Ockhamlı William ve Padovalı Marsilius. Her üç düşünürün de siyasal düşün- ceye katkısı, devletin toplumsal arka planını ve devle- tin özünde din dışı olan ba- ğımsız karakterini ortaya koymuş olmalarıdır. Bu bağ- lamda Dante ile Ockhamlı William, dünyevi iktidar ile ruhani iktidar arasındaki iliş- kileri düzenlerlerken “kar- şılıklı bağımsızlık” savını benimserler. Padovalı Marsilius ise onlardan daha ileri giderek devletin Kilise üzerindeki üstünlüğü savını açıkça dile getiren ilk düşünür olacaktır.
İmparatorluk ya da Monarşinin Evrenselliği: Dante Bir siyasal düşünür olmak- tan çok İtalya ve Avrupa’nın en büyük ozanlarından sayılan Floransalı Dante Alighieri aynı zamanda çok fırtınalı bir siyasal yaşam süren, siyasal bir figürdür. İmparatorlar ve papalık arasındaki çatışmalarda imparatorluktan yana tavır koy- masıyla hayatı sürgünde geçmıştır.
* Adı, daha çok başyapıtı olan Divina Commedia (İlahi Komedya) ile anılsa da, siyasal düşünce bakımından önem taşıyan De Monarchia (Monarşi Üzerine) adlı kitap da kaleme almıştı. Bu kitap,Kilise tezleriyle bağdaşmayacak şekilde impara- torluk düşüncesini savunduğundan, Kilise’nin yasak kitaplar listesine dahil edilip 1897’ye kadar burada kalır.
* Kitap, her ne kadar Monarşi Üzerine başlığını taşıyorsa da gerçekte evrensel monarşi, yani imparatorluk hakkındadır. Evrensel monarşi, yani imparatorluk ko- nusunda çözüme kavuşturulması gereken üç sorun bulunmaktadır. Bu sorunlar şunlardır: “Monarşi dünyevi düzen için gerekli midir? Monarşi Roma halkının meşru hakkı mıdır? Monarşinin ottorittesi doğrudan Tanrı’dan mı yoksa Tanrı’nın bir temsilcisinden mi gelir?” Dante, bu sorulardan ilk ikisini olumlu biçimde, 3. ise imparatorun otoritesinin doğrudan Tanrı’dan kaynaklandığını söyler.
Dünyevi Düzen İçin Monarşi Dante, toplumun doğal olduğu varsayımından yola çıkar. Ardından, toplumun düzenini sağlayacak bir gücün zorunluluğuna vurgular. Böylece siyasal toplum ya da devlet adıyla karşımıza çıkan bu güç, doğal bir zo- runluluk olarak belirir.Bunun anlamı, devletin oluşumunda Kilise’nin hiçbir rolünün bulunmaması, dahası devletin Kilise’den önce olmasıdır. Ayrıca devlet, amacı ba- kımından da Kilise’den bağımsızdır.
* Dante’ye göre,insanların bu yeryüzündeki temel erekleri mutluluktur; mutluluksa ancak barışın sağlanmasıyla olasıdır; bu ancak devlet tarafından gerçekleştrilir. Örn imparatorluk, tanrısal düzenin yeryüzüne yansımasıdır: Nasıl gökteki her şey Tanrı tarafından yönetiliyorsa insanların da bir yöneticisi olmalıdır.
Dinsel ve Dünyevi İktidarın Sınırları: Ockhamlı William İngiltere’nin Ockham kasabasında doğan William (1290-1349) genç yaşta Fransisken Tarikatı’na ka- tılması nedeniyle Papalık’a aykırı görüşler taşır. Çünkü Fransiskenler, İsa ile ha- varilerinin ne kişisel, ne de ortak mülkiyet edindiklerini ve yoksul yaşayıp sadece yoksullardan yana olduklarını ileri sürerek Kilise’nin mal-mülk edinmesini yadsır. William Papalık’a aykırı görüşleri nedeniyle aforoz edilmıştır.
Sınırlı Dünyevi İktidar Ockhamlı William’a göre devlet, insanlar tarafından ve in- sanlar için yaratılmıştır. Kendisini oluşturan insanların hakları ile özgürlüklerini ko- rumakla yükümlüdür. Bu anlamda en yetkin yönetim monarşidir Örn, kral ya da prens, kendi çıkarını değil, uyruklarının ortak iyiliğini, toplumun ortak yararını gö- zetmeli; doğal hukuk ilkelerine ve feodal içerikli haklar ile özgürlüklere saygılı ol- malıdır. Dolayısıyla, siyasal iktidar mutlak nitelik taşımamaktadır. Prens, halkın her koşulda kendisine itaat etmekle yükümlü olmadığının bilincine varmalıdır
* Ona göre her yönetici iktidarını halktan alır. Halkın devreye sokulması, siyasal iktidarın dolaylı ya da doğrudan bir seçimle ve halkın temsilcileri aracılığıyla mo- narka verilmesi demektir. Buna göre, her monark, kendi toprakları içinde gerektiği gibi yönettiği sürece mutlak bağımsızdır ve halkı ona itaat etmek zorundadır. Ama ortak iyilikten saparsa, hak ve özgürlükleri çiğnerse, halkın direnip onu devirme hakkı belirir.
* Ockhamlı William, siyasal iktidarın kökenine halkı yerleştirerek bir yanda çeşitli iktidar düzeyindeki otoritelerin özerkliğini güvence altına almayı,öte yanda bu oto- ritelerin aşırıya kaçmalarını önlemeyi amaçlamaktadır. Ama bunların dışında güt- tüğü bir başka amaç daha vardır: Papanın plenitudo potestatis savını çürütmek
Sınırlı Dinsel İktidar Ockhamlı,papanın otoritesinin dünyevi alanı kapsamadığını dile getirir:Kilise’nin başında bulunan papanın otoritesi ruhani alanla sınırlıdır.Ama nasıl prensin ya da imparatorun keyfiliğe varan mutlak bir dünyevi iktidarı yoksa papanın da dinsel iktidarı mutlak değildir. Çünkü, Kilise’yi salt din adamlarının de- ğil, bütün Hristiyanların toplamı olarak kabul eder. Dolayısıyla, iman konusunda papaya mutlak bir yetki vermek, “Kutsal Kittap’ın Hristiyanlara tanıdığı özgürlüğü yok etmek, bütün Hristiyanları köle konumuna indirgemek anlamına gelir.”
* Hristiyanlarca seçilip Tanrı tarafından onaylanan papa, kendisinden üstün olan Genel Kurul’un kararlarına boyun eğmeli ve çeşitli tarikatlara, dinsel cemaatlere saygı göstermelidir. Kilise Genel Kurulu, temsil mekanizması yoluyla Hristiyan dünyasının her yöresinden gelen çeşitli din adamlarından ve laiklerden oluşur.
* Hristiyanların ruhani birliğinin papanın kişiliğinde temsil edildiğini kabul eder. Nasıl halk siyasal iktidarı prensin, kralın ya da imparatorun ellerine bırakmışsa ruhani iktidar da Hristiyanlar tarafından papaya teslim edilmıştır.
* Ockhamlı,olağan durumlarda İmparatorluk ve Papada geçerli olan alt-üst ilişki- sinin dışında, olağanüstü durumlarda iki otoritenin birbirinin alanlarına müdahale etme yetkilerinin bulunduğunu da belirtir. İmparator da dahil olmak üzere herhan- gi bir monarkın devlet işlerini yürütürken günaha girmesi ya da despotizme kay- ması durumunda, papanın ya alt yöneticilerin (prenslerin, soyluların) aracılığıyla ya da doğrudan doğruya dünyevi alana karışması söz konusu olur. Buna karşılık, papanın sapkınlığa kayması ya da dinsel kararlarının ve uygulamalarının devlete zarar vermesi durumunda ise monarkın dinsel alana müdahale etme hakkı doğar.
Krallık İktidarının Üstünlüğü: Padovalı Marsilius Hristiyan dünyası için öngö- rülen “çift baş-çift bağımsızlık” düşüncesini kabul etmeyen ve plenitudo potestatis’ i tersine çevirip devletin eline veren bir düşünür ortaya çıkar: Padovalı Marsilius.
İtalya’da Padova’nın burjuva kökenli bir ailesinin üyesi olarak dünyaya gelen Marsilius (1275-1280) da imparator-papa çatışmaları içinde imparatorluk yanlısı düşünürlerdendir. başyapıtı Defensor Pacis’i (Barış Savunucusu) 1324’te tamam- lar. 2 yıl sonra kitabın yazarı olduğu ortaya çıkınca Papa XXII.Johannes tarafın- dan, benzerleri gibi aforoz edilmıştır.
Toplumun Mükemmelliği ya da Civitas Çağının diğer yazarları gibi Marsilius’a göre de iç barış(ya da huzur) her devletin ulaşması gereken en büyük iyiliktir.Ama nasıl her şey kendi karşıtını doğuruyorsa huzurun karşıtı olan çatışma da bir ülke içinde büyük kötülüklere yol açar.Her bakımdan parçalanmış olan İtalya bunun en tipik örneğini oluşturur.
* Marsilius,papanın siyasal iktidarlar üzerinde hak iddia etmesinin insanlık için bü- yük bir bela oluşturduğunu söyler.Padovalı,siyasal iktidarı Kilise’den özerk kılmak için, siyasal iktidarın üzerinde yükseldiği toplumun köken ve yapısını araştırır.İn- sanları toplum içinde birleşmeye iten neden gereksinimlerin karşılanmasıdır. Top- luca yaşayan insanlar, aile ve köy aşamasından geçip gereksinimlerin tam olarak karşılandığı mükemmel toplum biçimi olan siyasal topluma, civitas’a ulaşırlar. Padovalı, civitas’ı canlı bir organizmaya benzetir: “Civitas, yaşayan ya da canlı olan doğal varlık gibidir.
* Mükemmel toplum başlıca 6 bölüm ya da meslek dalından oluşur: Bunların ilki yönetim görevi ya da işidir. Bu görev aynı zamanda adaleti gerçekleştirme işini de içerir ve prensin ya da kralın kişiliğinde kendini gösterir. İkinci bölüm, toplumu iç ve dış düşmanlara karşı savunma işini üstlenen askerî bölümdür. Üçüncü sıra- da ise din adamlarını kapsayan dinsel bölüm bulunur. Bunun işlevi, ruhsal esen- liğin sağlanmasına yardımcı olmaktır. Son üç sıradaki bölümler, yeterli yaşam için gerekli olan malları üreten ve bunların mübadelelerini gerçekleştiren meslek gruplarıdır; yani köylüler, zanaatkârlar ve maliyecilerdir.
* Marsilius’un civittas’ı altı bölümden oluşan bütün olarak algılamasının yol açtığı iki önemli sonuç vardır. İlk sonuç, yönetim bölümü olarak adlandırılan prensin elindeki siyasal iktidarın tümüyle dünyevileştirilmesidir. Açıkçası prens, iktidarını ne Tanrı’dan ne onun bir temsilcisinden ne de herhangi bir aşkın güçten almıştır. Prensin iktidarı ya da siyasal iktidar, toplumun bağrından onun bir gereği, ayrılmaz bir parçası olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla meşruluğu da buradan kaynaklanır.
* İkinci sonuç Kilise’nin ya da papanın siyasal iktidar üzerinde herhan- gi bir hak iddia etmesinin olanaksızlığıdır. Devamla, din adamlarının diğer meslek grupları gibi toplumun bölümlerinden birini oluşturması, dini toplumsal bir kurum hâline getirmıştır. Kilise toplumun içindedir, civittas’a içkindir; bu nedenle toplum- sal-siyasal otoritenin (yani prensin) yetki alanında bulunur. Marsilius, yasalar üze- rine olan yaklaşımıyla da Kilise’yi meşruluk kaynağı olarak tanımaz
Yasalar ve Krallık İktidarının Meşruluğu Marsilius’a göre,siyasal toplumun ken- dini oluşturan bölümlerden bağımsız bütün olmasını sağlayan ilke yasadır. Yasa bu dünyada haklıyı haksızı, yararlıyı yararsızı gösteren ve olumlu ya da olumsuz yaptırımlar içeren zorlayıcı güçle donanmış bir buyruktur.
* Padovalı, döneminin çok ilerisinde bir görüşü savunarak yasama erkinin halka ait olduğunu açıklar. Yasa yapıcılar, yasamacının, yani halkın temsilcisidirler ve onun iradesini tam anlamıyla yasaya yansıtmak zorundadırlar.
* Marsilius’un kuramında halkın bu kadar vurgulanması iki işlev üstlenir:
İlk olarak yasanın halktan kaynaklandırılıp yalnız bu dünyadaki insan işleriyle sı- nırlandırılmasıyla Kilise’nin yasama hakkı ortadan kaldırılır.
* İkinci olarak prensin iktidarı hiçbir dinsel temele dayandırılmadan meşrulaştırılır. Çünkü prens meşruluğunu halkta, halkın yaptığı (ya da onun adına yapılan)yasa- ların uygulayıcısı olmasında bulur.
* Padovalı, yasama erkini halka vermesine karşın, prensin ya da kralın seçimle iş başına geldiği ve yasalara göre yönettiği “monarşik krallık”ın en iyi yönetim biçimi olduğunu savunur.Böylece prens, halkın seçimiyle eline geçirdiği iktidarın kullanı- mına (potestas) sahiptir ama iktidarın ilkesinden (auctoritas) yoksundur. Yasaları çiğneyen ya da iktidarını kötüye kullanan prens meşruluğunu yitirir; bu durumda da halkın direnme hakkı gündeme gelir.
Dünyevi İktidara Bağlı Kilise Padovalı’ya göre, Kilise plenitudo potestatis’te ıs- rar ederek siyasal iktidarın birliğini,dolayısıyla civitas’ın varlığını tehlikeye sokar. Çünkü iki iktidara birden itaat edildiğinde, hiçbirine tam olarak itaat edilemez. Yapılması gereken, bu ikiliği ortadan kaldırmaktır.Marsilius, önce papanın sahip olduğu ileri sürülen otoritesini çürütmeye yönelir. Bu çürütme işlemini iki koldan, hem ruhani erk hem de dünyevi erk açısından yerine getirir.
* Papanın dinsel erki bir gasptır. Çünkü Marsilius’a göre, din adamlarının topla- mı anlamında Kilise, hiyerarşik bir toplumsal örgütlenme değildir. Aynı imanı pay- laşan din adamları ile laiklerin toplamından oluşan Kilise, gerçek anlamda yasala- ra, yani zorlayıcı güçle donanmış yasalara sahip olmadığından, bir siyasal varlık değildir. Onun içinde yer alan herhangi bir kişinin (özellikle papanın) diğerleri üzerinde hiçbir dinsel iktidarı yoktur.
* Papanın dünyevi iktidarı da meşru değil, gasptır. Din adamlarının (dolayısıyla papanın) işlevi, ruhların kurtuluşuyla ilgili olarak insanlara öğüt ve eğitim vermekle sınırlıdır; bu dünya işlerini kesinlikle kapsamaz.
* Marsilius, Kilise ile devleti birbirinden ayırmak yerine bunları kaynaştırır. Daha açıkçası, bu yeryüzünde ruhani bir toplum ve iktidar yoktur; tek toplum civittas’tır, tek iktidar ise ona içkin olan iktidardır ki bunlar da tümüyle dünyevidir. Bu sapta- manın sonucu, din işleri ile Kilise’nin devletin boyunduruğu altına sokulmasıdır. Devletin her bakımdan Kilise’yi denetleyip düzenleme hakkı vardır. Böylece Padovalı Marsilius, papayı dünyevi iktidarın hükmü altına yerleştirmıştır.
YENİ AVRUPA’YA DOĞRU: RÖNESANS VE REFORM XIV. yy 2. yarısından XVI. yy sonuna dek Batı Avrupa büyük değişim süreci geçirir. Özellikle Kilise’nin tekelinde tutmaya çalıştığı dinin yavaşça Papalık’ın kontrolü dışında kendine yeni kanallar bulması, farklı dinsel anlayışların gelişmesiyle dinde yenileşme ve Kato- lik Kilisesi’nin dışında yeni “ulusal kiliseler” ortaya çıkar. Kilise kontrolündeki top- lumsal yaşam, Kilise zayıfladıkça yenilenir. Bir bütün olarak toplumsal hayatın, özel olarak kültürel dünyanın yenilenmesi ve bu yenilenme doğrultusunda Antik Yunan ve Roma dünyasının değerlerinin yeniden anlamlı hâle gelmesi Rönesans kapsamında değerlendirilir. Rönesans hareketinin ruhunu insan merkezciliği oluş- turur. Tanrı ve onun temsilcisi olarak Kilise’ye dayalı hiyerarşik evren ve dünya tasarımı yıkılmaya, yerini insana ve insan aklına bırakmaya başlar.
* Rönesansla birlikte evren ve dünyanın insandan bağımsız bir anlamı, insanın da bunun bir parçası olduğu anlayışı ortaya çıkmış, insan, kendisinden bağımsız anlamı kavrayabilen bir varlık olarak kabul edilmıştır. Yine Tanrı en üsttedir ama insan artık bunu Kilise’nin aracılığı olmadan aklıyla kavrayabilen bir varlık olarak merkeze yerleştirir.
* Rönesans ve Reform: sözcükleri yalın olarak “yenidenliği”, “yenilenmeyi” içerir. Rönesans sözcüğü Latince “yeniden doğmak” anlamındaki renasci sözcüğünden gelmektedir. Ancak Türkçeye Fransızca üzerinden -Renaissance- geldiği için, Fransızca okunuşuyla yerleşmıştır. Reform, din alanında yeniden biçimlenmeyi, Rönesans ise, özellikle kültürel bir varlık olarak insanın yeniden doğuşunu ifade etmektedir.
* XIV.yy ikinci yarısından itibaren Rönesans, XV. yy ikinci yarısından itibaren din- de yenilenme olarak Reformla iç içe geçerek genel olarak Avrupa’ya, özel olarak dine ve siyasete yepyeni bir görünüm kazandırır. Bu sürecin sonunda Kilise ve krallar arasındaki mücadeleden kesin olarak galip ayrılan krallar ya da devlet olup din devletin kontrolü altına girer.
* Bu iki hareket birlikte düşünülmelidir. Her ikisinin de ekonomik ve toplumsal arka planı aynıdır.Bunların başında da ticaretin ve kentlerin yeni bir biçimde canlanma- sı ve anlam dünyasının buna bağlı olarak değişmesi ile yeni sınıfların ağırlığını hissettirmesi gelir. Ayrıca, her ikisinin tecrübe edildiği Alman ve İtalyan kentleri benzer siyasal mücadelelere tanık olmuştur. Aynı şekilde, düşünsel bakımdan da her iki hareket arasında köken birliği vardır.
* Reform, XVI. yyda, Avrupa Katolik dünyasının parçalanmasıyla Hristiyanlığın 3. büyük ana akımı olan Protestanlığın (diğer ana akım Ortodoksluktur) doğuşuyla sonuçlanan dinsel değişimi ve bu değişimi mümkün kılan dinsel, toplumsal hare- ketleri ifade eder. Rönesans ise yine kökleri daha geriye gitmekle birlikte, etkilerini özellikle XV. ve XVI. yy gösteren, Eski Yunan ve Roma kültürünün yeniden can- landırılması ve hümanist dünya görüşüyle karakterize olan kültürel hareketi içerir.
Kilise’nin Krizi Siyasal iktidarlarla çatışma içine giren Papalık, halklar üzerinde sistemli biçimde uyguladığı sömürü politikası, vazgeçemediği lüks tutkusuyla, Av- rupa’nın çeşitli yörelerinde geniş kitlelerin tepkisini çekti ve Kilise’nin bazı kral ya da imparatorların müdahalesine açık hâle gelip kendi içinde çatışmalar yaşaması, papalık makamına geleneksel olarak gösterilen saygıyı azalttı.
* 1309-1377 arası papaların Roma’yı terk edip Avignon’da ikamet etmeleri, bu dönemdeki yedi papanın hepsinin Fransız kökenli olması, Kilise’nin Fransa Kral- lığı’nın etkisi altına girmesine ve diğer kral ve prenslerden büyük tepki görmesine yol açtı. Papalık’ın Roma’ya geri dönmesinden bir yıl sonra da bu kez tarihte “Bü- yük Ayrım” ya da “Büyük Bölünme” adıyla bilinen büyük kriz patlak verdi. 1378’den 1417’ye kadar süren bu dönem boyunca, farklı devletlerin desteğiyle hüküm süren iki, üç rakip papanın varlığına tanık olundu.
* İngiltere’de John Wycliffe ile Bohemya’da Jan Hus,düşünceleriyle Avrupa’yı geri dönülemez bir süreç içine soktu. Her iki düşünürün reform tasarılarında kendi ül- kelerine özgü “ulusal” çıkarların gözetilmesi önemli yer tutuyordu Aynı zamanda birçok konuda görüş birliği içindeydiler. Wycliffe ile Hus, papanın Kilise içindeki mutlak egemenliğine karşı çıkıyor, öte yanda Kilise’nin servet edinmesini eleştirip Kilise mallarından vergi alınmasını, Kilise’ye ödenen vergilerin kısıtlanmasını ya da kaldırılmasını ve endüljans satışlarının yasaklanmasını savunuyordu.
* Kutsal Kitap’ın ilk İngilizce çevirisini yapan Wycliffe, Papalık kurumunun Kutsal Kitap’ta hiçbir dayanağı olmadığını ileri sürerek papayı Deccal ile özdeşleştirdi. Bu yaklaşım, aşağı sınıflar arasında ilkel Hristiyanlığın kardeşlik, eşitlik gibi ide- alleriyle de yoğrularak toplumsal bir boyut aldı. 1381’deki İngiliz Köylü Ayaklan- ması bunun sonucuydu.
* Papalık kurumunu tümüyle yadsımamasına karşın yine de sapkınlıkla suçlanıp yakılan Hus’un düşünceleri benzer sonuçlar doğurdu. Ardılları, özellikle Bohem- yalı köylüler arasında, komünistçe yaşamı savunan çeşitli tarikatlar oluşturdu.
Papalık iktidarını zayıflatma hatta yok etme amacı güden bu dinsel reformcular, kaçınılmaz olarak dünyevi iktidarın güçlenmesine katkıda bulundular.Kilise hiye- rarşisinden kurtulmak, siyasal iktidara daha bağımlı olmak demekti. Reform için krallığın zorlayıcı gücüne gereksinim vardı; bu güç daha da artırılmalı ve daha sağlam temeller üzerine oturtulmalıydı. Wycliffe a göre, “kral Tanrı’nın temsilcisi- dir ve krala karşı çıkmak doğru değildir.”
Ulusal Kiliselerin Belirişi Bunlar ulusal kiliselerin habercisiydi.Güç peşinde ko- şan krallar için, evrensel Kilise’ye bağımlı olmaktansa Kilise’yi kendi sınırları için- de örgütleyip denetimleri altına almak daha uygundu. Ama bunun ön koşulu, ulu- sal gücün tek merkezde (yani kralda) toplanmasıydı.
* Kralların mutlak monark hâline gelebilmeleri için aşılması gereken çok engel vardı. Örn, İngiltere’deki anayasal gelenek, kralın karşısına görenekleri, yasaları ve katmanları temsil eden parlamentoyu dikmeyi sürdürüyordu. Fransa’da ise kral, feodal yapıya özgü güçlerle ve zaman zaman da Éttatts Généraux’yla sınırlı ko- numda bulunurdu. Üstelik her iki krallık aralarında sürüp giden 100 yıl Savaşları (1337-1453) nedeniyle yıpranmıştı.
* Ama yine de bir devlet bürokrasisinin, ulusal bir vergi sisteminin ve sürekli bir ordunun oluşturulması çabaları doğrultusunda, egemen krala doğru giden yolun taşları döşenmekteydi. Bu konuda en büyük atılım Fransa’da gerçekleştirildi.Ken- di çevresinde ulusal kenetlenmeyi sağlayan ve böylece iktidarını güçlendiren VII. Charles, Fransa Krallığı’nı Gallikanizm diye bilinen dinsel ve siyasal öğretiyle do- nattı. Fransa, Gallikanizm sayesinde Roma Kilisesi’nden tümüyle kopmadan ken- di “reform”unu gerçekleştirip bir bakıma ulusal Katolik Kilisesi’ni kurmuş oldu. Oy- sa diğer ülkelerdeki ulusal hareketler dinsel ve siyasal parçalanmalara yol açar: XVI. yüzyılın başlarında, İngiltere Kralı VIII. Henry’nin Papalık ile çatışması Angli- kan Kilisesi’ni Roma Kilisesi’nden ayırıp;Luther ile Calvin’in başını çektiği Reform Hareketi ise Avrupa’yı baştan aşağı Katolikler-Protestanlar olarak bölünmüştür
Yenilenmenin İki Yüzü Reform, ilk Roma Kilisesi’nden ve onun tanımladığı biçi- miyle dindarlıktan arınma olarak bir “öze dönüş, saf Hristiyanlığa yönelme” olarak yeni bir dindarlığın inşasıydı. İkinci olarak artık kendi ekseni üzerinde birleştirici olamayan Roma Kilisesi’ne karşı yeni ama yine bütünleştirici, evrensel bir ekse- nin inşa arayışıydı. Yeni insana bağlı olarak gelişen evrensellik arayışı Rönesans’ ta, Rönesansın hümanizm algısında tezahür eder.Bu bakımdan Rönesans ve Reform Orta Çağ dünyasının temsil ettiği dinsel evrenselliğin, dinsel insanın kesin biçimde çözülüşüyse de evrensellik arayışından ve dindarlıktan tümüyle kopuştur
* Rönesans ve Reform ulusal oluşumlar için gerekli toplumsal ve siyasal koşulları sağlamıştır. Yani yeni bütünlükler olarak ulusallığın doğuşunu kolaylaştırmış ve hızlandırmıştır. Ama aynı zamanda bütün yerelliklerin de canlanmasına, gerek yeni bütünlükler olarak ulusallıklar arasındaki sınırların belirginleştirilip derinleş- tirilmesine ve gerekse aynı anda ilgili ulusal bütünlükler içinde dinsel çeşitlenme- ye, zenginleşmeye vesile olmuşlardır. Bu zenginleşme matbaanın geliştirilme- siyle yaygınlaşır. Ortada Kilise kalır. Roma Kilisesi kontrolü kaybedince, karşı bir hareket örgütlemeye başlar. Kilise, reformcu dinsel anlayışları kontrol için, kendi içinde reform başlatmak zorunda kalır.Buna karşı-reform denir.
* Feodalite döneminde, varlıklarını sürdürseler de giderek “solgunlaşan” Avrupa kentleri, özellikle XII. yydan itibaren para ekonomisinin merkezleri hâline gelmişti. Rönesansın beşiği olan İtalyan kentleriyle Reformun en önemli mekânları olan Alman kentlerinin çok önemli bir benzerlikleri vardı: İtalya ve Almanya’nın siyasal, toplumsal örgütlenişinde kentsel prenslikler hâlâ başat bir rol oynuyordu. Kent ölçeği temelinde bölünmüş siyasal birimler durumundaydılar. Bu kentler, aynı za- manda genç burjuvazinin siyaset arenasıydı. Giderek zenginleşen bu yeni sınıf ve genel olarak kentli orta sınıf Rönesansın ve Reformun arkasındaki temel des- tekleyici güçlerdendir. Bir diğer güç, Reform hareketini bambaşka bir düzlemde siyasallaştıran köylülerdir.
Reformun Öncüleri: Luther, Münzer, Calvin
Luther, Kilise, Din ve Siyaset Martin Luther (1483-1546) 31 Ekim 1517’de Wit- tenberg Saray Kilisesi’nin kapısına astığı ünlü 95 Tez’le Katolik dünyayı parçala- yarak yeni bir dinin öncülüğünü yaptı. Luther’in yaklaşımında özgün olan yan, din- sel işlevi ve anlamıyla Katolik Kilisesi’ni devre dışı bırakmasıydı. İnsanlar istedik- leri gibi davransın, istedikleri gibi iman etsin, kimin kurtuluşa erip ermeyeceği yal- nızca Tanrı’nın bileceği bir şeydi. İnsan kendi iradi seçişleriyle kurtuluşa ereceğini sanmakla büyük yanılgı içindeydi. Luther’in inanan Hristiyan’ın önüne koyduğu seçenek, Kutsal Kitap yoluyla kendini dışa vuran Tanrı’ya iman ve her alanda tezahür eden gizli tanrısal irade bilinemediğinden ötürü de Tanrı’dan korkmaktır.
* Luther’in tezlerinin öncelikli hedefinde endüljans belgesi vardı. Luther bu belge- lerin dağıtımının dinin bir gerekliliği olup olmadığını sorguluyordu. Ayrıca 95 Tez’ inde özetle Papanın bütün cezaları kaldırma yetkisinin olmadığını ileri sürüyordu. İnsanların çoğunluğu endüljans belgesi aracılığıyla aldatılmaktaydı.
* Luther’in ileri sürdüğü görüşler, kiliselerin denetimini ele geçirmeye çalışan Al- man prenslerinin elinde önemli silaha dönüştü. Prenslere bağlı ekipler Roma’ya bağlı kiliselerde İncil’in mesajını yayma adına, ziyaret örtüsü altında denetimler yapmaya başladı ve bu kiliseleri ele geçirdi. 1529 da bir araya gelen prensler, Katolik çoğunluğu protesto eden (Protestanlık sözü buradan gelmektedir) bildiri (protestation) yayınladılar
* Luther’in görüşleri Alman prenslerinin çıkarlarını yansıtıyordu. Buna göre, 2 ayrı kilise vardı: Gerçek Kilise, inananların oluşturduğu kurumsallaşmamış bütünlük, inananlar topluluğu ve bu bütünlüğü ifade eden Kurumsal Kilise. Kurumsal Kilise’ nin Hıristiyanların yaşamını bu dünyada düzenleyen güç ve yetkilere sahip olma- ması gerekir. Aksi takdirde yalnızca kişisel imana bağlı kurtuluş tezi zedelenir.
* Luther’e göre,zor kullanma gücüne sahip tüm iktidarlar, tanımı gereği dünyevidir. Papalık ya da herhangi bir ruhbanlığın dünyevi iktidar üzerinde hak talebinde bu- lunması, yetki gaspından başka anlam taşımaz. Dünyevi iktidarın başı Kilise’yi kendi zor kullanma hak ve yetkisinin alanı içinde tutar ve gerekirse Kilise’ye karşı zor kullanır.
* Görüşleri nedeniyle Luther 1521’de hem papa tarafından aforoza uğradı, hem de İmparator V. Karl (Şarlken) tarafından yasadışı ilan edildi. Saksonya elektörü Friedrich tarafından kaçırılıp saklandı ve uzun yıllar yarı tutsak bir yaşam sürmek zorunda kaldı.
Münzer ve Köylü Ayaklanmaları Köylü Ayaklanmaları 1525’te bütün Almanya’ ya yayılmıştı. Bu ayaklanmalar genellikle iyi örgütlenmemiş, bölgesel, hatta kent- sel ölçekte başlayıp sönen, birbirinden farklı taleplere yönelik bir dizi ayaklanma- dır. Bir yandan topraksız köylüler toprak talep ederken öte yandan köylülerin bir kısmı Hristiyan komünizminin peşinde koşuyordu. Dile getirilme biçimleri dinseldi ve Katolik din anlayışının yerine, Kutsal Kitap’ı esas alan bir dinselliği geçiriyordu.
* Buna göre, köylülerin ilk isteği, köylü toplulukların kendi papazını kendi seçme hakkına sahip olması ve gerektiğinde papazın görevine son verebilme yetkisidir. Aynı şekilde, tümüyle toplumsal talep olan toprak köleliğine ilişkin itiraz da dinsel bir biçimde ifade edilir: Kilisenin demokratik yönetimini, ruhbanın keyfi davranış- larının sona ermesini, Kutsal Kitap’la temellenmeyen bütün vergilerin kalkmasını, toprak köleliğinin lağvedilmesini, senyörlerin haksız gaspıyla kaybedilen toprakla- rın topluluklara iadesini, makul bir vergilendirmeyi ve makul bir yargı düzenini ta- lep ediyorlardı. Köylüler, ağır bir yenilgiye uğradılar. Katolik ve Protestan prensle- rin oluşturduğu “askerî koalisyon” ayaklanmayı bastırdı
* 1525’ten itibaren giderek yaygınlaşan köylü ayaklanmaları kendisine uygun bir başka dinsel algı ve bu dinsel algının önderlerini bulmakta gecikmedi. Önderlerin başında gelen Thomas Münzer, Luther gibi Saksonyalı bir din adamıdır. 1519’da Luther’le tanışarak onun etkisinde kalan Münzer, yine onun önerisiyle Zwickau’ya vaiz olarak gider ama bu gidış onu, köylü ayaklanmalarının organik parçası olan Anabaptistlerle tanıştırır.
* Anabaptistler, Münzer’in soylulara olan nefretinin Kilise’ye olan tepkisiyle birleş- mesini sağlamışlardır. Ayrıca Münzer’le birlikte Anabaptistleri etkileyip biçimlen- diren bir diğer kaynak İsviçre reformunun önde gelen ismi Ulrich Zwingli’nin öğretileridir. Anabaptist etkiler altında, Luther’in iman dediği şeyin “insanda can bulan akıldan başka bir şey olmadığına”, cemaatçi kolektivizme ve yeni bir çağın eşiğinde olunduğuna inanır. Münzer, Zwingli’nin ruhbana karşı cemaati öne çıka- ran algısından hareketle “kılıcın topluluğun ortak malı olduğuna” hükmetmıştır.
* Prensleri Katolik Kilisesi’ne itaat etmemeye çağıran Münzer, prenslerden kopar ve doğrudan prenslere karşı konumlanır.1524’te Mülhausen’e yerleşen ve kentte mal ortaklığına, herkesin eşit iş yükümlülüğüne dayanan ve topluluğun üstünde ve dışında her tür otoritenin ortadan kaldırıldığı bir düzen kurma çabasına girişen Münzer, Mülhausen’in çehresini değiştirse de kendisini yakalamak isteyenlerden daha fazla kaçamaz. 1525’te Frankhausen’de yaralı yakalanan Münzer, uzun ve vahşi işkence uygulamalarından sonra, başı kesilerek idam edilir.
* Köylü Ayaklanmaları bastırıldıktan sonra,Alman soylularının saldırganlığı önemli bir tehdit olarak görülen Anabaptist harekete yönelir.Anabaptistlerin sürekli tehdit olarak kabul edilmelerinin altında devlete karşı tutumları yatar. Devleti yalnızca günahkârları cezalandırıcı bir aygıt kabul ediyor, kendilerini ise “kurtarılmış cema- at” olarak görüyorlardı. Büyük çoğunluğu dünyevi şiddete karşıydı ve kendilerini savunmak dışında, neredeyse tümüyle barişçıydılar.
Calvin ve Dünyanın Dine Uydurulması Luther’in önerdiği yeni, kişisel din nasıl köylü yığınlarının gereksinimlerini karşılamaktan uzak kalmışsa aynı zamanda tarih sahnesinde bütün ağırlığıyla yer almaya hazırlanan genç burjuvazinin gerek- sinimleri için de çok uygun değildi. Luther, açıkça Hristiyanlara şunu söylüyordu: Kimin kurtulup kurtulamayacağını yalnızca Tanrı bilir. Dolayısıyla dünyevi etkin- liklerle, örn iktisadi etkinliklerle kurtuluşu satın almak olanaksızdır. Yapılacak şey Kutsal Kitap’a pasif bir teslimiyetten öte bir şey değildir.
* Aristokrat, tutucu bir din adamı olan Jean Calvin bunu reddeder; kimin kurtula- cağı önceden bellidir ve Tanrı tarafından bilinir ama bu durumda inananın görevi, etkin biçimde çalışmak, Tanrı’nın zaferi için uğraşmak, Tanrı’nın iradesine karşılık gelecek şekilde dünyevi alanda başarılı hayat sürmektir.
* Fakat Calvinci düşünceyi kapitalizmle paralelleştiren asıl adım, bu çalışmanın kazançlarının nasıl kullanılacağıyla ilişkilidir. kişi, elde ettiği kazancı israf etmeme- lidir; bunu lüks tüketim vesilesi yapmamalıdır. Kazandığını, kazancını daha da ar- tırmak üzere yeniden dolaşıma sokmalıdır. Calvinci tıpkı burjuva gibi, tanrısal za- fer için dünyevi başarıyı rasyonel bir biçimde düşünmeli, hesabını iyi yapmalıdır.
* Calvinci yaklaşım için dünyevi başarı, yeniden başka dünyevi başarılar için ser- maye hâline getirilir. Artık kutsanan paranın kendisi değil; sermaye olarak paradır. Böylece Tanrı para kılığında Calvin’in ellerinde yeniden biçimlenir. Luther’in sav- ladığı gibi, kurtuluş için imanla bu dünyadan uzaklaşmaya gerek yoktur. kişi, Tan- rının bizi içine yerleştirdiği konum ve meslek dahilinde ödevini dünyada yerine ge- tirmelidir. Calvin genç burjuvaziyi gerçek dindar olarak da kutsar.
* Kilise’nin dinsel rolü konusunda Luther’le Calvin arasında farklılık göze çarpar. Calvin de Luther gibi başlangıçta Kurumsal Kilise’ye karşı çıkar. Ama Kurumsal Kilise’ye karşıtlık, Calvin’i kiliseyi manevi bir biçimde inananların birliğiyle sınır- landırmaya götürmez; aksine doğru dine uygun yeni bir Kilise kurumu pekala oluşturulabilir. Buna göre, doğru dine inananların denetlenmesi, öğreti ve ritüel- lerin standardizasyonu için kurumsal yeni bir Kilise’ye gereksinim vardır. İnanan- ların dünyevi alanda bu inanca layık olmak için yanlışa sapmalarını önlemek için denetlenmesi ve standartlaştırılması için Kilise’ye ihtiyaç vardır; yani Kilise ruhani otorite olarak tezahür eder.
* Cenevre’de kent yönetiminin başına geçen Calvin, devlete atfettiği rol gereği, kendi dinsel öğretisinin devlet eliyle yaygınlaştırılması için dinsel ayinleri, okula gitmeyi zorunlu kılar. Kimi kurumların “laik” üyelerini bile Tanrı ve Kutsal Kitap adına yemin ettirerek yönetimi tümüyle dinselleştirir. Bu yaklaşım imanın gücüyle devletin gücü arasında bir paralellik olduğunu düşünen, biri zayıfladıkça ötekinin de zayıflayacağını düşünen kitleler eliyle daha da güçlendirilir.
*Yasalar ne kadar katı olursa olsun, kötüleri durdurmak olanaksızdır. Bu durumda yönetici kaçınılmaz olarak şiddete başvurur. Calvin,Luther’in mutlak itaat anlayışı- nı savunacak gibi durur.Farklı olarak dünyevi iktidarı dinsel görevlerle yükümlen- diren Calvin, önceliği dinsel olana verdikçe ister istemez, itaatin sınırlarını çizecek olan şey dünyevi iktidarın bu görevini ne ölçüde yerine getirip getirmediği olur. Öyle ki örneğin dünyevi iktidar dinsel yükümlülüklerini terk etmiş ve itaat talep etmeyi sürdürüyorsa inananın görevi, öncelikle Tanrı’ya itaattir, dünyevi iktidara değil. Ama dünyevi iktidara kim karşı çıkacaktır?
* Reformcu eğilimler insanı irade sahibi, eyleyen ve eylemleriyle kurtuluşu müm- kün olan bir varlık olarak konumlandırınca, bu yeni dindar insan, Rönesansın in- sanıyla buluşmuştur. Bu yeni insanın en önemli siyasal örneği ise auctoritas ile potestas’ın kendisinde birleştiği prensten başkası değildir.
* Aucttorittas ile pottesttas’ın,yani iktidarın ilkesi ve uygulamasının birleşmesi,zoru kullananın bunun haklılığını da kendinde bulmasıyla zoru tekelleştirmesi demektir. Bu durumda zorun kullanımı ile bu kullanımın tekelleştirilmiş haklılaştırımının ayrı kaynakları gerektirmediği belirtilmelidir. İktidarın ilkesi uygulamadan, uygulaması ilkeden bağımsız düşünülmediği için iktidar var olduğu anda meşrudur, Bu anlayı- şın prensin bedeninde cisimleşerek modern egemenlik kuramlarına giden yolun açılması, Reformun döşediği dinsel zeminin Rönesansın biçimlendirdiği prenslik taçlarıyla süslenmesiyle mümkün olabilmıştır.
MACHİAVELLİ: SİYASETE YENİ BİR YAKLAŞIM Rönesans döneminin en öz- gün siyasal düşünürü Niccolò Machiavelli(1469- 1527)’dir. En ünlü kitabı İl Princi- pe (Prens) Papalık’ın izniyle yayımlanmıştır ama yine Papalık bu kitabı dinsizlik suçlamasıyla yasaklamıştır.
* Hegel, Machiavelli’yi ulus devletin en önemli düşünürlerinden olarak selamlar- ken Gramsci, Machiavelli’yi komünizm adına sahiplenir. Bir de Machiavelli’nin ikinci kitabı olan Discorsi sopra la prima deca di Titto Livio (Tittus Livius’un İlk 10 Kitabı Üzerine Söylevler ya da kısaca Discorsi) gündeme gelince bu kez hem bir yandan kötülüğün öğretmeni, bir yandan çelişkili düşünür olarak tanımlanır.Sava göre, İl Principe’de monarşilerin,Discorsi’de cumhuriyetlerin savunusu yapılır. Oy- sa bu iki kitap, farklı siyasal rejimlere vurgu yapıyorsa da aynı öze, “iktidarın ka- zanımı ve korunması” biçiminde ifade edilebilecek olan aynı temaya sahiptir.
Siyaset Bilimi ya da İktidar Sanatı Machiavelli’nin İtalya’sı, çeşitli kent devletleri ile feodal beyliklere bölünmüş çok parçalı bir yapı görünümündedir. Bunlar içinde en önemlileri, Venedik Cumhuriyeti, Milano Dükalığı, Floransa Cumhuriyeti, Na- poli Krallığı ve Roma Papalık Devleti’dir. Aralarında sürekli bir çekişme olan bu “5 büyükler”, nüfuz mücadelelerine diğer kent devletlerini de sürükleyip İtalya’yı bir savaş alanına dönüştürür.
* Machiavelli, kendisinden önceki klasik siyasal düşünce geleneğinden farklı ola- rak, siyaseti salt bir eylemler bütünü olarak algılayıp “kurgusal olmayan” siyaset kuramı geliştirir. Ona göre siyaset biliminin ya da siyaset sanatının ereği, olması gerekeni düşünüp tasarlamak değil, olanı inceleyip açıklamaktır. Machiavelli’ye göre, siyasal öğretilerle ya da kuramlarla ilgili tartışmalara girmeye gerek yoktur; ele alınıp incelenmesi gereken, yalnızca siyasal yaşamın olgularıdır. Bu olguların odağında da, siyasal iktidar sorunsalı bulunmaktadır. Dolayısıyla, tüm siyasal olgular, “ikttidarın kazanılması ya da korunması”yla ilişkilidir. Bu bakımdan siyaset bilimi ya da sanatı, “iktidar nedir, türleri nelerdir, nasıl kazanılır, nasıl elde tutulur, neden kaybedilir” sorularına olgulardan hareketle yanıtlar getirme çabasıdır.
İktidarın Doğallığı ve Zorunluluğu Machiavelli’ye göre,insanın “özünde” kötülük vardır: “İnsanlar, genellikle nankör, kaypak, ikiyüzlü, tehlikeler karşısında ürkek ve kazanç düşkünü yaratıklardır.” İnsanın doğası gereği kötü oluşunu insanın temel bir içgüdüsünden kaynaklandırır ve bu kötülüğü insanlar arasındaki ilişkiler içinde anlamlandırır. İnsanın doğası gereği her şeyi arzu edip ele geçirmeye çalıştığını güçlerinin sınırlı olması nedeniyle bunu hiçbir zaman başaramadığını vurgular. Böylece, sahip olduklarıyla tatmin olmayan, sürekli yeni arayışlar içinde bulunan ve başkalarını kıskanan bir insan çıkmaktadır karşımıza. İnsanların sürekli bir iktidar mücadelesi içinde olmaları, insan doğasının bir gereğidir ve kaçınılmaz bir durumdur. Her insan, bir diğerinin karşısındaki engeldir ve bu nedenle ona göre kötüdür. “sıfır toplamlı iktidar” anlayışını benimseyer, iktidarın miktarı değişmez; dolayısıyla birisinin iktidarının artması, diğerlerinin iktidarlarının azalması, hatta yok olması demektir.
İktidar İçin Doğru Araçlar Özgür iradeye sahip bireyin tarihten aldığı derslerle geleceği öngörme ve başarıyı getirecek eylemleri belirleme yeteneğini elde ede- ceğini ileri sürer, ama tam anlamıyla kaderine hakim olamayacağını da vurgular. Çünkü en iyi şekilde düşünülüp tasarlanmış planların bile başarısızlığa uğrama olasılığı vardır.
* Bu noktada Machiavelli fortuna ve virtù kavramlarına başvurur. Virtù ve Fortuna: Türkçe’ye şans, yazgı ya da talih olarak çevrilebilecek olan fortuna, Machiavelli için insani şeylerin kayganlığını, belirsizliğini dile getirir. İtalyanca’daki yaygın kul- lanımında erdem anlamına gelen virtù kavramına Machiavelli, “insanın yaratıcı enerjisini harekete geçiren yetenek ve beceri” anlamını yükler; ayrıca bu yetene- ğin “güç, kurnazlık, yiğitlik, cesaret, azim, kararlılık” gibi özellikleri de içinde barın- dırdığını kabul eder.Siyasette başarılı olmanın ilk koşulu, insanın virtù sayesinde fortuna’yla baş etmeyi bilmesidir. Fortuna’ya egemen olmak için izlenmesi gere- ken bir başka yolun, ona uyum sağlamak, ona ayak uydurmak ya da kendi deyi- şiyle “onun ördüğü ağları izlemek” olduğunu belirtir. Bunun anlamı, “fortuna’nın rüzgarlarına ve değişen koşullara göre hareket etmeye hazır olunması”dır.
* İnsanın değişken bir kişilik gösterebilmesi, onun doğasının çift yönlü olmasıyla, hem insan hem de hayvan özelliklerini kendinde toplamasıyla ilişkilidir. “Mücadele etmenin iki yolu vardır: Biri yasalarla, diğeri güçle.” Birinci yol insanlara, ikinci yol ise hayvanlara özgüdür. Başarılı olmak isteyen devletin hem insan hem hayvan gibi davranmayı bilmesi gerekir. Ahlakın insan ile hayvanı birbirinden ayırmasına karşılık, siyaset bunları birleştirir. Bu bakımdan siyaset, hayvani şiddetin yasaların üstünlüğü sayesinde dışlanarak insani bir dünyanın kurulması değil, sağlam bir hükmetmenin araçlarının hayvanlığın içinden elde edilmesidir.
* Bu hayvani doğa da çift yönlüdür: Prens, hem aslan hem tilki özelliklerini edin- melidir. “Çünkü aslan ağlara,tilki de kurtlara karşı kendini savunamaz. Koşullar gereği kişinin sözüne sa- dık kalması iktidarı elde etmesine ya da korumasına yararlıysa, böyle davranmalı- dır; durum bunun tam tersi olduğunda ise, sözün- den caymakta bir an bile tered- düt etmemelidir. Elbette bu, duruma göre yapılan seçimin ağır sonuçları da olabilir. Örneğin savaş bunlardan biridir.
Savaşın Kaçınılmazlığı Machiavelli’nin siyaset anlayışı, savaşı kaçınılmaz kılıp savaş sanatının hayati önemini gözler önüne serer. “Saldırmayan saldırıya uğrar” diyen Machiavelli’ye göre, her siyasal özne, güç ilişkileri sisteminin parçası oldu- ğundan, kendisini sürekli bir savaş ortamı içinde bulur. Siyasete içkin zorunluluk, savaşı da zorunlu kılar; “savaş kimlere gerekli ise onlar için haklıdır ve silahlar tek umutt olduğunda kutsaldır.”
* Bu bakımdan Machiavelli’nin gözünde, savaşın siyasete hizmet ettiği gerçeği bir yana, siyaset ile savaş bir çeşit organik birlik içindedir. Savaş, siyasetin özündedir, siyaset yapmanın zorunlu bir biçimidir. Barış zamanı ile savaş zamanı arasında gerçek bir fark yoktur. Barış aldatıcıdır. Barış düşüncesine kapılmak, insanların her şeyin durağan olduğu yanılgısına sürüklenip tembelleşmesine ve virttù’larını yitirip fortuna’ya hazırlıksız yakalanmalarına yol açar; bu devletin yok olmasıdır
* “Orduların iyi olmadığı bir yerde iyi yasalar olamaz.” Demek ki bir devletin kendi içinde adaleti sağlaması ve dışarıda gücüne güç katıp varlığını sürdürmesi, iyi dü- zenlenmiş disiplinli bir orduya sahip olmasına bağlıdır. Ayrıca Yurttaşlık virtù’sunu ya da cumhuriyetçi erdemleri tüm toplumun benimseyebilmesi de ordunun “doğ- ru” bir şekilde yapılanmasına bağlıdır. Ama bu, yeterli olmaz. Ayrıca dinin de “doğru” bir biçimde düzenlenmesi gerekmektedir.
Kilise, Ulusal Din ve Siyaset Machiavelli, siyasal alanı özerkleştirmesine karşın, iktidara ilişkin pratikler bütünü olarak ele aldığı siyaseti dinden ayırmaz, dini siya- setin hizmetine sokar. Dinin teolojik anlamı üzerinde hiç durmayan Machiavelli, dini salt sosyolojik bir öğe olarak değerlendirir.
* Machiavelli’ye göre, dinin devletin güdümünde ve onun hizmetinde güçlenmesi yararlı iken dinsel kurumun ya da Kilise’nin devlete rakip olarak güçlenip dünya işlerine el atmasının büyük sakıncaları vardır.Din kesin olarak devletin denetimi altında olmalıdır.“Dinsizliğimizi Kilise’ye borçluyuz” diyen Machiavelli, tüm yapıtla- rında, Papalık kurumu ile adlarını verdiği çeşitli papaları çok ağır bir dille eleştirir.
* Din konusunda Roma’yı örnek alan Machiavelli, söz siyasal rejimlere gelince de Roma’ya başvurur.
Cumhuriyet: Karma Yönetim Machiavelli, özellikle Discorsi’de ortaya koyduğu Düşünceleriyle cumhuriyetçiliğin “erken bir kuramcısı” olarak kabul edilir. Ancak sözünü ettiği cumhuriyet, demokratik bir cumhuriyet ya da bir demokrasi değildir.
* Discorsi’nin hemen başında, Platon’dan beri süregelen “monarşi, aristokrasi, demokrasi” şeklindeki devlet (ya da yönetim) biçimleri sınıflandırmasını yineleyen, ama bu rejimlerin süreklilik göstermeyip yozlaşmaya açık olduğunu belirten Machiavelli, karma yönetimin üstünlüğü görüşüne ulaşır: Bu karma anayasanın tarihteki en belirgin örneği, Roma Cumhuriyeti’dir. Tıpkı Roma’da olduğu gibi bir cumhuriyetin sürekliliği içermesi, “saf yönetimlerin” istikrarsız yönlerini törpüleyip bunların güçlerini kendi bünyesinde toplamış olmasından kaynaklanır.
* Machiavelli, cumhuriyet ile “özgür kent” ya da “özgür yönetim” kavramlarını eşanlamlı olarak kullanır. Bu bağlamda özgürlük biri dışsal, diğeri içsel olan iki bo- yuta sahiptir. dışsal özgürlük, cumhuriyetin dış güçlere, diğer devletlere karşı ba-
ğımsız olması ve dışarıdan dayatılacak herhangi bir siyasal köleliğe boyun eğme- mesidir. İçsel özgürlüğün ne olduğunu saptayabilmek için, “kimin özgürlüğü?” so- rusunu sormak gerekir. Machiavelli’nin buna verdiği yanıt, “halkın özgürlüğü”dür.
* Cumhuriyetin içsel özgürlüğünden söz etmek, ülkenin yönetiminde halkın otori- tesi ya da daha geniş anlamda toplumun otoritesi dışında hiçbir otoriteyi kabul et- memek ve tüm yönetim erklerinin halktan kaynaklanıp ona karşı sorumlu olması demektir. Bu yüzden cumhuriyet, halkçı bir yönetimdir ama bir demokrasi değildir çünkü hiyerarşik bir örgüte dayanan güçlü bir merkezî yönetimi de içerir, aristok- ratik ve monarşik öğelerle bezenmıştır; bundan dolayı da bir karma anayasadır.
* Cumhuriyetin tam anlamıyla bir karma yönetim olması, karşıt toplumsal güçle- rin siyasal bir denge içine oturtulmuş olmasından ileri gelir. Ancak bu denge di- namiktir ve işleyebilmesi için çatışmacı bir ortamın varlığını zorunlu kılar. Her top- lumda halk ve büyükler (soylular) olmak üzere iki temel toplumsal gücün bulun- duğunu belirten Machiavelli, övgüler düzdüğü Roma Cumhuriyeti’nin bu sınıfların (ya da Roma’daki adlandırmayla pleb ile pattrici’nin) uzlaşmaz çatışmasının bir ürünü olduğunu ileri sürer. Ona göre, birbirine üstünlük sağlayamayan bu iki sı- nıf arasındaki çatışma, bir noktada hukuksal yapıya yansıyıp özgürlüğü güvence altına alan yasaların yapılmasına ve aynı zamanda bu yasalar sayesinde iktidar mücadelesinin yasallaştırılıp kurumsallaştırılarak bir düzen içine oturtulmasına neden olmuştur.
* Machiavelli İl Principe’de monarşiyi, Discorsi’de cumhuriyeti savunuyormuş gi- bi görünür. Bu yüzden tutarsızlıkla eleştirilir. Oysa Machiavelli cumhuriyet ve monarşiyi bir bütünlük içinde kavrar. Machiavelli, devletin kuruluş aşamasında monarşiyi zorunlu görmesine karşın, sürdürülme aşaması söz konusu olduğunda, bu kez cumhuriyetin zorunlu olduğunu vurgular. “Bir cumhuriyetin ya da bir mo- narşinin mutluluğu için yaşamı boyunca bilgelikle yönetecek bir prensin olması yeterli değildir; ölümünden sonra da yönetimin ayakta kalmasını sağlayan yasa- ları koyacak birisinin olması gerekir.” Cumhuriyet gibi monarşi de yasalara sahip olabilir. Fakat bir anlamda yasaları “egemen” kılan, bu sayede iktidarı kişisizleş- tirip tümüyle kurumsallaştıran ve üstelik insanları kamusal sorunlarla ilgili Yurttaş- lara dönüştüren tek yönetim biçimi cumhuriyettir.
Machiavelli’nin Makyavelizmi Machiavelli, amaç-araç ilişkisini, üzerinde hiçbir tartışmaya yer vermeyecek denli açık bir şekilde ortaya koyar. “Prenslerin eylem- lerini yargılamak söz konusu olduğunda, araçlara değil amaca bakılır. Bir prens, amaç olarak devleti elde etmeyi ve korumayı seçsin. O zaman araçları hep övgü- ye değer bulunacak ve herkesçe övülecektir.” Bu durum, bir cumhuriyet için de geçerlidir. “Vatanı, ister alçaklıkla ister onurla olsun, korumak gerekir. Bütün araç- lar iyidir, yeter ki vattan korunsun.”
* Bu görüşleri nedeniyle Machiavelli’yi ahlaksızlığı savunmuş, ahlaki kötülüğün övgüsünü yapmış bir düşünür olarak nitelendirmek olanaksızdır. Ona göre, güç ve şiddet, hiçbir ahlaki değer taşımaz. Ama ne var ki siyasette son hükmü veren daima güçtür ya da gücü içeren virttù’dur; ahlakilik ise, hemen her zaman acizdir. Öyleyse, yapılması gereken şey, ahlak ile siyasetin birbirinden ayrı tutulması, daha doğrusu siyasetin ahlaki değerlerin hükmünden kurtarılmasıdır. İşte Makya- velizmi bir siyasal gerçekçilik olarak damgalayan da budur.
* Aslında, hem kötülüğe başvurma anlamında Makyavelizm hem de bu kötülüğün sorgulanmaması anlamında hikmet-i hükûmet, başarılı bir siyasal eylemin olmaz- sa olmaz koşulları değildir. Machiavelli’nin bize verdiği son ders şudur: Bir siyasal özne, ne kadar güçlü olursa varlığını sürdürebilmek için şiddete, hileye, yasasızlı- ğa başvurmaya, bunları hikmet-i hükûmet mantığı altında gizlemeye de o kadar az gereksinim duyar. Ama “her şeyin değişkenlik içinde olduğu” ve güç ilişkilerinin her an değişebildiği bir dünyada, hiçbir özne, gerek devlet içi gerek devletlerarası alanda, Makyavelizmden ya da hikmet-i hükümet anlayışından vazgeçebilecek kadar güçlü değildir, güçlü de olamaz.
ÜNİTE 4
16. Yüzyıl Devlet düşüncesi
ÜTOPYACI DÜŞÜNCE: YENİ BİR SİYASET ARAYIŞI: Batı Avrupa’da XVI. yy “kralların yüzyılıdır.” Çünkü bu yüzyılda krallar kendilerini sınırlayan din, gelenek- ler ve feodal hukuku aşmaya başlamışlardı. Bu sayede kendilerini “sınırsız hü- kümdarlara” yani mutlak monarklara dönüştürme sürecine girdiler. Bu bazı tepki- leri de getirdi. Ütopyacı tepki bunlardan ilkidir. Geleneksel olarak Thomas More ile başlatılan ütopyacı tepki, ilk elde özel olarak mutlak monarşiye karşı gibi gö- rünür. Oysa ütopyacı düşünüş doğrudan devlet ya da krallıkla sınırlı bir tartışma içermekten çok, yeni bir siyasal toplumun nasıl olması gerektiğine ilişkin düşünsel bir arayıştır. Ütopyacı düşüncenin başta gelen ismi olan More, aynı zamanda kla- sik ütopyacıların da öncü ismidir.
Thomas More ve Utopia Ütopyacı düşüncenin klasik metni olan Utopia’nın ya- zarı İngiliz hukuk ve siyaset adamı Thomas More (1478-1535)’dur. More, burjuva kökenli bir aileden geliyordu. Hukuk eğitimi almış ve 21 yaşında avukat olarak çalışmaya başlamıştı. 1504’te Avam Kamarası üyeliğine seçilerek siyasal yaşa- ma katılmıştır. Avam Kamarası’nda kralın sınırsız iktidarına karşı çıkan More, kı- sa zamanda Kral VII. Henry’nin öfkesini üstüne çeker. Kralın öfkesinden kurtul- mak için Londra’yı terk eder ve kralın ölümü, VIII. Henry’nin tahta geçmesiyle yeniden ülkesine döner. Artık More’un altın yılları başlamıştır. Londra’da yargıçlı- ğa atanan More, hümanist tutumuyla halkın ve aynı zamanda avukatlığını yaptığı Londra tüccarlarının gözdesi hâline gelir.
* More’un yaşadığı dönemde İngiltere 3.5 milyonluk küçük bir ülkedir. İrlanda ve İskoçya henüz bağımsızdır. Nüfusun büyük bir bölümü kırsal alanda yer almak- tadır. XV. yüzyılda, serşik sistemi tasfiye edildiğinden, küçük mülk sahibi olarak köylülük özgür bir sınıf olarak belirmıştır. 1452-1485 yılları arasında süren İki Gül Savaşı’nın ardından krallık da gücünü iyice artırmıştır.
* İki Gül Savaşı’yla tahta çıkan VII. Henry, 24 yıl süren krallığı süresince tam bir mutlak monark hâline gelir. Kendisini sınırlayan parlamento gibi kurumları etkisiz- leştirir. Bu dönemde parlamento yalnızca 7 kez toplanlmıştır. Kral, aynı zamanda yönetilenler üzerinde de demirden yumruğunu eksik etmez. Ama bu demir yum- ruk bile, büyük toplumsal hareketliliği önlemeye yetmez.
* Özellikle dokuma endüstrisinin büyük bir aşama kaydetmesi ve yün fiyatlarının artmasıyla kırsal alanlarda topraklar çitlerle çevrilerek koyun sürüleri yetiştirilme-
ye başlanır. Bu da küçük toprak sahiplerinin topraklarından koparılmasıyla sonuç- lanır. Köylülerin kentlere yığılmasıyla kentlerde, en başta Londra’da suç oranları ve dilencilik inanılmaz boyutlara varır. More’un Utopia’yı yazdığı dönemde, yal- nızca Londra’da 70 bin dolayında dilenci vardır. VII. Henry zamanında 1 yıl içinde, soygun ve cinayet gibi suçlamalar nedeniyle asılanların sayısı, aynı suçlar için Fransa’da 7 yılda asılanlardan daha fazladır. Bir dönem sonra, VIII. Henry’nin son dört yılında ise hırsızlık ve serserilik suçundan idam edilenlerin sayısı 70 bindir.
* Gücünü artıran krallığın en önemli destekçilerinin başında yeoman adı verilen, çeşitli siyasal hakları elde edebilecek kadar gelire sahip çiftçiler gelmektedir. Bu çiftçiler kendi yükselişlerini geleneksel soyluluğun aleyhine kaydettikleri için, do-
ğal olarak mutlak monarşiyi, yani tek hükümran olarak kralı destekler. Krallığın diğer destekçisi, More’un da avukatlıklarını üstlendiği tüccarlardır.
* VII. Henry’nin özellikle deniz ticaretine önem vermesi nedeniyle hızla yükselen bir sınıfa dönüşen ticaret burjuvazisi, artık siyasal alanda da söz sahibi olmaya başlamıştır. Bunun dışında genttry denilen ve kırsal bölgelerde, soy üzerine değil de zenginlik üzerine inşa edilmiş bir tür küçük aristokrasi de anılmalıdır. Genç kapitalizm feodalizmi çözmüş ama bu arada köylüleri de aç bırakmıştır.
* Bir anlamda İngiltere “koyunların insanları yediği bir ülke”ye dönüşmüştür. More’ un ifadesiyle “başka yerlerde o kadar tatlı, o kadar tok gözlü olan bu hayvanlar sizin memleketinizde öyle aç gözlü, öyle doymak bilmez olmuşlar ki insanları bile yiyorlar, kırları, köyleri, evleri silip süpürüyorlar.” VII. ve VIII. Henry, bu süreci ya- vaşlatmaya çalışmışlarsa da gerek yeni duruma çok çabuk ayak uyduran gele- neksel büyük toprak sahiplerinin artık toprağı modern bir yatırım amacı olarak görmeye başlamaları, gerek genç burjuvazinin özgür emeğe duyduğu gereksinim karşısında pek etkili olamamışlardır.
* More’un siyasal yaşamda parlamasıyla VIII. Henry, More’u, 1518’de kendisinin özel danışmanı yapar. 1525’te More parlamento başkanı (speaker) olur. 1529’da ise More artık Lord High Chancellor yani başbakan olmuştur. Ancak hızla yükselen More’un düşüşü de hızlı olacaktır.
* Aynı dönemde yeniden evlenmek üzere karısın- dan boşanmak isteyen VIII. Henry’nin başı Papalık’ın boşanmaya direnmesi nedeniyle derttedir. Ama kral bu krizi yetkilerini genişletmek için fırsata çevirmeyi bilir. Artık krallığın kendi dışında- ki bir otorite olarak Papalık’tan kurtulma zamanı gel- mıştır. Papalık’a karşı çıkarı- lan 1532 tarihli Actt of Supremacy yasasıyla kral kendi- sini aynı zamanda İngiliz Kilisesi’nin başı olarak ilan ettirir. Böylece Anglikan Kili- sesi Papalık’tan kopar.
* More bu gelişmeler karşısında krallığa muhalefet etmemek için sağlık nedenle- rini ileri sürerek görevinden istifa eder. Çünkü More İngiltere’nin Katolik dünyanın bir parçası olarak kalmasından yanadır. Ancak istifası More’u kralın hışmından kur- tarmaya yetmez. 1534 Mart’ında Actt of Supremacy’yi kabul ettiğine dair yemin et- meye zorlanır; yemin etmeyi reddedince Londra Kulesi’e hapsedilir. More, vatan hainliğiyle suçlanınca kendini savunmak zorunda kalır.
* Savunmasında, adı geçen yasanın Tanrı’nın yasasına aykırı olduğunu ve parlamentonun bir kişiyi, o kişi kral bile olsa, Kilise’nin başı olarak ilan etmeye hakkı olmadığını ileri sürer. Bu aynı zamanda Thomas More’un ölüm fermanıdır da. Ölümü soğukkanlılıkla karşılayan Thomas More, 6 Temmuz 1535’te başı kesilerek idam edilir. Artık İngiltere krallığı mutlak bir monarşidir.
* Thomas More’un eğlenmek için yazdığını söylediği Uttopia’sı 1516’da Latince olarak Louvain’de yayımlanmıştır. Kendi dilinde ve ülkesinde yayımlanabilmesi içinse 1551’i beklemek gerekir.
* Ütopyanın temelde gözettiği şey, insanların mutluluğudur. İnsanlar mutluluğa layıktır ama mutluluk asla bireysel, tekil bir şey değildir. İnsanların mutluluğu an- cak toplumun mutluluğuyla mümkün olabilir. Bu durumda mutluluğa giden yol toplumsal eşitlikten geçmektedir. More’a göre, “mülkün tekelde ve mutlak olduğu bir devlette eşitlik kurulamaz (...) çünkü orada herkes türlü yollarla kazanabildiği kadar kazanmakta haklı görür kendini.” Bunun açık anlamı şudur: Mevcut toplum- sal yapı temelinden değiştirilmelidir.
* Temel, özel mülkiyet oldukça hiçbir şey ya- pılamaz. Bu bakımdan ütopyacı düşünüş, More’dan başlayarak, ilk elde bir ttabula rasa, boş bir levha yaratarak, bu levha üzerinde, en mükemmel siyasal toplumu yoktan var eder. İşte Thomas More bu düşünsel girişimin öncüsüdür. Bu girişimin- de hiç kuşkusuz kendi döneminin İngiltere’sinden etkilendiği gibi, bu dönemde başta Batı Avrupa olmak üzere, dünyada olup bitenler de More’a ütopyayı yazdır- mış olmalıdır.
Ütopya ve Utopia Bugün ütopya sözcüğü, daha çok gerçekleşmesi olanaksız, hayalî ama yine de istenir, ülküsel olan şeyleri nitelemek için kullanılan bir addır. Oysa siyasal düşünce içinde bu terim, hayalî oluşu ya da gerçekleşip gerçekleşe- meyeceği bir yana, üreticisi tarafından ortaya konulan ideal bir siyasal toplumu nitelemektedir.
* Hayalî oluşu ütopyanın ayırt edici yanı değildir. Çünkü ütopyanın dışında, örn masallar, fanteziler ya da düşsel geziler ve bilim-kurgu ürünleri de hayalîdir.
Thomas More’un icat ettiği ütopya sözcüğünün kökeni Yunancadır. More, “yer” anlamına gelen ttopos kelimesinin önüne “yok” anlamına gelen “ou” takısını getirerek, “olmayan yer, yok yer, hiçbir yer, yersiz” anlamına gelen bu terimi (U-Topos) türetmiş ve 1516 yılında Latince olarak yayınlattığı kitabına da Uttopia adını vermiştir.
* Siyasal düşünce tarihi içinde ütopya teriminin genel olarak ifade ettiği şey, hiç- bir yerde olmayan, ancak gerçekleşmesi arzulanan yetkin toplumsal-siyasal bir düzen tasarımıdır. Bu bakımdan ütopyalar toplumsal bir nitelik taşır, bireysel ya da kişisel değil.
“Herkesten uzakta, okyanusun ortasında, mutlu bir hayat sürmek isterdim” ya da “Çok zengin olsaydım, herkesi ‘satın alıp’ şöyle bir düzen kurmak isterdim” gibi hayaller ütop- yayla karıştırılmamalıdır. Bunlar, kişilerin düşleridir ve tek belirleyicisi de kişilerin kendileridir.
* More’dan çok önce, ütopyanın öncüsü olarak Platon ve Devlett adlı yapıtı sa- yılabilir. Platon örneğinin işaret ettiği gibi, ütopyanın izleri geriye doğru sürülebi- liyorsa ileriye doğru da sürülebilir. Bu çerçevede önce İngiliz, daha sonra da Fran- sız Devrimleri’nin etkisi ile ütopya sözcüğünün, ideal, mutlu toplum taslakları an- lamında da yaygın olarak kullanılmaya başlanmasıyla birlikte,“ou-topos”daki “ou” nun yerine, Yunanca iyi anlamına gelen “eu” takısı getirilir ve olmayan yer, anlam olarak iyi yere, muttlu yere dönüşür.
* Thomas More’dan başlayarak ütopyaların ortaya çıkişi öncelikle üretildikleri dö- nemle ilgilidir. Örneğin More’un ütopyası, bir anlamda 1500’lü yılların İngiltere’si- nin eleştirel bir yansımasıdır. Ancak kuşkusuz ütopyalar yalnızca kendi çağların- dan beslenmezler. Genel olarak Rönesans döneminde ortaya çıkan hümanizm ütopyaları beslediği gibi, Reform hareketi ütopyalar açısından önemli kaynaktır.
* Ütopyalar Orta Çağdaki egemen dinsel dünya görüşünün insan zihnini tekeline almasının sona ermeye başlamasıyla ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, doğal, insani erdeme, akla ve iradeye kötü gözle bakan, Hristiyanlığın temel dogmalarından birini, ilk günah kavrayışını reddederler. Örn More’un ütopyasında, Hristiyanlığın Kilise ve yozlaşmış din adamları elinde çarpıtılması açık bir biçimde eleştirilmıştır.
* Ayrıca More’da din, özel alana hapsedilmiş; siyaset ve din tamamen birbirinden ayrılmıştır. Dinî iktidarla dünyevi iktidar arasındaki çatışma, bu dünyanın mutlak iktidarına sahip Platon’un filozof kralına benzeyen Kral Utopus’un, birleş- tirici ve koruyucu babalığıyla çözülmüştür.
* Aynı dönemlerde Avrupalıların, Yeni Dünya’yı, yani Amerika kıtasını keşfediyor olmaları, ütopyaları etkileyen bir başka faktördür. Bu anlamda özellikle Amerigo Vespucci (1454-1512)’nin 1507 yılında basılan ve dört yıl içinde on üç baskı ya- pıp birçok Avrupa diline çevrilen yolculuk öykülerinde anlatılan Yeni Dünya yerlile- ri ile ütopya adaları sakinlerinin yaşayış tarzları arasındaki benzerlik dikkat çeker.
Utopia: Yeni Bir Toplum, Yeni Bir SiyasetKendi yaşadığı dönemin İngiltere’sini ağır bir biçimde eleştiren More, iki ana bölüm- den oluşan kitabının ilk bölümünde diyalog yöntemini kullanarak hakim siyasal düzeni şiddetle eleştirir.
* İkinci bölümde ise More’un kendi kurduğu dünya anlatılır. Bir yandan bir Röne- sans aydını olarak More, Batı Avrupa’yı Batı Avrupa yapan temel değerlere sıkı sıkıya bağlıdır. Öyle ki ütopyasının bütün malzemelerini bu kültürden devşirir; düş ülkesinin halkının eski Yunan köklerinin işaret edilmesi gibi. Ama aynı anda More, kendisi ne kadar bağımlı olursa olsun, mevcut hâliyle Avrupa’dan kopmak zorun- dadır. Çünkü bu Avrupa, kesinlikle adaletsizliğin, yoksulluğun, pisliğin, eşitsizliğin dünyasıdır. Bu bakımdan sahip olduğu Rönesans kültüründe olumladığı ne varsa, More hepsini alır ve bunlarla Uttopia adasını kurar.
* Kitapta Utopia adasını kuran Kral Utopos, Abraxa yarımadasını ele geçirerek yarımadayı bir adaya dönüştürür. Kral Utopos’un bu yeni ülkesinde bu vahşi, ka- ba Abraxalılar uygar, kibar, uslu Uttopialılar’a dönüşürler. Bu dönüşümün tamam- lanmasının ardından ortaya çıkan, mükemmel bir toplumdur. More, bu toplumun mükemmelliğine halel gelmemesi için gerçeklikle her tür bağını özenle keser.
* Öyle ki anlatıdaki her bir özel isim gerçekliği reddetmek üzere özel olarak uydu- rulmuştur. Örn asli anlatıcı Raphael’in ikinci adı Hytthloday boş konuşan, geveze anlamına gelmektedir. Kent başkanının adı olan Adamus da benzer biçimde Yu- nanca’dan alınmıştır ve a-demos, halkı, yönettiği olmayan yönetici anlamında kul- lanılmaktadır. Öyle ki Uttopia’nın başkenti Amaurotte aynı şekilde, açık seçik görülemeyen anlamı taşımaktadır.
* Utopia adası en geniş yeri iki yüz mil olan bir adadır. 54 büyük şehri vardır. Hep- sinde aynı dil, töreler, kurumlar, yasalar geçerlidir. Hepsi aynı planla kurulmuştur. Şehirlerin arası cetvelle ölçülmüş gibi 24 mil, yani bir günlük yürüme mesafesidir. Her şehrin tarım için 20 millik toprağı vardır. Hiçbir şehir sınırlarını genişletemez. Tarlaların ortasında çiftlik evleri bulunur ve her mevsim nöbetleşe işçi gönderilir tarlalara.Tüm Utopia- lılar çiftçiliği öğrenmek zorundadır. Bu nedenle de birlikler hâlinde iki yıllık süreyle çiftçilik yaparlar. Ama hiç kimse toprakların sahibi değildir çünkü Utopia’da özel mülkiyet yoktur.
* More,bütün Utopia’yı bir aile gibi tasarlamıştır. Aile içinde hangi ilişkiler baskınsa Utopia’da da karakteristik olan o ilişkilerdir. Örn evlenmeyecek yaşta olan çocuk- ların yetişkinlere, kadınların erkeklere hizmet etmesi gibi. Uttopialıların gündelik yaşamı bu ilişkiler ağı içinde örgütlenir.
* Uttopia mutlu yer olarak varlığını, aksi iddia edilse de aslında eşitsizlikçi yapısı- na borçludur.Bazı işlerin,özellikle hayvanların avlanması ve kesilmesi, şehre gire- cek yiyecek maddelerinin temizlenmesi gibi işlerin) yapılabilmesi için kölelerin ve dışarıdan gelen köle statüsüne razı işçilerin varlığı bu eşitsizliğin bir göstergesidir.
* Aynı şekilde Utopialıların meşru saydığı haklı savaşlar için paralı askerlerin var- lığının öngörülmesi; eril hakimiyet için kadınların zayıflığının öne sürülmesi, mev- cut toplum düzeninin belirli bir disiplin içinde yeniden üretilebilmesi için herkesin bulunduğu mevkiyi, aksi bir gereklilik olmadıkça koruması gibi gereklilikler ya da eşitsizlikler bunun işaretleridir.
* Utopia’da “amaç önce halkın somutt ihttiyaçlarını gidermek, sonra [halkı] bede- nin köleliğinden kurttarmaktır.” Yani “düşünceyi özgürce işletmek, kafa yetilerini bilim ve sanatla geliştirmek.” Her şey buna dönüktür. Bu bağlamda akşam 8de yatılır ve sekiz saat uykuya verilir. çalışma, uyku ve yemek dışındaki zamanları herkes dilediği gibi kullanabilir. Ama her sabah gün doğmadan serbest ders saat- leri vardır, dileyen herkes buna katılabilir. İzlemeyenler ise kendi zanaat kolları ne ise onunla ilgilenir.
* Bu sade yaşam din için de geçerlidir. Tüm Utopialılar aslında doğaya tapınırlar. Çoğu tek tanrıcıdır, ona baba derler. Din değiştirmenin önünde bir engel yoktur; dinî propaganda yapmanın önünde de bir engel yoktur; hayatın olağan disiplinini aksatmamak ve en önemlisi diğer dinleri aşağılamamak kaydıyla. Ancak bu vicdan özgürlüğü ateizmi kapsamaz. Aksine Yurttaşların en büyük korkusu dinsizlik cezasına çarptırılmaktır.
* Utopia’da kadınlar on sekiz, erkekler yirmi iki yaşından önce evlenemez ve bir kez evlilik gerçekleşti mi ya ölümle biter ya da yöneticiler kurulunun izniyle. Ama evliliğin bitmesine neden olduğu düşünülen eş bir daha evlenemeyeceği gibi, herkesin gözünde de rezil olur. Ayrıca evlilik kurallarına bağlı kalmayanlar, yani aslında sadakat yeminine bağlı kalmayanlar, köleleştirilir.
* Eğitim çok küçük yaşta başlatılır ve bütün doğa ve beşerî bilimlerin yanı sıra,be- den eğitimi, savaş sanatı, tarım başta olmak üzere dokumacılık, hayvancılık gibi zanaatlara yönelik olarak gün boyu devam eder. Bu eğitimler sonucunda herkes yeteneğine göre bir alanda uzmanlaşır. Ütopya toplumlarında, her ne kadar göre- ce eşitlikçi bir yapı varsa da aslında bilgi ve yetenek düzleminde birbirinden ayrıl- mış tabakalaşma mevcuttur:
* Alt tabaka (kol gücü ağırlıklı işleri yapanlar) ve üst tabaka (bilim, yönetim gibi ka- fa işleri yapanlar, entelektüeller). Bu eğitim süreci, aynı zamanda sistemin mutlu, uyumlu ve istikrarlı bir durağanlık durumunda bulunmasını garanti eder. Bunun içinse kolektif bütünlüğü mümkün kılan, potansiyel olarak yıkıcı bireyciliğin, bencilliğin ortadan kaldırılması gerekmektedir.
* Asayişin sağlanması için bir güvenlik kuvveti ya da suçluların cezalandırıldığı mahkemeler ya da cezaevleri yoktur. Çok erken yaşlardan itibaren başlayan ve ömür boyu süren eğitim süreci insan doğasını şekillendirip onu suç işleyemez inşa eder.
* Ayrıca yine de olası suçlara karşı toplum bütün olarak bir aile gibi örgütlendiğin- den, herkes herkesin gözetimi altında bulundurulmakta ve herhangi bir ihlal görül- düğü anda öncelikle herkesin bağlı olduğu aile birliği tarafından müdahale edilir.
* Gönüllü olarak kuralla- ra uyan, uymayanları da kendisiyle birlikte uymaya zorla- yan gönüllü kulluğun doğası. İşte bu sorunu da mutlak monarşilere karşı ikinci tepkiyi oluşturan Étienne de La Boétie ele alacaktır.
GÖNÜLLÜ KULLUK VE ÉTIENNE DE LA BOÉTIE XVI. yyda iktidarlar mutlak biçimler almaya başladıkça ortaya çıkan tepkilerin 2.sini Étienne de La Boétie ve yapıtı Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev temsil eder.İlk tepkiyi temsil eden ütopyacı düşünüşten farklı olarak, La Boétie siyaset sorununu siyasetin ta kendisini eleşti- rerek tartışır.
* Siyaseti devlet merkezli kavrayan La Boétie, devleti reddetmek için en başta si- yaseti reddeder.La Boétie’ye göre, insan doğuştan ya da doğal olarak siyasal bir hayvan değildir; insan sonradan siyasal bir hayvan hâline gelir. La Boétie siyasal iktidarın ya da devletin özünün tiranlıktan,bu özü arzulamanınsa gönüllü kulluktan başka şey olmadığını savunduğu için,bu vasfıyla sıklıkla anarşist yaklaşımın er- ken bir öncüsü sayılmıştır ama bu, çok da yerinde bir saptama değildir.
* La Boétie,Machiavelli gibi, başlangıçta siyaseti iktidar ilişkileri olarak kavrar;hük- meden ile hükmedilen arasındaki ilişkiden başka bir şey değildir siyaset. Machia- velli’nin temel çıkış noktası hükmedenin ya da prensin iradesiydi. Oysa La Boétie, bunun yerine hükmedilenlerin iradesinin iktidar ilişkisini mümkün kıldığını, var etti- ğini ve yeniden ürettiğini işaret eder. Hükmedilenler iktidarı arzulamaktadır.
* O hâlde Machiavelli’nin özenle üzerinde durduğunun tersine, tiran kendi bece- rileri, siyaset zanaatkarlığı ya da “virttù”su sayesinde iktidar sahibi değildir; tersine onu hüküm sahibi kılan, tam da köleliği arzulayanların, hükmedilenlerin iradesidir. Yani La Boétie bir yandan iktidar ilişkileri olarak siyasetin kötülükten başka bir şey olmadığını söylemekte, bir yandan da bizzat bu kötülüğe maruz kalanların bu kötülüğü arzuladıklarını ve sürdürdüklerini savunmaktadır.
Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev Etienne de La Boétie burjuva ailesine mensup- tur. La Boétie’nin yaşadığı dönemde Fransız monarşisinin temel sorunu ülkedeki din çatışmalarıydı. Bu çatışmalar içinde ise üç ana eğilim kendini gösteriyordu.
* Birinci eğilim “Katolik Parti”, ikinci eğilim ise tam karşı kutupta ve Fransız Protes- tanları olan Huguenot’ların başını çektiği “Protestan Parti” idi. Bu iki karşıt kutup arasında ise dinsel hoşgörü yanlısı olan “Politikler Partisi” yer alıyordu.
* Politikler, Katolikliğin devletin dini olarak kalmasını ama aynı anda, Protestanlar için de dinsel özgürlüğün güvence altına alınmasını savunuyorlardı. Bunun müm- kün olabilmesi için Katolik Kilisesi başta olmak üzere bütün kiliselerin mutlak bi- çimde monarşiye bağlı olması gerektiğini öne sürüyorlardı. Monarşi bu yaklaşıma uygun olarak 1562 tarihli Ocak Fermanı’yla bütün Protestanlara ibadet özgürlüğü- nü tanıyacaktır ama, ülkedeki dinsel çatışmaları sona erdirmek için yeterli olmaz.
* La Boétie’nin temel metni olan olan Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev (ya da kısa- ca Söylev) ise ne zaman yazıldığı kesin olarak bilinmese de bu ortamda kaleme alınmıştır. Ama 1572’deki Saint-Barthélemy Kıyımı Söylev’in de kaderini değişti- rir. Kıyıma uğrayan Protestanlar artık krala karşı etkin bir direniş gerektiğini, baş- kaldırının ve tiranın öldürülmesinin meşru olduğunu savunurlar; bu görüşün
en önemli savunucuları ise Monarkomaklardır.
* Söylev de bu görüşleri temellendirmek için kullanılan metinlerden biri hâline gelir. Oysa Söylev tiranlığa karşı yazılmış bir metin değildir; niteliği ne olursa olsun,doğ- rudan siyasal iktidara karşı kaleme alınmıştır.
* Din savaşlarının yatışmasıyla Söylev iki yüz yıl boyunca unutulur. Fransız Devri- mi’yle yeniden hatırlanan yapıt bu kez demokrasinin övgüsü olarak selamlanır. Yapıt, 1970’li yıllarda bu kez “evrensel” boyutu itibarıyla bir kez daha keşfedilir. Buna göre, “iktidarın ya da devletin baskıcı, otoriter bir özü vardır” ve Söylev yüzyıllar öncesinden tam da bu özü tartışan bir ilk metin niteliğindedir. Ama oku- runa çıkış yolu da göstermez; son derece kötümser bir metindir. Söylev anarşist bir metin değildir.
* La Boétie açısından insanın siyasal bir hayvan olarak konumlandırılması,doğru- dan, insanın mutsuz olarak konumlandırılması demektir. Çünkü ona göre, nerede siyasetten söz ediliyorsa, orada siyasal iktidardan söz edilmektedir ve siyasal ikti- darın olduğu yerde de insanların mutluluğundan söz etmek olanaksızdır.
Devletin Tiranlığı, Tiranlığın Devleti Söylev, kimi yanlış anlamlandırmalara da uygun biçimde, sürekli tiranlıktan söz eder.Ama bunun anlamı La Boétie’nin söz- cüğün düz anlamıyla tiranı ve tiranlığı, yani bir kişiyi ve o kişinin hükümdarlığını kastettiği değildir. Söylev’in tiranı egemenden, tiranlık da kurumsallaşmış merkezî siyasal iktidardan başka bir şey değildir. Öyle ki La Boétie, tiranı bir heykele, onu ayakta tutan kurumsal yapı olarak devleti ise onun kaidesine benzetir. Bu anlamda dikkat edil- mesi ve asıl anlaşılması gereken şey, kaidenin üstündeki heykel değil, kaidenin kendisidir.
*Siyasal iktidardan gerçek anlamda söz edebilmek için asıl ikinci boyuta dikkat çeker La Boétie: Yani siyasal iktidarın buyruğunun o buyruğa maruz kalanlarca
onanması aşamasına. Çünkü hükmeden taraf, iktidar ilişkileri içinde, kendisini bu- yuran ve buyruğuna gönüllü olarak uyulan taraf olarak kuramazsa yıkılır gider. Yalnızca şiddete ya da hileye dayanılarak hüküm sürülemez.
Kulluk Arzusu La Boétie’nin temel sorusu şudur: Hükmedilen halk niçin ve nasıl boyun eğerek onaylayana, yani gönüllü kullar toplamına dönüşür? Halk özgürlü- ğünü ve daha da önemlisi özgürlük istencini yitirdiği için alçaklaşır.
* Siyasal iktidar bu araçlar sayesinde halka kendisini, onu çok düşünen bir baba, onu besleyen bir el, kendisine itaat edilmesi çok doğal olan ve dünyanın asla on- suz düşünülemeyeceği bir Tanrı gibi sunar. Bunun için halktan kepçeyle aldığının bir bölümünü kaşıkla geri vermesi artar bile. Halk, kendisine sunulanın bir lütuf olduğunu düşünür, kendisine verilenin zaten kendisine ait olduğunu,üstelik büyük bölümünün de elinden alındığını düşünmez bile.
* La Boétie’nin halka ilişkin olumsuz sözleri, halk düşmanlığı olarak değerlendiril- memelidir. düşünür, kategorik olarak halka karşı bir tutum içinde olmaktan çok, siyasal iktidarın itaat temelli olmak üzere şekillendirdiği bir “kullar toplamı olarak halk”a karşı olumsuz bir duruşa sahiptir.
MONARKOMAKLAR: KRALLIK “İYİ”, TİRANLIK “KÖTÜ”Monarkomaklar,mut- lak monarşiye karşı üçüncü tepkiyi oluşturur. Ama bu tepkiyi anlamak için önce hatırda tutulması gereken şey, Reform ve Rönesans’ın bazı sonuçlarıdır.
* Reform’un dinsel çoğulculuğu artırmakla birlikte, aynı zamanda dinsel bağlılığı canlandırdığı açıktır. Dinsel bağlılık çeşitlilik içinde yoğunlaşırken aynı zamanda bu çeşitlilik yeni bir dinsel birlik ya da homojenlik arayışını da kışkırtıyordu. Aynı şekilde Rönesansın edebiyat eliyle ulusal dilleri geliştirmesi ve dildeki bu homo- jenleşmenin ulusal homojenlik arayışlarını artırması yeni çatışmaları körüklüyordu
* Kralların kendi güçlerini merkezîleştirmek ve artırmak için bu homojenlik arayı- şının peşine düşmeleri çatışmayı kaçınılmaz kılar. Özellikle Fransa, İngiltere, İs- koçya, Hollanda gibi ülkelerde nüfusun kendi içindeki dinsel çeşitlilikler ya da din- sel çoğunluk ile krallıkların dinsel aidiyetleri arasındaki gerilimler, gerek aynı ülke- nin sınırları içinde gerekse krallıklar arasında din savaşlarına giden yolu açar.
* Gerçekten de özellikle XVII. yüzyılın ilk yarısında Avrupa kanlı din savaşlarıyla sarsılacaktır. Bunun simgesel ilk adımlarından biri Saint- Barthélemy Kıyımı’dır.
Saint-Barthélemy Kıyımı, önemli reformcuların “siyasal otoriteye itaat” yaklaşımı- nın da sonu olur. Reformcular esasta siyasal iktidara itaati savunuyorlardı ama şimdi, itaati öğütlemek pek de mümkün değildi.
* Mutlak monarşiye karşı çıkılmalı ve hatta doğru dine mensup olmadığı ölçüde tiran kabul edilen Katolik krallar tahttan indirilmeli ve öldürülmeliydi (tyrannicide). Tiranlaşan kralın öldürülebileceği, hatta onu öldürmenin bir hakkın ötesinde bir görev olduğu yolundaki yaklaşım özellikle İngiltere’de ve İskoçya’da hayat buldu.
Saint-Barthélemy Kıyımı: Fransa’da 1572de Fransız Protestanları olan Huguenot’ lara karşı, aşırı Katoliklerin devlet desteğinde giriştiği büyük katliam. 24 Ağustos 1572’de Saint-Barthélemy Yortusu günü, bizzat Kral IX. Charles ve annesi Cathe- rine de Médicis’nin onayıyla Katolikler, Paris’te, Protestanları kılıçtan geçirmeye başladılar.
* Saint-Barthélemy Katliamı’yla Fransız Protestanlar da krala karşı direnmek ve hatta tiranlaşan kralı öldürmek gerektiğine ikna oldular ve bunu yaygınlaştırmak için, ciddi bir yayın faaliyetine giriştiler. Genel olarak monarşinin mutlak monarşi- ye evrilmesine karşı çıkan, bunu tiranlaşmak olarak okuyan ve tiranlaşan krala karşı direnişi ve tiranın öldürülmesini savunan bu görüş sahipleri Monarkomak olarak adlandırılır.
Monarkomaklar’ın Temel Görüşleri Monarkomak yazarlardan ilki François Hot- man’dır. Saint-Barthélemy Kıyımı’ndan kaçarak Cenevre’ye sığınmış ve hukuk profesörlüğü yapmıştır.Hotman’ın başlıca yapıtı Franco-Gallia tarihsel kanıtlardan hareketle Fransa’da hiçbir zaman monarşinin mutlak bir nitelik almadığını göster- meyi amaçlayan bir yapıttır. Hotman’ın amacı, geride kalmış ataların anayasasını canlandırmaktır. Ona göre Frankların Galya Krallığı’nda, krallar seçimle iş başına gelirdi; état’ların, yani din adamlarının, soyluların ve halkın oluşturduğu katmanla- rın seçimiyle.
* Kralı olabildiğince sınırlandırmaya çalışan Hotman, birçok hakkı kralın elinden almaya uğraşır. Örn kral, devlet görevlilerini işten atamaz, devlet topraklarını sa- tamaz, ülkenin para değeriyle oynayamaz vb.
* Hotman’a göre, kralı başa geçirenin onu tahtan indirmeye de hakkı vardır. Yani halk, temsilcilerinin yer aldığı Éttatts Généraux aracılığıyla kralı tahttan indirebilir. Fransa Krallığı’nın karma bir krallık olduğunu savunan Hotman, krallık gücüyle halk gücü arasında kan uyuşmazlığı olduğunu kabul eder.
* Bir diğer Monarkomak, Théodore de Bèze de Hotman gibi hukuk öğrenimi gör- müştür.De Bèze’in tutumu çifte standartlıdır.Eğer kral Protestansa yani onun dini- ne mensupsa tiranlaşmış bile olsa “bize zulmedenler için dua edelim” demekle yetinir ama kral Katolikse itaati savunmaz.
* De Bèze, De Jure magisttrattum in subdittos (Yönetticilerin Uyrukları Üzerindeki Hakları) adlı yapıtında Ka- toliklerin çoğunluk olduğu yerlerde Protestanları diren- meye çağırır. Yani kralın tiran sayılmasının ölçüsü, De Bèze’in sahip olduğu din- sel anlayışa sahip olmamasıdır ki bu durumda bütün Katolik krallar sapkın sayıla- rak tiran ilan edilebilecektir.Kralı önce Tanrı’yla, “doğru din” ile sınırlayan De Bèze, ikinci bir sınır olarak halkı işaret eder. Siyasal iktidar özünde halka aittir.
* O hâlde Katolik krallar hem doğru dine mensup olmamalarıyla hem de halkın onayına bağlı iktidarlarını mutlaklaştırmalarıyla tiran hâline gelmişlerdir.
* Bu durumda, bu hakka sahip olan ara yöneticiler, tiranlaşan krala karşı diren- mek ve gerekiyorsa onu öldürmek zorundadırlar. Eğer Éttatts Généraux dağıtıl- mış ve toplanamıyorsa bu durumda direnme hakkı ülkede en sağlam kalmış kesi- min eline geçer. Bu sağlam kesim, ihtiyaç duyuyorsa kralı devirmek için gerekirse dışarıdan, örn Protestan bir devletten yardım alabilir. Böylece De Bèze din adına ülkelerin birbirlerinin iç işlerine karışmalarını da doğrulamış olur.
* Tiranlık sorunuyla ilgili bir diğer yazar, George Buchanan ise yaşamının büyük bölümünü Fransa’da geçirmişse de İskoçyalıdır. Buchanan teolojik eğilimler ser- gilemekten çok hümanist bir yaklaşıma sahiptir. De Jure regni aputt Scotus’ta (İs- koçya’daki Krallık Yönettimi Üstüne) önce krallığı ele alır, sonra tiranı tanımlaya- rak ne yapılması gerektiğini saptar.
* Buchanan’a göre, toplumsal yaşam, insanın toplumsallaşma içgüdüsünden kaynaklanır ve doğaldır. Ama siyasal iktidar toplumla beraber belirmez. İnsanlar toplumsal yaşamdaki adaletsizliklerden kurtulmak için anlaşarak iktidarı yaratırlar ve yönetimi kendi içlerindeki en erdemliye teslim ederler. O hâlde kral halkça, halk için yaratılmıştır.
* Ayrıca kral da nihayetinde insandır, yani mükemmel değildir. Bu nedenle krala yardım etsin, insani tutkularının esiri olmasın diye ayrıca bir de yasa konulur. Krallık iktidarını frenleyen ilk şey yasadır. Kral bu yasaya uymak zorunda olduğu- na göre, yasa kraldan üstündür, onu var eden halk ise ikisinden de üstündür. Halk en üstün olduğuna göre, istediğini kral olarak seçip koşullarını ona dayatır.
* Bu durumda halkla arasındaki sözleşmeyi çiğneyen ve keyfi bir yönetim süren kişi tiranlaşmıştır. Ayrıca krallık halkla sözleşmeye dayandığına göre, sözleşme olmaksızın krallığı gasp eden kişi de tirandır. Her iki tiranlık biçiminde de birinde sözleşme bozulduğu, ötekinde sözleşme olmadığı için halk başlangıçtaki özgürlü- ğüne geri döner. Bu durumda halk tirana karşı direnecektir.
* Protestan gelenek içinden üzerinde durulacak son Monarkomak isim, hâlâ ger- çek kimliği bilinemeyen Stephanus Junius Brutus’tur; bu takma addır ve İsviçre’de 1579’da yayımlanan Vindiciae contra tyrannos (Tiranlara karşı Direnme ya da Öç Alma Hakkı) adlı kitabın yazarıdır.
* Yapıtta inşa edilen zemin kralın Katolik, uyrukların Protestan olduğu bir zemindir. Brutus’a göre, prens iktidarını Tanrı’dan almıştır ve Tanrı onun efendisidir. Dolayı- sıyla kral bu efendinin buyruklarına tabidir ve uyruklar bu koşul varlığını sürdürdü- ğü sürece krala boyun eğeceklerdir.Tanrı,kral ve halk arasında sözleşme vardır. Kral hem halka hem Tanrı’ya karşı sorumludur.
* Ayrıca bir üçüncü sınırlama daha getirir Brutus: Yasalar. Kral temel yasalara da uymak zorundadır.
* Brutus halk dediği zaman, halkın temsilcilerini, krallığın bir özeti olarak gördüğü Tabakalar Genel Meclisi yani Éttatts Généraux’yu anlar. Kral tiranlaşır, Tanrı’yla olan 1.sözleşmeyi çiğnerse direnme yalnızca bir hak değil, günaha girmemek için yerine getirilmesi gereken görevdir çünkü Tanrı’ya karşı halk da yükümlendirilir.
JEAN BODİN VE EGEMENLİK Jean Bodin’in siyasal düşünce tarihindeki önemi egemenlik kavramını armağan etmesinden kaynaklanır. Bodin, monarşiyi felsefi- hukuksal temeller üzerine oturtmuş ve ona din dışı bir anlam kazandırmıştır.Ma- chiavelli için siyaset prensin iktidarıyla birlikte anlamlıydı ama bu iktidarı egemen- likle donatan Bodin olmuştur. Böylece modern devlet düşüncesi ihtiyaç duyduğu temel kavrama da kavuşmuştur.
* Jean Bodin Protestanların çoğunlukta olduğu Toulouse’da hukuk öğrenimi gö- ren ve ardından 1561’e kadar bu kentin Hukuk Fakültesi’nde öğretim üyeliği görevinde bulunan bir siyasal düşünürdür.
* O da La Boétie gibi, Katolikler ile Huguenott’lar(Fransız Protestanlar) arasındaki savaşların yaşandığı ortamın düşünürüdür. Buna bağlı olarak dinsel hoşgörüyü savunan Bodin, bu kargaşa ortamından ancak egemenliğin tek kişinin elinde olduğu mutlak monarşi sayesinde çıkılabileceği kanısındaydı. Bu zor dönemde düzenin yeniden kurulması için kralın mutlak iktidarını savunan Bodin, egemenlik kavramıyla pekiştirdiği başyapıtı Les six livres de la République’i (Devletin Altı Ki- tabı) 1576’da yayımladı.
Bodin’e Göre Devlet Devlete özgü temel nitelik ya da devletin özü, egemen erk (ya da egemenlik) ile donanmış olmasıdır. Bodinin tanımında üç unsur dikkat çekmektedir: Doğruluk, aileler ve ortak şeyler.
* Bodin için doğruluk ya da doğru yönetim,devleti karakterize eden temel unsurla- rın başında gelir. Çünkü ona göre, devletin temeli güç ve şiddettir. Bu yaklaşım a- çıkça her iktidarın Tanrı’dan kaynaklandığı biçimindeki dinî anlayışı reddeder
* Bodin, böylece en başta Kilise ile devlet arasındaki bağı keser. Ancak temeline güç ve şiddetin yerleştirildiği devleti, güç ve şiddete dayalı diğer şeylerden örn eşkıyalıktan, korsanlıktan ayıran şey doğruluktur. Bu özellik, devlet yönetiminin doğruluğu, adaleti içermesidir.
* Devletin tanımında karşımıza çıkan ikinci unsur ailelerin yönetimidir. Bodin’e göre aile, özel mülkiyet hakkı bulunan ve babanın otoritesi altında örgütlenen doğal bir birimdir; bu birimler devleti oluşturan ilk hücrelerdir.
* Devletin tanımında karşılaştığımız üçüncü unsura, ortak şeylerin yönetimine gelince, bu unsur, devletin kamusallık vasfına ilişkindir. Zaten Bodin’in devleti ifa- de etmek için Fransızca Éttatt (ya da eski yazılışıyla esttatt) sözcüğü yerine, Latincedeki “kamusal şey” ya da “kamusal olan” anlamına gelen res publica’dan türetilmiş république sözcüğünü kullanmasının bir nedeni de budur. Toplumda or- tak ya da kamusal bazı şeylerin olmaması durumunda devletin de olamayacağını Bodin açıkça dile getirir: “
Bodin’e Göre Egemenlik Bodin’e göre, kendisinden önce hiçbir hukukçunun ya da siyaset bilimcinin doğru bir şekilde açıklayamadığı egemen erk ya da egemen- lik, siyasal toplumun özünü oluşturur. Bu bakımdan devleti diğer topluluk biçimle- rinden ayıran başat öğedir: Bodin, egemenliği “yurttaşlar üzerindeki en yüksek,en mutlak ve en sürekli güç” olarak nitelendirir ve ardından bu özü ortaya koyabilmek için temel özelliklerini sıralar.
1.Egemenlik: Mutlaktır Egemenliğin mutlak oluşu, en açık biçimde egemenin yasalarla olan ilişkisi içinde görülür: Dolayısıyla egemen, ne kendi yaptığı yasalar- la ne de kendinden öncekilerin yaptıklarıyla bağlıdır. Bunun anlamı, egemenin yeni yasalar yaparken gereksiz gördüğü yasaları bozma ya da ortadan kaldırma gücüne sahip olmasıdır. Bu bakımdan yasa, hukuktan önce gelir.
2.Egemenlik: Süreklidir Yöneticiden çok farklı olan egemen prens, egemenlik hakkını ömür boyu kullandıktan sonra, tacıyla birlikte kendinden sonrakine aktarır. Bodin’in egemenliğin özelliği olarak ortaya koyduğu süreklilik ilkesi, onun modern devlet kuramına getirdiği en önemli katkılardan biridir.
* Devlet erki ya da egemenlik auctoritas (iktidarın ilkesi) ile potestas’ın (iktidarın kullanımı) tek bir yerde birleşmesi şeklinde ele alındığında, özellikle auctoritas’a özgü olan süreklilik sayesinde devlet iktidarı onu kullanan kişiden (ya da kişiler- den) bağımsızlaşır ve devlet düşünülebilir bir olgu durumuna gelir.
3.Egemenlik: Birdir, Bölünemez, Devredilemez Egemenliğin mutlak ve sürekli oluşu, onun “bir” olmasını gerektirir. Bu bakımdan egemenlik, parçalanmamak ve bir bütün olarak kalmak koşuluyla bir prenste, bir azınlıkta ya da toplumun tümün- de olabilir. Dolayısıyla farklı devlet biçimleri vardır ve hatta her devlet, farklı şekil- lerde yönetilebilir. Ancak bu üstün erkin bir yanda prens, soylular ve halk arasında paylaştırılması, öte yanda devredilerek iki ya da ikiden fazla “egemen” arasında bölüştürülmesi durumunda, “bir”lik yani ege- menlik yok olmuş, devlet yıkılmış demektir..
Devlet Biçimleri ve Yönetimler:Bodin’e göre “monarşi, aristokrasi vedemokrasi” olmak üzere üç devlet biçimi vardır. Ama bu sınıflandırma egemenliğe göredir. Örn egemenlik tek bir kişide toplanmışsa monarşi söz konusudur.
* Bunun dışında, egemenliğin bölünmediği unutulmadan, iktidarın kullanım biçimi- ne göre farklı yönetim biçimleri ortaya çıkabilir. Örn egemenlik tek kişinin elinde toplandığı için monarşi olan devlet biçiminde, bütün yönetsel yetkiler yine kralın elindeyse monarşik bir monarşi, bütün yönetsel yetkiler soyluların elindeyse monarşik bir aristokrasi, bu yetkiler halkın elindeyse monarşik bir demokrasiden söz edilebilir.
* Böylece üç ayrı devlet biçiminin her birinin altında üç ayrı yönetim biçimi, yani toplam dokuz ayrı yönetim biçimi söz konusu olabilir.
Ölümsüz Siyasal Beden: Biyolojik varlığının dışında egemen varlık olarak kralın bedeni ölümsüzdür. 1557’de İngiltere’de açılmış olan bir davada on yıl önce ölmüş Kral VIII. Henry’nin adı karışmış ve dava yargıcı “kral bir siyasal bedendir” diye karar alınca diğer yargıçlar da şu kararı imzalamışlardır: “Kral yasa tarafından halkın başı ve yöneticisi olarak kabul edildiğinden, sonsuza dek sürecek bir sürekliliğin adıdır. Bu nedenle kral hiçbir zaman ölmez.”
4.Egemenlik: Mutlak Ama Sınırlı Bodin, egemen varlığın tiran olarak görülmesi- ni istemez. Ayrıca burjuvazinin haklarını, en başta da özel mülkiyet hakkını kral karşısında güvence altına almak ister. Bunun için, daha devlet tanımı yaparken dışarıda bıraktığı Tanrı’yı ve tanrısal yasaları yeniden gündeme getirir ve bunların egemeni sınırladığını belirtir.
* İkinci sınır çizgisini de krallığın temel yasaları olarak çizer. Örn kral ölümünden sonra kimin tahta geçeceğini belirleyen ardıllık kurallarını asla değiştiremez. Yani, bir yandan egemen varlığın kendisinden önceki yasalarla bağlı olmadığını söyle- yen Bodin,bu kez onu sınırlamak için kendinden önceki temel yasalara atıf yapar.
* Egemen, son olarak, ekonomik olarak nitelendirilebilecek sınırlamalarla karşı karşıyadır. Özel mülkiyetin doğallığını benimseyen Bodin, özel mülkiyet, doğal olarak aileye ait olduğundan, egemenliğin erk alanının dışında tutar.
* Bodin’in yaklaşımında görülebilecek bu çelişki iki ayrı yaklaşımla aşılabilir. İlk yaklaşım devletin tanımı gereği kamusal alanın adaletli yönetimi olmasından ötü- rü, bu sınırlamalar bizzat egemenliğin özünden kaynaklanmaktadır. Bu bakımdan egemen, kendisine dışarıdan dayatılmamış olan ve kullandığı erkin özünde bulu- nan bu sınırlamalar sayesinde devleti, dolayısıyla kendi varlığını tehlikeye atma- mış olur.
* İkinci yaklaşım, bu sınırlamaları egemenliğin özüyle (auctoritas) değil, egemen- liğin kullanımıyla (pottesttas) ilişkilendirir; bir başka deyişle sözü edilen sınırlar, egemenlik için değil, egemen içindir. Egemenlik özünde sınırsızdır; onu kullanan prense getirilmiş sınırlamalar, erkinin mutlak oluşunu ortadan kaldırmaz, sadece keyfi olmadığını işaret eder.
* Ayrıca bu sınırlamaların hiçbir pratik anlamı yoktur ya da bir başka deyişle sınırlamalar egemeni ancak vicdanen bağlayabilir. Çünkü kral, doğal-tanrısal yasalara aykırı birtakım işlere girişse, adaleti ayaklar altına alsa bile, ona karşı hukuki anlamda bir yaptırım uygulanamaz. Keyfiliğe kaçıp tiranlığa sapmış krala karşı halkın ya da herhangi bir kesimin direnme hakkı yoktur.
Egemenlik ve Meşruluk Her ne kadar egemenlik ile egemen birbirinden farklı ise de egemenin yozlaşması devleti bozulmaya götürebilir. Kralın yozlaşmasının temel nedeni ise elinde bulundurduğu mutlak iktidardır: Bu durumun oluşmasını, doğal-tanrısal yasalar önleyebilir. Daha açıkçası, prensin kendisini egemenliğin kötü etkilerinden korumasının tek yolu, tanrısal yasalara uygun davranmasıdır. Bir bakıma, tanrısal yasalar ya da din, iyi siyasetin tek güvencesi olarak belirir.
* Bu noktada meşruluk konusunun sorunlu bir hâle geldiği söylenebilir. Bodin, devleti egemenlik (yani iktidarın ilkesi ile kullanımının birleştirilmesi) olarak ta- nımlamasıyla meşruluğa modern bir anlam kazandırmıştı. Kurumsallaşmış si- yasal iktidar, ilkesini (aucttorittas) kendi içinde barındırdığından, meşru olabilmek için dışsal ya da aşkın bir güce gereksinim duymaz.
* Bir başka deyişle devlet, meşruluğunu Tanrı’dan değil kendinden alır ya da daha doğrusu, devlet doğrudan doğruya meşruluktur. Bu durumda, devletin egemen erkini kullanan prensin de meşru olmaması olanaksızdır.
* Fakat daha sonra, egemenliğin kullanımı aşaması söz konusu olduğunda, yal- nızca tanrısal yasalara uyan kral ile onun kişiliğinde somutlaşan devletin meşru olduğu anlayışı gündeme gelir. Böylece devletin oluşumunda ya da egemenliğin özünde hiçbir yere sahip olmayan Tanrı, siyasal otoritenin meşruluk kaynağı hâli- ne getirilmiş olur.
* Meşruluğun farklı düz- lemleri olduğu göz önünde bulundurulduğunda, Bodin’in tanrısallığa, devletin oluşumundaki meşruluk düzleminde değil, yalnızca devlet iktidarının kullanımındaki meşruluk düzleminde yer verdiği görülür. Bir Bodin yo- rumcusunun deyişiyle “egemenlik, özünde değil, görünümünde tanrısaldır.” Dev- let iktidarının kullanımı bakımından Tanrı ile ilişkilendirilmesi sayesinde, hem prensin bu yeryüzünde Tanrı gibi mutlak ve sınırsız bir güce sahip olduğu vurgu- lanmakta hem de uyrukların tıpkı Tanrı’ya itaat edercesine prense mutlak şekilde boyun eğmelerinin altı çizilmektedir. Yoksa Bodin’in bu düzlemde Tanrı’yı işin içine sokarak, Kilise’ye ya da papaya prens karşısında bir üstünlük tanımak gibi bir niyeti yoktur.
Bodin’in Etkisi Bodin’in ortaya attığı egemenlik kuramı, feodal çağın kalıntılarına ya da feodal içerikli yönetim arayışlarına karşı, mutlak monarşiye getirilmiş önemli bir dayanaktır. Ona göre, siyasal otoriteyi dağıtan ve gelenek ile görenekleri ön plana koyan feodal sistem, merkezî devlet anlayışının tam karşı kutbunda yer alır
* Bu nedenle feodalite, hukuk öncesi ve devlet öncesi bir yapılanmayı ifade eder. Egemenlik kuramı, Fransa’da, Papalık ile imparatorluğun Fransa Krallığı üzerinde hiçbir hak iddiasında bulunamayacaklarını göstermiş olur. Egemen olan Fransa kralı, erkini ne papadan ne de imparatordan almıştır; bunlara karşı hiçbir borcu, hiçbir bağımlılığı yoktur.
* Böylece devlete içkin olan ve kralda somutlaşan egemenlik, “ulusal devlet” ile “ulusal özgürlük” kavramlarını havada asılı kalmaktan kurtarıp sağlam temeller üzerine oturtmuş olur.
* Bodin’in Les six livres de la République’te dile getirdiği egemenlik kavramı mo- dern devleti açıklamada öylesine önemli bir düşünsel kategori hâline gelecektir ki Bodin’den sonra devleti ele almaya kalkışan hemen hiçbir düşünür bu kavramı kullanmamazlık edemeyecektir.
* Ancak Bodin’in egemenlik kuramı, tam bir içsel bütünlüğe sahip değildir ve belli sorunları içinde barındırır. Çünkü Bodin, egemenin kişiliğine vurgu yaptığından egemenlik ile egemen arasındaki ayrımı tam anlamıyla keskinleştirememiş, ne- denleri ne olursa olsun egemenliği aşkın bir güçten (Tanrı’dan)tümüyle soyutlaya- mamış ve egemenliği olmasa da egemeni (pottesttas düzeyinde) sınırlardan kurtaramamış, ayrıca egemenliğin kökenine yeterince açıklık kazandıramayıp onu rasyonalite ile donatamamıştır.
* Bu nedenle egemenlik kavramının son sınırına kadar tutarlı bir kullanımını Thomas Hobbes gösterecektir.
ANTİK YUNAN, POLİS VE SİYASET İÖ VIII. yy polis’lerin hızla şekillendiği yüz- yıldır. Bu yüzyılda ticaret canlanmış, kabile üyelerini birbirine bağlayan soy bağ- ları çözülmüş, topraklar artık kabilelerin ortak malı olmaktan çıkıp özel ellerde toplanmaya başlamıştır.Kabilelerde farklı roller ve işlevler üstlenenler kendilerini doğuştan, soydan ayrıcalıklı bir sınıf,aristokrasi olarak örgütlemeyi ve bu üstünlü- ğü kabul ettirmeyi başarmış,köy topluluklarında topraklarını kaybedenler ticaretin merkezlerine aktıkça pazar merkezli olarak polis’ler oluşmaya başlamıştı.
* Aristokrasi: Birden fazla soyun bulunduğu bir toplulukta belirli bir soyun, doğuş- tan, diğer soylara göre üstün kabul edildiği, bu nedenle bu soyun iyilik, yetenek, bilgi, beceri, erdem, cesaret vb. bakımlardan ayrıcalıklı sayılmasıyla yönetme hakkının da bu soy tarafından üstlenildiği azınlığın yönetimi.
Polis’lerin Temel Özellikleri:Antik Yunan dünyasının en önemli polislerinden biri olan Sparta ve Atina’dır. Her biri, diğerlerinden ayrı özerk bir varlığa sahiptir.
* Sparta’nın siyasal düşünce bakımından, toprak mülkiyetini, genel olarak özel mülkiyeti ve buna dayalı yaşam tarzını reddeden özellik taşıması önemidir. Spar- ta’nın özellikle eşitlikçi ve ortaklaşmacı hayat tarzı vardır.Bu bakımdan Sparta’ nın temel yasası Lykurgos Yasalarının tarihin ilk en önemli ütopyacı metinlerindendir.
* İÖ 431de başlayan ve 27 yıl sürüp Sparta’nın zaferiyle biten Peloponnesos Savaşı, Sparta’nın kendi içine kapalı, yetinmeci dünyasını zenginlikle tanıştırıp, kendi içinde eşitsizliği başlatarak yıkılışını hızlandıracaktır.
Demokrasi Mücadeleleri ve Polis: Atina Örneği Atina polis’i Sparta’nın tersine, ticaret sayesinde zenginleşmiştir.
* Polis’in siyasal haklara sahip nüfusu,(Yurttaşları) 4 ana sınıfa ayrılmıştır.
* Eupattrides (iyi doğmuşlar, soylular),
* Geomeres (küçük çiftçiler),
* Demiurgos (zanaatkarlar) ve
* Tthettes’ler yani emekçiler, en yoksullardır.
* Ayrıca özgür olmakla birlikte Yurttaş olmadığından, herhangi bir siyasal hakka sahip olmayan, çoğunlukla ticaret ve zanaatla uğraşan yerleşik yabancılar, yani mettoikos’lar ve köleler nüfusun diğer ana parçalarını oluşturmaktadır.
* Atina’da İÖ VII. yyla gelindiğinde, krallık tümüyle tasfiye edilmıştir. Ama topluluk hâlâ tthesmoi’ye, yani tanrısal kökenli, kutsal olduğuna inanılan, sözlü, gelenek- sel yasalara göre yönetilmektedir.
* Ancak bu yasalar giderek soyluların elinde tekelleşip Atina zenginleşip geliştikçe yeni gereksinimlere karşılık vermeyerek, İÖ 630da Atinalı Kylon’un soyluların ikti- darını devirerek tiran olma girişiminde bulunmasına sebep olmuştur.
* Tiran: Lydia kökenli bir sözcüktür. Günümüzde özellikle yönetimini baskı ve eziyet sayesinde sürdüren yöneticilere denir. Oysa Yunan dünyasında tyrannos, iktidarı mevcut yasal düzenlemelere aykırı biçimde ele geçirmiş kimselerdir. Tiranlığın olumsuz içeriği öne çıktıkça, tiranların öldürülmesi, yani tyrannicide genellikle olumlu bir eylem olarak karşılanır
* Drakon yasaları; İÖ 621 Bu yasalar aslında eski kabile hukukunun soyluların çıkarlarına uygun olarak yazıya geçirilmesidir. Artık thesmoi yerini, insan yapısı, yazılı, erşilebilir ve tartışılabilir,değişime açık yasalara; nomoi ’ye bırakmıştır.
* Solon Drakon yasaları iç karışıklıkları ortadan kaldırmayıp İÖ 594’te görev alır. Önce borç köleliğini kaldırmıştır.En büyük yeniliği Yurttaşları, gelir ve servet- lerine göre yeniden tasnif edip ait olunan vergi dilimi büyüdükçe Yurttaşları daha fazla siyasal hak sahibi kılması olmuştur. Buna göre, yoksul köylüler ve kentli emekçiler gelir ve servet sıralamasında sonuncu olduklarından, vergi diliminde de sonda yer alır. Bundan ötürü de zengin Yurttaşlara göre daha az, daha önemsiz siyasal haklara sahip olmaktadırlar.
* Atina’da Yurttaşların siyasal haklarını kullanımı çeşitli kurumlar aracılığıyla ger- çekleşir. Bunların başında krallık yıkıldıktan sonra, yürütme işleriyle görevli olan ve soyluların elinde bulunan arkhon’luk gelmektedir. Ayrıca arkhon’luk dışında, strategos’luk (komutanlık) gibi yüksek devlet görevlileri vardı.
* Solon bunların yanı sıra diğer kurumlara da müdahale eder. Bunların başında ekklesia (halk meclisi) gelir. Bu meclis, 4 sınıftan bütün Yurttaşlara açıktır ve aynı ölçüde de önemsizdir.
* Önemli bir kurum areopagus’luktur ve görevini tamamlayan arkhon’lar yaşam boyu bunun üyesi olurlar.Soyluların tekelindedir ve devlet işlerini denetler, gerek- tiğinde suçlu bulduğu kişileri Yurttaşlıktan atma yetkisine sahiptir.
* Bir diğer önemli kurum ise bule’dir (dörtyüzler meclisi). Bu kurum ekklesia’nın gündemini hazırlayan, yasa önerilerini taslak hâline getiren ve soyluların elinde olan kurumdur. Son olarak heliaia (halk mahkemeleri) anılmalıdır.Bu mahkemeler 30 yaşını dolduran her Yurttaşa açıktır.Yurttaşlar kura ile 1 yıllığına görev alabilir.
* Solon’un düzenlemeleriyle yoksul Yurttaşlar siyasal kurumlar içinde rol alıyormuş gibi gözükse de rol aldıkları kurumlar aslında etkisizdir. Bu da Solon düzenlemelerinin de Atina’daki iç çatışmaları durdurmaya yetmemiştir.
* Bunun örneği Peisistratos, soylu kökenli ama soyuyla bağlarını koparmış bir yö- neticidir; yoksul sınıfların desteğiyle, İÖ 560’ta iktidarı ele geçirir ve İÖ 527’deki ölümüne dek soylu sınıflara ağır darbe vurur. Ama ölümünün ardından soylular iktidarı yeniden ele geçirerek oligarşik rejimi yeniden inşa ederler.
* Oligarşi: Azınlığın yönetimi. Yunan dünyası az sayıda (oligoi) kişinin yönetimi el- de tutmasından ötürü bu rejime“azınlığın ya da az sayıda kişinin yönetimi” anla- mında oligarkhia, oligarşi demeyi tercih etmıştır.
* İÖ 508-507 e dek sürekli iç karışıklık yaşayan Atina, Kleisthenes’in reformlarıyla yeniden demokratikleşmeye başlar. Kleisthenes, öncelikle Solon’un zayıflattığı si- yasal anlam taşıyan kabile-soy bağlarını neredeyse tümüyle tasfiye eder. Yurttaş- lık, deme (yer, mahal) bağlarına göre yeniden örgütlenir. Kleisthenes yeni siyasal düzeni isonomia, yani bir anlamda yasalar önünde eşitlik olarak adlandırılır.
* İsonomia Yurttaşlık hakları bakımından yasalar nezdinde eşitlik talebidir. Yurt- taşlık ile mülkiyet arasında doğrudan bağ bulunduğu için, bu talepler daha çok mülkiyet rejimiyle ilgili talepler olarak ortaya çıkar.
* İsegoria konuşmada eşitlik ya da ifade özgürlüğü gibi düşünülebilirse de esasta doğrudan siyasal hak taleplerini içerir.
* İ Ö492’den İÖ 449’a kadar çeşitli aralıklarla süren Pers Savaşlarının ardından Atina’da iki önemli gücün mücadelesi başlar. Bir yanda toprak sahipleri vardır; di- ğer yanda daha çok ticaret ve denizcilikle uğraşan kesimlerle emekçiler. Bunların oluşturduğu demokratlar isonomia ve isegoria’nın peşindedir.Demokratların zafe- riyle biter ve demokratlar İÖ 444-429 da Perikles’le iktidar sahibi olurlar.
* Perikles döneminde Atina ve demokrasi altın çağını yaşar. Pers Savaşları ardın- dan arka arkaya gerçekleştirilen reformlarla bütün Yurttaşların siyasal haklara tam anlamıyla eşit biçimde sahip olmalarına olanak tanınır. Atina demokrasisi “doğrudan demokrasi” olarak anılır.Uzmanlık geretiren yüksek memurluklara tüm Yurttaşlar, bir kereye mahsus seçilip, diğer memurluklara bir yıl için kurayla atanıyordu. Herkesin eşit olarak siyasal iktidara katılması (isokrattia), ilke olarak benimsenmıştır.
* Ekklesia’da toplanan halkın,devlet yönetimini sürekli denetleme yetkisi vardır; yöneticiler ya da çeşitli devlet memurları,her an halkça sorguya çekilip görevlerin- den alınabilirler. Bunlar da doğrudan demokrasinin özelliklerindendir.Ekklesia’nın siyasal yaşamdaki en önemli işlevi ideolojiktir: Aslında iktidarın dizginleri,yüksek yöneticilik makamlarına seçilenlerin elindeydi Örn 15 yıl art arda başkomutanlığa (sttrattegos auttokrattor) seçilen Perikles, gerçek lider, “tek adamı” olmuştu. Ama Peloponnesos Savaşı’nda yenilen Atina’da, Sparta’nın katkısıyla demokrasiye, bir süre son verildi.
* İÖ 355 e doğru artık bütün Yunan yarımadası siyasal olarak dağılmış, Make- donyalıların etkisi başlamıştı. İÖ 339’da Khaironeia Savaşı ile Yunan dünyası tümüyle Makedon egemenliği altına girdi. III. Aleksandros (Büyük İskender) seferleriyle bütün polis ’leri kendine bağladı.
* Ardından İÖ 146’da Roma hâkimiyeti başladı. Atina ve Sparta özerk kent ilan edildi; diğer polis ’ler doğrudan bağımlı kentler hâline geldiler. Hepsi görünüşte özerk, yani iç işlerinde özgürdü ama Atina ile Sparta askerlik ve vergiden de mu- aftı; fark buydu. İÖ 86’da Yunan ayaklanması patlayınca, Roma İmparatorluğu polisin hukuksal, siyasal ve tarihsel varlığına son noktayı koyup Yunan yarımada- sını eyaleti yaptı
Yurttaşlığın Anlamı ve Boyutları başlangıçta Atina ve Sparta’da Yurttaşlığın temel koşulu, belli bir soya (genos’a) ait olabilmekti.
* Ama Atina’da soy bağlarının yerini deme bağları aldıkça özgürlük öne çıkmıştır. Özgürlük özellikle başkası için çalışmak zorunda olmayı efendisizliği işaret eder. Bu anlamda, Yunan uygarlığı,özgürlükle zorunluluklar dünyasını birbirinden ayı- ran vasfa sahiptir.
* Yurttaş insan, köle insan değildi. Mettoikos’lar ise çalışan sınıflardı. Ticaret ya da zanaatlarla uğraşıyorlardı. Biriktirdikleri servete her an polis el koyabilirdir. Onlar da özgürlük değil, zorunluluk alanına aittiler.
* Kadınların özgürlük durumu; ev kölelerinin üstünde, onları çekip çevirmekle gö- revli olduklarından bir tür efendidirler ama evin efendilerine,yani kocalarına ba- ğımlıdır. Tümüyle zorunluluklar alanına aittir. Bu alana oikos, (hane) alanı denir (Ekonomi sözcüğü buradan gelir)İnsanın maddi ihtiyaçlarının karşılandığı alandır.
* İnsanı, hayvandan, başka insandan ve Yunancadan başka dil konuştuğu için barbar olarak nitelenen Persliden ayıran şey, öncelikle zorunluluklar sisteminden özgürleşmesi, ona tabi, onun tutsağı olmaktan çıkmasıdır. Bunu mümkün kılan polis ’in varlığıdır. O hâlde tam bir insan ancak bir Yurttaştır.
Atina’da Demokrasi Sorunu Demokrasi daha baştan kapsamı nedeniyle, belirli kesimlerin demos’tan dışlanmasıyla siyaseten özürlüdür, demokrasinin rejim ve fikir olarak düşmanları, bu sınırlı kapsama bile karşı çıkar.
* Bunun ilk örneği Yaşlı Oligark Atinalıların Anayasası adlı risalesinde, onurlu insanların özelliği olan özenlilik, gözüpeklik ve adalet en iyilerde bulunur. Oysa demokrasi eşitlik yüzünden avam halkın, soyca üstün ve ayrıcalıklı kimselerden daha çok erk elde etmesine yol açar. Halk daha fazla erk elde etmemelidir çünkü halk yoksulluğu yüzünden aşağılık davranışlara yönelir.
* Ksenophon (İÖ 426- 355)’a göre demokrasi “halk despotluğu”dur, kimi siyasal görevler için kura yoluna başvurduğundan yeteneksizler de en az yetenekliler ka- dar siyasal işlevsel kılınmıştır. Yeteneksizlerin, bilgisizlerin siyasal işlerin başına geçmesi zaten açıkça demokrasinin yozluğunu göstermektedir.
* Herodotos (İÖ 484-425) için “halk idaresi, adı güzel, İsonomia, yasalar karşısın- da eşitlik”tir. “İkincisi, hükümdarın aşırılıkları bunda yok; yöneticiler kura ile seçilir; yöneticiler sorumluluk taşır;her karar kamuya dayanır.”deyip demokrasiyi savunur
* Perikles demokrasinin savunucusudur. Bunu da kendini en açık seçik Cenaze Töreni Söylevi ’nde gösterir.“İdare şeklimizin adı demokratia’dır. Bu ad ona birkaç kişiye değil, bütün yurttaşlara dayandığı için verilmiştir..Devlet işlerinde herkesin alabileceği yer şu ya da bu soydan oluşuna değil, gösterdiği yüksek yetenekle kazandığı üne göredir.”
POLİS’TE SİYASAL DÜŞÜNCENİN ÖNCÜLERİ 3 doğa filozofu Thales, Anaksi- mandros ve Anaksimenes (İÖ 585-525?) Miletos’tan (İyonya) çıkmıştır.
* Ephesos (bugünkü adıyla Efes), Herakleitos’un yurdudur. Herakleitos soylu bir aileden geldiğinden demokrasiden nefret eder.Çünkü ona göre, en doğru şey bilge bir kişinin iradesine itaat etmektir.
* Demokritos’a göre insanlar mutluluğun ve mutsuzluğun ne olduğunu bilmedik- leri, arzularına gem vuramadıkları ölçüde, birbirlerine karşı hasetçe, düşmanca duygular geliştirir.
* Bu yüzden toplumsal ve siyasal bir düzenlemeye gerek duyulur. Yani yasalar ve devlet bundan ötürü vardır. Demokritos da bir demokrasi savunucusu değildir. Merittokrasi (liyakata dayalı yönetim) savunucusudur.
* Miletos’un, İÖ 494 da Perslerce yıkılmasıyla, felsefi etkinliğin merkezi Güney İtalya ve Sicilya olacaktır.
Sofist düşünce (Belirli bir alanda uzmanlık bilgisine sahip kişi) Örn büyük jüriler- den oluşan mahkemelerde, her suçlanan kişi kendini sözlü olarak savunurdu. Söylenilen şeyden çok, nasıl söylendiği jüriyi etkilediğinden güzel konuşma önemli bir yer tutuyordu. İşte Sofistler bunu öğretiyorlardı.
* Sofist düşünürler özellikle Platon ve Aristoteles tarafından aşağılanır ve şarla- tanlıkla suçlanırlardı.Platon’un hocası Sokrates ve ardılları, kendilerini Sofistler- den ayırmak için, kendilerine philosophos (bilgiseven) derler
* Sofizme düşmanlığın arkasında demokrasiye düşmanlık yatar. Zengin demiur- goi’yi Sofistlerin eğitmesi,geleneksel aristokratikerin tepkisini çeker. Tepkileri kış- kırtan diğer unsur Sofistlerin önemli bölümünün mettoikos oluşudur.
* Sofistler, iki ayrı dönem hâlinde ele alınırlar.
1.Birinci kuşak Sofistler önceki düşünürlerden farklı olarak düşüncenin merke- zine insanı koyarlar.Dikkatlerini doğadan ve evrenden çok, topluma ya da polis’e yöneltirler. Siyaset sanatının tanrılarca tüm insanlara gönderildiğini, siyaset sana- tının tekelleşemeyeceğini ileri sürerler.
* Protagoras’a göre, siyaset sanatında tüm insanlar eşittir;köleyle aristokrat ara- sında fark yoktur.Fark, soylunun bu sanatı nasıl kullanacağını bilmesi, kölenin bil- memesidir. Sofistler bu sanatı herkese öğretmek için yola çıkıp polis’in temelini oluşuturan Yurttaş-köle-mettoikos eşitsizliğine saldırır. Ayrıca polis’in kendisinde olduğu kabul edilen kutsallığa da karşıdır.
* Hippias doğayla yasayı karşı karşıya koyduktan sonra, pozitif(insan yapısı) ya- salar, insanları ayrımlara tabi tutsa da(Yurttaş-mettoikos,Helen-barbar) insanların doğal yasaca kardeş,akraba kılındığını söyler.Sofistler ilk hümanistler olarak de- ğerlendirilir.Sofistlere göre önemli olan insandır.
* Hümanizm: Genelde“insanseverlik”anlamında kullanılsa da doğru değildir. Tam karşılığı “insancılık” tır. İnsana ve insan değerlerine öncelik tanıma, dünyayı, insa- nı ve insani değerleri gelenek,din, kutsallık dışında,insan gereksinimleri temelinde, insanı merkeze alarak açıklama girişimlerinin genel adıdır.
* Protagoras’ın açık ifadesiyle, insan “her şeyin ölçüsüdür” (homo-mensura).Birin- ci kuşak Sofistler için burada kastedilen tek tek kişilerin karşılık geldiği insandan çok, toplumsal bir varlık olan insandır; yani bir türdür.
2.İkinci kuşak Sofistler ilk kuşağın eşitlikçi, demokratik yaklaşımını bozar.
* Antiphon insanların kardeş olduğunu savunan, eşitsizliğin doğal olmayıp yasa- lardan kaynaklandığını ileri süren düşünceden hareket eder. Buna göre, yasa ya- saklayıcıyken doğada özgürlük vardır. Yani yasalar özgürlüklerini gerçekleştirmek isteyen güçlü insanların önünde engeldir. Bu güçsüzlerin işine gelir.
* Birinci ya da ikinci kuşak olsun, Sofistler tüm yerleşik kalıpları, gelenekleri, siya- sal eğilimleri, dinleri eleştiri süzgecinden geçirir. Aynı zamanda Sokratik gelene- ğin ilk halkasıdır ve Sokrates, en önemli Sofistlerden biridir; Platon ve Aristoteles, Sofistlerinde beslenip beslendikleri yuvayı eleştirip büyüklüklerine ulaşmışır
Sokrates ve Polis Siyasal düşünce tarihinde, Sokrates’in siyasal Düşünce bakı- mından özgün yeri olduğu söylenemez. Daha çok polis-Yurttaş ilişkisini anlamak için önemli örnektir.Ömrünü sokaklarda dolaşıp Atinalıları sorgulayarak, peşinden ayrılmayan gençlerle söyleşerek geçiren Sokrates (İÖ 469-399), dikbaşlılığı,sözü- nü sakınmazlığı, aklına yatmayan buyruklara uymayı reddedışi ve gençlerle kur- duğu sıcak diyalog yüzünden, Atina’da tanınırdı. Bir şey yazmadığı için, hakkın- daki bilgilerin kaynağı,öğrencisi Platon’un yazdıklarıdır. Dinsizlikle suçlanarak baldıran zehiriyle ölüm cezasına çarptırılmış ve bu ceza uygulanmıştır.
* Sokrates de Sofistler gibi, düşüncesinin merkezine insanı ve toplumu koyar. On- lardan farkı, bilgiye sahip olup öğretebileceğini savunmaz. Bu bağlamda Sofistleri de eleştirir. Çünkü çoğu insan kendisinden bihaber biçimde, bildiğini sanmaktadır.
* Sokrates siyasal olarak son derece tehlikeli iş yapıp, Atina demokrasisinin hal- kın yönetimi olmadığını, halkın demagog’lar elinde oyuncak olduğunu işaret eder
* Demagoji ve demagog: Yunanca demos (halk) ve agogos (öncülük etmek, yön- lendirmek) anlamlarına gelen iki ayrı sözcüğün birleştirilmesiyle ortaya çıkar. Biri- nin, grubun ya halkın duygularını, arzularını, taleplerini kamçılayıp, “nabza göre şerbet vererek” gerçek dışı ve abartılı söz ve vaatlerle halkın gönlünü kazanıp onu dilediğince yönlendirmek demagoji yapmaktır. Güzel, etkili, abartılı ve gerek- tiğinde yalan da içeren konuşma sanatını icra edene de demagog adı verilir.
* Polis ’in içinde bulunduğu yönetim biçimi ne olursa olsun, önemli olan bir bütün- lük olarak polis’tir. Bu yanıyla Sokrates polis’i kutsal, organik bir varlık, yeryüzün- deki en büyük iyilik olarak görür.
* Polis’in ya da devletin biçimi önemsizdir. İster aristokrasi olsun, ister bir monarşi ya da demokrasi; yeter ki erdemlilerin yönetimi olsun. Siyaset en üstün, en güç sanattır ve bütün topluluğun yazgısını belirler. O nedenle bilgisiz kişilerin elinde helak olmamalıdır.
PLATON: İYİ YURTTAŞ, İYİ DEVLET Ona göre, insan öylesine küçük harflerle yazılmış kitaptır ki okunabilmesi için bütüne, yani hocası Sokrates’in felsefesi ve hayatıyla işaret ettiği polis’e yönelmek gerekir. İyi insandan ancak iyi bir siyasal örgütlenmenin varlığında söz edilir; bu nedenle düşüncesinin merkezine polis’i koymuştur.
* Öncelikle bilinmesi gereken devlet ya da polis’in bilgisidir, onu bilen de filozoftur. Asıl adı Aristokles olan Platon Atina’nın en soylu ailelerinden birine mensuptur. 20 yaşlarında Sokrates’le tanışıp ölümüne dek ondan ayrılmamış Atina’da Akademia adında okul kurmuştur.
* Yapıtlarını çoğunlukla diyalog formunda yazan Platon’un yapıtları: Sokrates’in Savunması (Apologia), Politteia I’dir. (Devlet’in birinci bölümü), Politteia II-X (Dev- let’in diğer bölümleri), Polittikos (Devlet Adamı) ve Nomoi (Yasalar).Makedonya’ nın Yunan polis’lerine savaş açtığı sırada Atina’da ölmüştür.
Doğal Bir Varlık Olarak Devlet ve İnsan Platon,Sofistlerin ileri sürdüklerinin ak- sine, devletin insan yapısı olmadığını, tümüyle doğal olduğunu savunur. Platon için insanlar arasında sahip oldukları temel özellikler bakımından köklü, doğuştan gelen farklılıklar vardır.
* İnsanlar, tek başlarına kendi gereksinimlerini karşılayamaz bu yüzden farklı özellikte insanlara muhtaç ya da bağımlıdırlar. Devletin, insanların arzularına bağlı olmadığını,doğal oluşum olarak karşımıza çıktığını savunur
* İnsan ruhu üç bölümden oluşur: Maddi istek (iştahsal bölüm), soylu istek (yürekli bölüm), bilgelik isteği (ussal bölüm). Her bir insanda birisi baskındır. Ruhunda maddi istek baskın olanın filozof olması düşünülemez.
* İnsanlar arasındaki iş bölümünün doğallığı, herkesin iş bölümüne uymasını ge- rektirir. Ancak İşbölümü bozulur. Bunun nedeni toplumun yalın, sade yaşamını yi- tirmesi, yani gereksinimlerin,lüks tutkusunun artmasıdır.Farklı sınıflar arasındaki güç ilişkileri doğrudan devleti işaret etmez. Devlet bunların üstündedir.
* Platon organizmacı toplum görüşünün ilk isimlerinden biridir. Devlet bütünlüğün, organizmanın kendisiyse, sağlığı ve varlığı organizmanın bütünlüğü ölçeğinde ele alınır. Organizmayı oluşturan örgenlerin kendi amaçlarının hükmü yoktur. Tek amaç, organizmanın bütünlüğü, yani devletin kendisidir.
* Platon, devletle yönetim biçimleri arasında fark görmeyip devletin gelişimini incelemeye ve devleti tasnife girişir.
1.PatriarşiToplumun sade, basit yaşamını sürdürdüğü bu başlangıç evresinde ya- zılı yasalara gereksinim duyulmaz.Gelenek ve ataların sözü dışında bir şey yok- tur. İnsanlık tarihinin en başında olması nedeniyle, insanlık bu yalınlık seviyesine büyük afetle dönemediği ölçüde, bu yönetim biçimine de dönülemeyecek; devlet, nüfus artışı ve toplum yapısının giderek karmaşıklaşmasıyla ortadan kalkacaktır
2.Monarşi (Aristokrasi) Artık nüfus artmış, aileler büyümüş, eski kurallar gereksinime yanıt veremeyip,yerlerini yazılı yasalara bırakır. Bu yeni durumda yönetim tek bir aile şefinin elinde kalırsa monarşi, aile şefleri birlikte yönetime geçerse aristtokrasi belirir. Platon, her iki yönetim biçimine de sıcak bakar. Yine de Platon monarşiyi yeğler. Çünkü tekin yönetimi her zaman daha etkilidir.
3.Timokrasi Monark ya da aristokratlar, bilgeliği ve doğruluğu önemsemez, kendi şöhret kaygılarının peşine düşerse erdemleri onur ve ün kazanmak olan askerle- rin iktidarına giden yolu açar.Bu timokrasidir.Bu grup kendi dışındakileri yok sayar ve iktidarını çıplak şiddet üzerine kurar.
* Aynı zamanda iktidarı elinde tutan asker- ler, iktidarı kendi gruplarını zenginleş- tirmek için kullanırlar bu da onların sonunu getirir. Toplumda zenginlik tek değer hâlini alır, belirli bir zenginlik düzeyine sahip olanlar siyasette etkin olabilir ki zenginlik ölçüsüyle iktidarı ele geçirenler, yalnızca zenginlerin dâhil olabildiği, yoksulların dışlandığı devlet biçimini, azınlık yönetimini, oligarşiyi inşa etmiş olurlar. Platon’a göre, oligarşi en kötü yönetim biçimidir.
* Demokrasiden nefret etmesine karşın, Platon demokrasinin, oligarşiye yeğlen- mesi gerektiğini belirtir. Zenginleşme devletin tek değeri olunca, oligarklar zengin- leştikçe toplumda yoksullarla zenginler arasındaki uçurum giderek açılacaktır.
* Bu uçurum açıldıkça sınıf mücadelesi keskinleşip yoksullar oligarşiyi alaşağı ederek demokrasiyi kuracaklardır.Demokrasi “görünüşte” eşitlik esasına dayansa da gerçekte adil devlet biçimi değildir çünkü siyaseti bilip bilmediğine, yetenekleri- ne, toplum içindeki yerine bakılmadan herkes her işe talip olabilir; kurayla iş başı- na gelebilir.
* Farklılıkları yüzünden gerçekte eşit olmayanların eşit sayılması adaletsizliktir. Gerçek eşitlik,kişilere erdem, yetenek ve soylarıyla ilişkili olarak bir paylaşım gerçekleştirir.
* Demokrasinin sayısal eşitlik ilkesi gereği, herkes eşit olacağından tam bir otorite boşluğu doğar; hiyerarşi yıkılır ve toplumu ayakta tutan iş bölümü zarar görür. Bu zarar toplumu özgürlük adı altında kaosa ve düzensizliğe sürükler. Böylece de- mos’un çıkarları adına inşa edilen devlet, tam aksine herkesin kendi çıkarlarının peşinde koştuğu bir karmaşayla sonuçlanır.
* Bunun sonucu iç savaştır.Kendilerini korumak isteyen zenginler yeniden oligar- şiyi inşa etmeye yönelirler. Bunu durdur- mak isteyen halk da onlarla mücadele etmek için birine yetki verir ve böylece ti- ranlık sahneye çıkar.
* Tiran kendisine kö- leler ya da yabancılardan oluşan bir ordu kuracak, polis’i sü- rekli savaşlarla yıpra- tacak, halk siyasetle uğraşmasın diye onları ağır vergilerle yükümlü kılacaktır.
İdeal Devlet Devlet anlayışı gereği, iş bölümünden hareketle ideal devleti, üç te- mel iş-meslek grubuna bölünmüş, sınıflı bir toplumsal zemine yerleştirir. Zemin üç temel iş alanıyla, üretim, koruma ve yönetim işleriyle inşa edilir ve her bir iş ayrı bir sınıfa karşılık gelir. Bu üç sınıf üreticiler, koruyucular ve yöneticilerdir.
* Hiyerarşik olarak en alttaki üreticiler sınıfının ruhlarında, maddi istek hakimdir. Bunların erdemi ölçülülüktür. İkinci ana sınıf koruyucularda hakim olan ruhsal kısım soylu isteklerle ilgilidir ve buna bağlı olarak bu sınıftaki insanlar şan, onur, alkış peşinde koşan ünsever insanlardır.
* Bunlara karşılık gelen erdem, yiğitlik erdemidir. Hiyerarşik olarak en üstte yer alan sınıf yöneticiler sınıfıdır ve bunların ruhlarında akıl, başlıca hakim özellik olarak kabul edilir. Akıl, hakim olan bölüm olduğu için bu sınıftaki insanlar bilginin peşinde koşan, erdemi bilgelik olan, filozoflar olacaktır.
* Platon adalet erdeminin gerçekleşebilmesi için yani sınıfların üstlendikleri rolü benimsemesi ve gereğini sürekli yerine getirmesi için, özellikle koruyucular sını- fına yönelik yoğun ve uzun bir eğitim programı tasarlar.
* Adalet erdeminden söz eden Platon siyasal bütünlüğü koruyabilmek için, yöneti- cilerin gerektiğinde gündelik ahlakın dışına çıkmaları gerektiğini belirtir.
* Yöneticilerin her bir sınıfa biçilen rolü benimsetebilmek ve meşrulaştırabilmek için farklı, doğallaştırıcı araçlara başvurması gerektiğini ileri sürer. Bu çerçevede metaller mitosu ya da üç cevher yalanını ortaya atar.
* Metaller mitosu ya da üç cevher yalanı: “Bu toplumun birer parçası olan sizler (...) birbirinizin kardeşisiniz. Ama Tanrı, aranızdan önder yarattıklarının mayasına altın katmıştır. (...) Yardımcı olarak yarattıklarının mayasına gümüş, çiftçi ve öbür işçilerin mayasına da demir ve tunç katmıştır. Aranızda hamur birliği olduğuna göre, sizden doğan çocuklar da herhalde size benzeyeceklerdir. (...) Mayasında demir ya da tunç katışık olanların önderlik edeceği gün şehrin yok olacağını Tanrı buyurmuştur.”
* İdeal devleti hem kendi kendine yeterli hem dışa kapalı (otarşik, auttarkeia) bir model olarak sunar. Ama devleti dışa kapatmanın yanında, devletin içinde de de- ğişim durdurulmalıdır. Bu da devletin bekçilerinin yani koruyucuların görevidir. Ama Platon toplumdan kaynaklanabilecek değişimlerin arkasında ekonomik faktörler gelir.
* Bu yüzden ideal devlette zenginliğe de yoksulluğa da yer verilmemıştır. Ayrıca toplumsal değişimi durdurmak için nüfus da sabitlenmelidir.Siyasetin aynı zaman- da nüfusun kontrolüyle icra edilebilecek bir zanaat (tekhne) olduğunu saptamıştır.
Filozofun Gücü Filozofun içinden çıktığı sınıf, koruyucular sınıfıdır ve bu anlam- da ideal devlet özel olarak bu sınıfa yaslanır. Platon’un koruyucular için öngördü- ğü yaşam ortak, yalın bir yaşamdır.
* Koruyucular sınıfı görünüşte birçok gövdeden oluşsa da tek bir bünye gibi dav- ranması gerekir. Bu çerçevede kimi bakımdan komünizmin babası da sayılır ama bu yanlıştır.
* Modern Komünizm ve Platonik Komünizm: Biri üretim araçlarının özel mülkiye- tini tümüyle kaldırırken öteki yalnızca bir sınıf için kaldırır.Biri tüm sınıfları kaldır- mayı hedefler, öteki katı bir sınıf ayrımına yaslanır. Birinin nihai hedefi devletin ortadan kaldırılmasıdır, ötekinin temel amacı devletin bekasıdır.
Kral Olarak Filozofun Portresi Filozofun başa geçmesi diğer tüm yönetim bi- çimlerinden farklı olarak akla dayalı, tutkulara kapılmayan topluluğun ya da poli- s’in bütün olarak mutluluğunu gözeten bir devletin ortaya çıkmasıdır. Zaten filozo- fun devlet adamına dönüştürülme sebebi budur.
* Eğer toplum yeni modele hazır değilse filozofun ilk görevi bir tabula rasa (temiz- lenmiş, yeni şeylere hazır bir levha) oluşturmaktır. Filozof, ideal devletin temel ya- salarına uygun bir zemin oluşturmaya çalışır. Yasalar üç temel işlevi yerine getirir:
1.Her Yurttaşı toplum içinde üstleneceği işlevle tanımlamak ve sınıflandırmak.
2.Her bir sınıfı kendi içinde ve nihayet sınıfları kendi aralarında bir bütün hâline getirmek üzere çeşitli biçimlerde, gerekirse zorla birleştirmek.
3.Böylece bütün toplumu mutluluğa götürmek. Tıpkı filozofun yönetimi gibi, bu ya- salar da meşruluğunu (meşruiyetini) doğrudan hukuk ve yasanın bilgisinden alır.
İkinci En İyi Yönetim Platon’un ideal devlet modelinin, liyakata dayalı yönetim olarak merittokrasi ya da bilen, bilge bir azınlığın ya da bir filozofun yönetimi anlamında philokrasi dir. Ama bu modelin, aynıyla bu dünyada inşa edilmesinin olanağı yoktur Sadece yakınlaşılabilir. Bu ikinci en iyi yönetim biçimi Yasalar’da karşımıza çıkar.
İkinci en iyi devlette yasayı aklın temsilcisi olarak konumlandıran Platon,yasa koyucu rolünü de geniş halk yığınlarına değil, bilge bir yasa koyucuya verir.
* Kadınları ve erkekleri aynı katı düzenlemelerin nesnesi hâline getirir. Örn, yine ideal devlette olduğu gibi, kimin kiminle çocuk amaçlı olarak evleneceğine-birlikte olacağına devlet karar vermelidir ki soylar ve sınıfsal kompozisyon bozulmasın.
* Özel mülkiyet konusunda da benzer mantık işler.Platon’a göre, “her kişi, kendi- ne düşen toprak parçasını Polis’in ortak malı olarak görmelidir.” İkinci en iyi model için de birincide olduğu gibi, bir nüfus politikası öngören ve bunu devletin sağlığı açısından zorunlu gören Platon, nüfusla toprak arasında doğrudan bir ilişki kurar. Nüfus artışına bağlı değişiklik olursa sistem fazla nüfusu ihraç edecek, nüfus düşerse eksikliği ithalat yoluyla kapatacaktır.
* Siyasal etkinlikleri ve kurumları daha çok zengin sınıflara özgüleyip, ait olduğu sınıf hangisi olursa olsun, herkesi aynı iş bölümü sürecinden geçirir. Yine de bazı siyasal görevler yalnızca bazı zenginlere özgülenmıştır.
Yasaya İtaatin Araçları ve Siyasal Kurumlar Platon’a göre, yasanın kendisine itaat etmesi beklenen yönetilenleri ikna edici boyutunun olması ve yönetilenlerin de gönüllü olarak itaat etmeye hazırlanması gerekir. Bu modelde eğitim, aynı ideal devlette olduğu gibi, merkezî bir rol üstlenir.
* Bunun dışında dinin de etkisi vardır Platon, dine verdiği rolle, adeta bir dindarlar topluluğu oluşturmakta hiçbir sakınca görmez. Modelin en önemli kurumu olan Gece Konseyi ’ne filozofların yanı sıra din adamlarını da doldurur. Dinin kullanımı devleti, bir “birlik” olarak var kılabilmek içindir.
*Platon adeta şunu söylemek ister gibidir: Erkekler kadınları, babalar oğulları,soy- lular soylu olmayanları, yaşlılar gençleri, bilgeler cahilleri, servet sahibi olanlar ol- mayanları, efendiler köleleri yönetmelidir. Böylece neredeyse, hemen herkes şu ya da bu ölçüyle yönetime dahil edilmiş olacaktır.
* Platon’un karma anayasa modelinde karşılaşılan siyasal kurumlar Yasa Koru- yucular Kurulu, Halk Meclisi ve 360’lar Konseyi’dir. Platon, özellikle servet sahibi ve soylu sınıf mensuplarının bu kurumda ağırlıkla yer almasını sağlamak üzere karmaşık bir seçim sistemi önerir.
* Gerçekte devleti fiilen yöneten bu kuruldur. Bu kurulun üstünde onları denetle- yen Denetçiler Kurulu bulunur.50 ile 75 yaşları ara- sı bulunan 12 tanrısal nitelikli Yurttaştan oluşan bu kurul üyelerinin her biri bir ba- kan gibi, devletin çeşitli alan- larındaki faaliyetlerini sürekli izler ve gerekirse ilgilileri yargılarlar.
* Ancak, bu aşamaya kadar karma anayasa modeline sadık kalan Platon, son anda yepyeni bir kurum önerir: şafakta toplandığı için Gece Konseyi adı verilen kurum, ortada ne karma anayasa bırakacaktır, ne denge-fren sistemi. Gece Konseyi tek başına devletin ruhu olur.
* Gece Konseyi, bir kurum olarak ideal devletteki filozof-kralın yerini almışa ben- zer. Bu ana değin çeşitli kurumları birbirine karşı konumlandırıp, Gece Konseyi’ni tek başına, her şeyin üstünde, bütün denetim ve yönetim haklarına sahip kurum olarak tasarlar.
* Gece Konseyi’nin konuştuğu yerde, bütün siyasal kurumlar susacaktır. Konsey doğrudan anayasa düzeni konusunda karar alma yetkisine sahip, yasaların ve dolayısıyla sistemin sürekliliğini güvence altına alan organdır.
* Platon, ideal devlet modelinde filozofun aklını her şeyin üstünde tutmuş ve devl- etin bir birlik olarak ruhunu bu akla tabi kılmıştır. İkinci en iyi modelinde de filozof yerine bir kurulu geçirmiş olsa da aynı şeyi yapmakta, Konsey’in aklını ve ruhunu devletin aklı ve ruhuyla özdeş tutar.Gece Konseyi’nin aklı ve ruhu devletin türdeş- liğini güvence altına alır.
* Platon’un iddiası aksine, Aristoteles devletin, varlığını ve sürekliliğini türdeşlikte değil, farklılık ve çeşitlilikte, eşitlikte değil, eşitsizlikte arayıp temellendirecektir.
ARİSTOTELES: DEVLET, EN YÜKSEK İYİ (İÖ 384-322), Platon’u eleştirse de, felsefesinin bütün temel özellikleri Platon’un damgasını taşır. Platon’dan en önemli farkı,döneminin bütün bilgi alanlarıyla ilgilenen, akıl yürütmenin yanında olgulara önem veren, çalışmalarında deneye ve gözleme başvuran biridir.
* 17 yaşında Atina’ya giderek Platon’un öğrencisi olan Aristoteles 20 yıl boyunca hocasından ayrılmamıştır. Atina Yurttaşı olmadığı için burada yaşamını mettoikos olarak sürdürmüştür.
* Platon’un ölümüyle Akademia’nın başkanlığına getirilmeyin- ce hayal kırıklığına uğramıştır.İÖ343te Büyük İskender olarak anılan Aleksandros un 3 yıl boyunca sürdüreceği eğitimini üstlenmıştır.
* Aleksandros’un Makedonya kralı olmasıyla yeniden Atina’ya dönen Aristoteles, burada İÖ 335’te Lykeion adıyla kendi felsefe okulunu açmıştır. Aleksandros’un Atina başta olmak üzere Yunan polislerinin siyasal varlıklarına son vermesi, Aristoteles’in de hayatında büyük etki yapmıştır.
* İÖ 323’te Aleksandros’un ölümünün ardından Atina bağım- sızlığını ele geçirebilmek için başkaldırmasıyla Makedonya yanlısı olarak bilinen Aristoteles, öldürülmemek için Euboea (Eğriboz) adasına kaçıp burada ölmüştür.
* Mantık konusunda Organon (Araç), metafizik üzerine Metaphysika (Metafizik), ahlakı işlediği Ethika Nikomakheia (Nikomakhos Etiği) ve siyasal görüşlerini içeren Politika ile Politeia Athenaion (Atinalıların Devleti) yapıtlarından bazılarıdır.
İnsan ve Siyaset: Zoon Politikon Aristoteles için siyaseti anlamanın önkoşulu öncelikle toplumun anlaşılmasıdır. Toplum ise insanlardan, bireylerden oluştuğuna göre, insanı anlamak siyaseti anlamanın anahtarı durumuna gelir.
* Aristoteles, başta hocası gibi düşünür. Yani insan kendine yeterli bir varlık de- ğildir; tek başına yaşayamaz, benzerlerine gereksinim duyar. İnsanların birlikte yaşaması anlamına gelen toplum en başta doğal bir zorunluluktan ya da insan doğasının özelliğinden kaynaklanır. O hâlde toplum doğal bir olgudur; herhangi bir sözleşmenin ürünü olmadığına göre, yapay da değildir.
* Toplumun amacı da insanın içinde olan temel ereğini (telos) gerçekleştirmek, yani mutluluk ve yetkin- liği sağlamak olmalıdır. Yalnız varolamayıp birlikte yaşamak zorunda olan insanın, birlikte yaşamdan öte en yüksek mutluluk ve iyilik için devlete ihtiyacı vardır.
* İnsan, ancak bir polis ’in üyesi, yani Yurttaş (polittes) olarak tam anlamıyla insan olur. Aristoteles, buradan hareketle insanın zoon-polittikon (siyasal-toplumsal bir hayvan) olduğunu saptar. Bu sözün anlamı, özündekini gerçekleştirerek insanı insan yapan şeyin siyaset ya da devlet olduğudur.
Devletin Direği: Adalet Devlet,bütün bireylerin, kurumların ve toplulukların üstünde olduğundan bütün topluluğun iyiliğini düşünür. Bütün topluluğun iyiliği ise devlette amaçlanan adalettir.
* Devletin adaleti gerçekleştirmesi demek, eşit olanlara eşit, eşit olmayanlara ise eşitsiz davranmasıdır. Bunu sağlayacak olansa yasalardır. Devleti kötü kılan ya- salarının kötülüğüdür. Bu da devletin amacını ve onu ayakta tutan direği, yani adaleti zedeler.
* Adaletin ne olduğunu ve devleti nasıl ayakta tuttuğunu görebilmek için Aristote- les’ in, topluluğun temeline yerleştirdiği aileye bakmak gerekir. Aristoteles’e göre, aile eşitsizlikçi ilişkiler barındırır.
* Aristoteles, açıkça erkeğin kadından üstün olduğunu savunur. Kadının pek de akıllı bir varlık olmadığını düşünen Aristoteles,erkeğin insanın amacı, kadının ise aracı olduğunu ileri sürer.
* Köleyi “akıl yürüttme yetisinden anlayacak kadar pay alan ama ona sahip ola- cak kadar pay almayan bir kimse” olarak tanımlar. Köleler, akıl yürütme yetisin- den pay almadıklarından onlar için en uygunu efendilerine itaat etmektir.
* Aristoteles’in köle-efendi eşitsizliğinde ısrar etmesinin özel önemi vardır. 1.Köle varlığıyla Yurttaşlar beden ve ruhlarını bozucu, alçaltıcı işlerle uğraşmaz. 2.Köleler sayesinde, Yurttaşlar boş zamana kavuşmakta ve özgür kişiler olarak doğalarındaki en yüksek ereği gerçekleştirmeye, yani siyasete zaman bulur.
* Yurttaşı “yargıya ve otoriteye katılan, yani yasal, siyasal ve yönetsel görevler alan ya da almaya hak kazanan kişi” olarak tanımlayan Aristoteles, herkesin Yurttaşlığa kabul edilmesine şiddetle karşı çıkar.
* Herkes Yurttaş olursa ya o devlet bozulur ve yıkılır ya da adaleti gerçekleştire- meyen kötü bir devlet olur. Bu nedenle, bedeniyle çalışanlar, zanaat ve ticaretle uğraşanlar Yurttaşın gerektirdiği akla, bilgiye, beceriye sahip olmadıklarından Yurttaşlığa kabul edilmemelidir.
Yönetim Biçimleri Aristoteles,hocası Platon gibi, tüm insanlara, bütün topluluk- lara has devleti kabul etmez. Her halk kendine uygun düşen bir yönetimle yönetilir. Örn eğer bir halk, seçkin bir aileyi devletin önderleri diye kabul edebiliyorsa o hal- ka krallık uygundur. Yok, eğer bir halk kendisi siyaset için gerekli erdeme sahip olmakla birlikte,kendilerine önder olarak özgür kimseleri kabul edebiliyorsa o halk için aristokrasi uygundurr.
* Anayasanın ilgili halka uygun olup olmadığı ise yukarıdaki faktörler yanında, her halkın farklı mutluluk arayışlarının olduğunun bilinmesiyle mümkündür. Yönetim biçimini belirleyen başka etken ise iklim koşullarıdır ya da coğrafyadır.Aristoteles’ in bu yaklaşımına “İklimler Kuramı” adı verildiği de olur, yüzyıllar sonra yaklaşım farklı biçimlerde de olsa İbn-i Haldun ve Montesquieu’de de kendisini gösterir.
* Bundan sonra yönetimleri sınıflandırmaya girişir.
1. Devlette gerçekleşen adalet ilkesini, yasayı yani aslında yönetimin amacı olması gereken ortak iyiliği gözetir.
2. Yönetimi elinde bulunduran kişilerin sayısına bakar.
* Böylece 3 iyi, 3 de bunların bozulmuş hâli olan kötü, toplam 6 yönetim biçimi ortaya çıkar. Buna göre:
1•Ortak iyiliği amaçlayan tekin yönetimi monarşi ve tekin çıkarını gözeten tekin yönetimi, yani monarşinin bozulmuş hâli olarak tiranlık.
2•Ortak iyiliği amaçlayan azınlığın yönetimi aristokrasi ve zenginlerin çıkarlarını gözeten azınlığın yönetimi, yani aristokrasinin bozulmuş hâli olarak oligarşi.
3•Ortak iyiliği amaçlayan çoğunluk yönetimi politteia ve yalnızca yoksulların çıkarını gözeten çoğunluğun yönetimi, yani politteia’nın bozulmuş hâli olarak demokrasi.
* Aristoteles için monarşi, kralı da bağlayan yasalarla birliktedir. Krallığın ılımlı bir yol izlemesini savunur. İzlenmezse yönetim soysuzlaşır ve tiranlığa dönüşür. Tiranlık en kötü rejimdir.
* Kral onur, tiran para toplar.Tiran,iktidarını sürdürebilmek için özüne şiddete baş- vurur. Burada da özellikle tehdit oluşturacağını düşündüğü soyluları ve seçkinleri “tepeleri biç” ilkesiyle yok eder. En erdemli yönetim biçimi ise aristokrasidir.
Politeia: En İyi Yönetim gerçek anlamda bir monarşi çok üstün, hatta tanrısal yeteneklere sahip kralın varlığını gerektirir. Gerçek bir aristokrasi de mutlak anlamda erdemli Yurttaşların varlığına dayanır. Ne tanrısal bir kral ne de gerçek anlamda erdemli Yurttaşlar her yerde bulunabilir. Bu istisnai durumları gözetmek yerine polis’lerin çoğu için geçerli en iyi yönetim politeia’dır.
* Politeia: Silah taşıma hakkına sahip herkesin Yurttaş kabul edilerek yönetimde pay sahibi olduğu, ortak yararı gözeten çoğunluğun yönetimi. oligarşiden alınan sınırlı mülkiyet ilkesiyle, demokrasiden alınan Yurttaşların siyasal katılım ilkesine dayanır. Yani zenginlik ile yoksulluğun karılmasıyla oluşur, karma bir siyasal yönetimidir. Orta sınıf, iktidarın asıl gücüdür
* Politeia ile Aristoteles’in ideal devleti arasındaki temel farklar:
1.Politeia’da iyi insan ile iyi Yurttaşın aynı kişi olmasına gerek yoktur. Yurttaş kimi olumsuzluklar taşısa da Yurttaştır ve siyasal yaşamdan pay alır; zaten politteia mutlak olarak iyiliği cisimleştiren bir devlet biçimi değildir.
* Oysa ideal devlet mutlak olarak iyiliğin kendisidir; öyleyse iyi Yurttaş ile iyi insan aynı kişidir. İyi insan olamayan iyi Yurttaş olamayacağı gibi, tersi de doğrudur.
2.Aristoteles’in ideal devlet tasarımı hocası Platon’unkinin yanında hiç parlak de- ğildir. İdeal devletin çoğu özelliği Platon’dan alınmış gibidir.En önemli farklılıkların başında yönetici sınıflar ve mülkiyet ilişkisi gelir.
* Platon yönetici sınıfı mülksüzleştirir, ekonomik süreçlerin dışına atar ve aynı zamanda onlar için ailenin, aşkın ve benzeri bağlılıkların polise bağlılığı gölgele- memesi için kolektif bir hayat tasarlar. Aristoteles buna karşı çıkar.
* Mülksüzleştirilmiş bir yönetici sınıf yerine, aşırılıklara kaçmayan sınırlı özel mül- kiyet anlayışını benimser Aristoteles’e göre,devlet varlık nedenini ve temelini, yö- netici sınıf için geçerli olan eşitlikte değil, kontrol altında tutulan, eşitsizlikte bulur.
Devrimler Kuramı: Statisanayasalarda yapılan küçük değişimler ya da onları tehdit eden ama göğüslenebilir siyasal-toplumsal tehditlerden çok, mevcut anaya- sanın ortadan kalkmasına ve yeni yönetime neden olan,şiddet yüklü değişiklikler için statis sözcüğünü kullandığı hâlde “Devrimler Kuramı” denir.
Statis: daha çok, gerilim, bir şiddet patlamasına sebep olacak kadar büyüdüğün- de ortaya çıkan durumdur.
* Tarihsel örnekler eşliğinde, Aristoteles’e göre devrimlerin nedenleri:
1.Devrimlerin en temel nedeni topluluğu oluşturan farklı bileşenlerin eşitlik algılarıdır. Zayıflar eşitlik için, güçlüler daha güçlü olmak için devrime yönelebilir.
2.Bir siyasal yönetimin aşırı güç kullanımına yönelmesi ve korkuyla zulümü yönetim aracı olarak sürekli kılması da devrimi kışkırtır.
3.Mevcut bir siyasal sistemde, yöneticilerin ihmalinden, tembelliğinden, körlüğünden yararlanarak anayasanın küçük adımlarla değiştirilerek, nihayet sistemin tümden değiştirildiğine de tanık olunabilir.
4.Topluluk içi farklılaşmanın yanı sıra, topluluk içindeki denge durumu da devrime yol açabilir. Şöyle ki bir devlette zenginler ve yoksullar birbirlerine denk ise ve bu iki sınıfın çatışmasını yumuşatacak bir orta sınıf bulunmuyor ya da yeterince güçlü değilse her an siyasal sistem, bu iki sınıftan birinin lehine değişebilir.
5.Son olarak iki istisnai örneğe değinir.1, bir siyasal sistemde gücü elinde tutan kesimlerin kendi içlerinde parçalanması ve mücadeleye başlamasıdır. Bu tür bir iç gerilim, küçük bir olay vesilesiyle, örneğin bir aşk hikayesi bile buna vesile olabilir, kolayca büyük bir patlamaya yol açabilir. 2 anayasaların dışarıdan müdahalelerle değiştirilmesidir.
*Aristoteles’in devrimleri önlemek için geliştirdiği öneriler şunlardır:
1•Devrimlerin en genel ve en temel nedeni eşitlik/eşitsizlik sorunu olduğuna göre, bir anayasa yalnızca bir tür eşitlik anlayışına yaslanamaz. Hem sayısal hem orantılı eşitlik devreye sokulmalıdır.
2•Orantısız büyüme kesinlikle önlenmelidir. Polis ’te belirli kesimlerin ya da kişile- rin bütün iktidarları kendi tekelinde toplamalarına kesinlikle izin verilmemelidir. Bu bağlamda Aristoteles için en önemli önlemlerin başında orta sınıf gelir. Orta sınıf, hem ahlaken daha iyi, daha erdemli bir yaşama uygundur hem de siyaseten çatışmaları önleyici bir tampon görevi üstlenir.
3•Devlette yasaların eksiksiz egemenliği sağlanabilirse devrimlerin önüne geçile- bilir. En küçük konularda bile, yasaların çiğnenmesine izin verilmemelidir.
Aristoteles ve Polis’in Sonu Yaygınlıkla III. Aleksandros’la birlikte Yunan dün- yasının yeni bir döneme girdiği kabul edilir. Bu döneme Helenistik Çağ denir.
* Helenistik Çağ:Bu niteleme Yunan kültürünün yeni bir evresini ifade eder.Yunan (Helen) kültürünün III.Aleksandros’un Asya seferleriyle dışa açılması ve bu ülke- lerde Yunan kültürünün yerel kültürlerle kaynaşarak yeni kültürel biçimler oluştur- ması sonucunda ortaya çıkan kültüre ve buna uygun olarak gelişen düşünce biçimine Helenistik denir. Helenistik kültürün Roma Dönemi’ni de boydan boya kat ederek Hristiyanlık tarafından aşılana kadar sürdüğü kabul edilir.
* Polis ’in çöküşüyle birlikte, iki temel gereksinim doğmuştur.
1.Daha önce bütün mutluluk, ahlak anlayışı ve davranışlar polis’e göre biçimlen- diği için şimdi bireyler yeni ahlak, davranış ve mutluluk yolu arayışına girmişlerdir.
2.Farklı kültürlerle Yunan arasındaki mesafenin ortadan kalkmasıyla yeni bir insan ve kardeşlik anlayışına gereksinim vardır.
* Bu iki gereksinimin ilkine Epikuroscu okul, ikincisine Stoa okulu yanıt vermıştır.
* Epikuroscu okulun (ya da bahçe anlamına gelen Kepos okulu) kurucusu Epik- uros (İÖ 342-271) atomize bir toplum anlayışına dayanır. İnsan doğal olarak top- lumsal- siyasal bir hayvan değildir. İnsanlar birbirleriyle ilişkiye girdikleri anda ben- cilleşirler ve çatışırlar.
* Ama çatışma ortamının kişisel çıkarları bakımından uygun olmadığını kavrarlar. Bu kavrayışla herkes kendi hakkını korumak için başkalarının hakkını da kabul etmek zorunda kalır. Bundan çıkan sonuç devletin yapay olduğudur.
* Epikuros, kişi, bilge olduğu için toplumdan uzak durur ve uzak durduğu ölçüde de bilgeleşir der
* Epikuros, siyasal yaşamın insana hiçbir şey katmayacağını, tersine birçok soru- na yol açacağını, iktidar mücadelesinde insanın diğerlerinden kötülük göreceğini söyler. Toplumdan uzaklaşmayı önerse de inzivayı önermez.
* Epikuros insanları ikiye ayırır; bilge olanlar ve buna uygun hayat sürenler ile bilge olmayanlar, kendi yapay arzularının, korkularının esiri olanlar.
* Stoa okulu Etkilerini Roma Dönemi boyunca sürdürmüştür. Bu yüzden Yunan yarımadasındaki dönemi Eski Stoa (İÖ III. yüzyıl) olmak üzere, Roma’ya açıldığı dönem Orta Stoa (İÖ II.ve I.yy) ve Roma Stoası olarak üç ayrı dönemde ele alınır.
* Stoa okulunun kurucusu Zenon (İÖ 336-264)’la birlikte iki büyük düşünürü Kleanthes (İÖ 312-233) ve Khrysippos (İÖ 281-208)’dur. Stoacılar tanrısal bir aklı ve yasayı doğaya içkin kılarlar. Her şeyi belirleyen, bu tanrısal akıl ya da doğal yasadır.
* Çiğnenmesi ve karşı çıkılması olanaksız olan bu yasaya yazgı adını verirler. Yazgı bilinemeyen, akıldışı güç değil, her şeyin bir zorunluluğa bağlı olduğudur.
* İnsanlar aklını kullananlar, yani bilgeler ve kullanmayanlar olarak ikiye ayrılır. Aklını kullanan insan yazgısını bilebilen ve ona uyan insandır. İnsanlar aklını kullansa da kullanmasa da hepsi tanrısal akıldan, yasadan pay almışlardır ve insanlar eşittir. Bunun siyasal anlamı insanların hepsinin tek bir dünya devletinin (kosmopolis) Yurttaşları (kosmopolittes) olduğudur.
* Kozmopolitizm: Zenon’a göre, dünya üzerinde yaşayan insanların başka başka yasalarla ve başka başka devletler altında yaşaması doğru değildir. Tek bir hayat ve tek bir kozmos olduğuna göre, insanların tümü Yurttaş sayılmalı ve ortak bir yasa altında birleşmiş olarak yaşamalıdır.
* Dünden bugüne, dünyayı tek bir devlet gibi düşünen ve tüm insanların bunun eşit Yurttaşı olması gerektiğini savunan düşünce ve eğilimlere kosmopolitzm adı verilir.
ÜNİTE 2
ROMA DÜNYASINDA SİYASAL DÜŞÜNCE 1200 yıllık Roma İmparatorluğu 3 ayrı dönemden geçmiştir. Bu dönemler cumhuriyet, cumhuriyetten imparatorluğa geçiş ve imparatorluk dönemleridir.
* Roma kenti İÖ VII. yyda kurulmuştur. Daha sonra Etrüskler Roma çevresindeki yerleşimleri de kendi bünyelerine katıp Roma’yı kent devleti olarak inşa ederler. Roma, İÖ 509’a kadar krallıkla yönetilen bir kent devletidir. Bu nedenle siyasal örgütlenmesi krallık mirası çerçevesinde anlaşılabilir.
* Krallık İÖ 509’da yıkılır ve soyluların hâkimiyetinde ve krallık mirasının üzerinde yükselen cumhuriyet rejimi kurulmuştur.
* Roma Krallığı kabileler konfederasyonu biçimindeydi. Yurttaşlık hakkına sahip olan üç temel kabile (tribus),her kabilede farklı genler bulunmaktaydı.Her tribus, 10 fratriye (curia), her curia ise 10 klana (gens) ayrılmıştı. Böylece Romalılar (po- pulus romanus), 3 tribus, 30 curia ve 300 gensten oluşurdu.
* Temel örgütlenme ilkesi soy olduğundan siyasal haklardan yararlanabilmek için, örgütlenmenin bi- rinci basamağında yer alan bir gens’in mutlaka üyesi olmak gerekiyordu. Bir gens’in üyesi olan yetişkin tüm erkekler tüm Yurttaşlık haklarını elde tutuyorlardı.
* Hiçbir soyla yani bir gens’le ilişkisi olmayan, iki ayrı grup daha vardı.Bunların ilki- ne pleb, ikincisine client denmekteydi. Bu iki kesim özgür nüfusu oluşturuyordu a- ma siyasal haklardan yoksundular.Toplumsal örgütlenmenin en altında da özgür- lükten mahrum, alınıp satılabilir bir mal olarak köleler bulunuyordu.
* Roma’da krallık seçim konusuydu ve kral, ülkeyi iki meclis ile birlikte yönetirdi. Bu meclislerden birisi kralı da seçen ve yasamayı üstlenen comitia curiata, yani fratriler meclisi iken, diğeri danışma meclisi olan ve comittia curiata’nın kararlarını onayladığı için büyük saygınlığa sahip olan senato (senatus) idi. Senato, ilgili ka- rarların uygulanmasını mümkün kılan auctoritas’ı elinde tutuyordu. Senato sena- tus patres ya da babalar adı verilen gens şeflerinden oluşmuştu. Bu şeflerin soyundan gelenlere patrici adı veriliyordu.
Yavaş yavaş soy temelli örgütlenmeden mülkiyet temelli örgütlenmeye geçilmiştir. Krallık yıkılarak cumhuriyetin kurulmasıyla yeni yönetim halka ait gibi görünse de baskın olan,yeni rejim karakterinin de soyluluk tarafından biçimlendirilmesiydi. Cumhuriyet (res publica) rejiminin en büyük yeniliği, krallığın tasfiyesiyle, yürütme erkini kullanmak için konsüllüğü getirmiş olmasıdır.
* En yüksek yürütme yetkisiyle yani imperium’la donanmış iki konsül, bir yıllığı- na comitia centuriatta tarafından seçiliyordu. Konsüller birlikte yönetiyor ve ara- larında anlaşmazlık çıkarsa olum- suz görüş ağır basmış sayılıyordu.
* “Soyluların hâkimiyetindeki cumhuriyet düzeninde pleb’ler, patrici’lerin siyasal haklarını meşrulaştırmaktan başka işe yaramıyorlardı. Bu da pleb’lerin siyasal haklarını genişletmek için sürekli olarak mücadele etmesine yol açmıştır. Bu mü- cadeleler Roma devletinin önemli bir siyasal laboratuvar olmasını sağladı.
* Pleb’ler 200 yıla yayılan mücadele süreci içinde büyük haklar elde ettiler; borç köleliğine son verilmesi, kendilerine özgü meclisle yöneticiler (tribunus) kurulunun oluşturulması,patrici’lerle evlenme yasağının kaldırılması ve yüksek devlet görev- lerinin pleb’lere açılması bunlardan bazılarıdır. Özellikle evlenme yasağının orta- dan kalkması ve zenginleşmiş pleb’ler ile patt- rici mensuplarının birleşmesiyle, yepyeni bir sınıf ortaya çıktı. Bu sınıfa optimates denir.
* Böylece Roma dünyasının iki büyük hakim sınıfı gelişimini tamamladı.Bunların karşısındaysa giderek yoksullaşan ve siyasal sistemden de dışlanan artık yoksul- ları nitelemek için kullanılacak bir terime dönüşen populares ile ifade edilen halk vardır. Ancak patrici ve optimates’in giderek zenginleşmesi ve doymayaniştahları, iki kesimi daha sınıf mücadelesi içine sokar. İlki, küçük köylülerin topraklarını kay- bederek kentlere yığılmasıyla sayıları artan proletari sınıfıdır. İkincisi ise büyük çiftliklerde (latifundium) ticarete dayalı tarımın bel kemiğini oluşturan kölelerdir.
* İÖ II. yüzyılın ortalarına ulaşıldığında Roma, İspanya’dan Batı Anadoluya kadar uzanan fiilî olarak imparatorluk hâline gelmiştir. Bu imparatorluğun temel felsefesi savaşmak, yönetmek ve para kazanmaktı,buna da Roma gerçekçiliği adı verilir.
Polybios (İÖ 200-120) Roma’ya savaş esiri olarak götürülmüş Yunanlı düşünür- dür. Kısa zamanda Roma’nın büyük gücü karşısında Roma’ya hayran kalmış, bu başarıyı açıklama iddiasıyla İstoriai (Tarihler) adlı yapıtını kaleme almıştır.
* Polybios’a göre devlet tümüyle doğal olarak ortaya çıkar;nedeni de güce dayan- masıdır. İlk yönetimi biçimi güce dayanan tiranlık ya da despotlukur. Ama aklın ve mantığın hâkimiyetiyle monarşi gelir. Ama monarşi, gücün mutlak sanılmasıyla yeniden despotluğa dönüşür.
* Bu da soyluların rejimi yıkmalarına neden olur. Ama aristokrasi de kendisini zenginlik hırsına kaptırınca rejimin niteliği oligarşiye döner. oligarşi ise buna tepki duyan kitlelerce yıkılarak demokrasi inşa edilir. Bu üç yöne- timin iyi yönleri alınıp karma bir anayasa yapılmalıdır. Polybios, Roma siyasal reji- mini bunun örneği olarak görür. Konsüllerin yönetimi monarşiyi, senatonun rolü aristokrasiyi ve halkın iktidar yet- kileri de demokrasiyi işaret eder.
* Polybios, devletin bozulmasının kaçınılmazlığını gösterir ama Roma anayasası ve siyasal kurumları denge içinde olduğundan bozulmayı geciktirir. Roma’daki sosyal sınıfların mücadelelerini hiç hesaba katmamış ve dengeyi yalnızca hukuk- sal-siyasal kurumlarda aramıştır. Bu bakımdan ileride, Locke ve Montesquieu’de karşılaşılacak olan güçler ayrımının ilk örneklerinden birini vermıştır.
* Roma siyasal sistemi, başarısını yayılmacı emeller gütmesine borçludur. Yani geleneksel anlamıyla emperyalizm Roma siyasal kurumlarını ayakta tutar. Yayıl- macılık yerine,içe kapananlar Sparta örneğinde olduğu gibi çöküşe mahkûmdur.
* Ayrıca Roma, dini ideolojik olarak başarıyla kullanıp halkın tanrılara karşı korku- larını sürekli canlı tutarak devletin bütünlüğünü sağlar.
* Her ne kadar karma yönetimin erdemlerinden söz etse ve bu cumhuriyetçi gibi gözükse de,esasta Roma soylularının, yani senatoyu elinde tutan sınıf patricilerin sesidir. Gerçekte yönetim senatonun elinde olmasına karşın, iktidarın paylaşıldığı varsayımıyla senatoyu gelebilecek eleştirilere karşı korur. Oysa senatonun yöne- tim işini elinde tuttuğu Polybios’un kendi yazılarından bile anlaşılır.
* Aristokrasi yanlılığını açıkça gösteren diğer özelliği, Roma anayasasının sürekli demokrasi tehdidi altında olduğunu düşünmesidir.Bunun için de alt sınıflara siste- mi tehlikeye düşürmeyecek küçük ödünler vermeyi önerir. Ama Roma düzenini tehdit edenler yalnızca alt sınıflardan kaynaklanmaz.
* Yönetici sınıfların zenginleş- me ve iktidar arzuları bu tehditlerin başında yer alır.Ayrıca senatörlere kamu taah- hüt işleri yasaklandığı için,kamu görevleri ve hizmetleriyle zenginleşen, patrici’lere dahil olmayan, adlarına bu yüzden publicani ya da atlılar (equittes) denilen yeni kesimler gözlerini siyasal güce dikmişlerdir.
Cumhuriyetin Krizi İÖ II. yy sonlarında Roma düzenini tehdit eden hem atlılar sı- nıfının varlığı hem de savaşlarda yenilen toplulukların köleleştirilmesi ve bunların latifundium’larda kullanılması, bir yandan küçük üreticilerin rekabet edemez hâle getirilip yoksullaştırılmasıyla kentlere yığılmasına neden olmuş; aynı anda latifun- diumlardaki köle yığınları büyük güçleriyle siyasal tehdit olarak belirmıştır.
* Köle yığınları İÖ 36’da, bir ayaklanmayla Sicilya’yı ele geçirmeyi başarırlar. Ama en büyük ve en bilinen köle ayaklanması, İÖ 73’te, Trakyalı gladyatör Spartacus’ un önderliğinde gerçekleşendir.Ayaklanma,2 yıl sonra Spartacus’un öldürülme- siyle dağıtılır ve ele geçirilen 6000 köle Roma’dan Capua’ya dek uzanan Appia yolunda çarmıha gerilir.
* Roma’yı istikrarsızlaştıran sorunların başında sınıf mücadeleleri gelir. Populares ile optimates arasındaki çatışmanın sertleşmesi, beraberinde siyasal kurumların da yıpranmasını getirir. Örn, İÖ 133’te Tiberius Gracchus’un toprak reformu öne- risi, senatonun bütün direnişine karşı yasalaşsa da bir yıl sonra Grachus, tribün dokunulmazlığı çiğnenip senatörlerin örgütlediği client çetelerince katledilecektir.
* Bu, siyasette yeni dönemi işaret eder. Artık silahlı çeteler, küçük özel ordular, si- yasal suikastlar siyaset sahnesinde etkin olarak yer alır. Roma askerî sistemi de bu krizden etkilenir.
* İÖ 107’de Konsül Marius’un mülkiyet sahipliği ile askerlik hizmeti arasındaki ba- ğı kesmesiyle ordu sistemi proletaryaya açılır. Proletarya da para karşılığı asker- lik yapabilir. Bunun anlamı, Roma ordusunun artık Yurttaşlar ordusu değil, profes- yonel yapılanma olduğudur.Alt sınıflar sisteme dâhil edilip tehlike olmaktan çıka- rıldıkları gibi, aynı zamanda giderek genişleyen Roma İmparatorluğu’nun ihtiyaç duyduğu asker ihtiyacı da karşılanır.
* Ancak ordu bir kez “profesyonelleşince”yalnız proletaryaya değil, ihtiyaç arttıkça İÖ 90’da İtalyan halklarının en alt sınıflarına ve nihayet Yurttaş olmayan herkese (barbarlara da) açılır. Bu Roma ordusunun temel düsturu olan Roma’ya bağlılık ilkesini ortadan kaldırıp ordu sistemi içinde kişisel bağlılık ilişkilerinin yeşermesine zemin hazırlar.
* Son olarak, Roma’nın karşı karşıya kaldığı sorunlardan biri de bağlaşık halklar sorunudur. Özellikle savaşlarda kritik önem taşıyan bağlaşık halklar, üstlendikleri sorumluluk ölçeğinde savaşlardan yararlanamadıkları için huzursuzlanmaya ve sorunlarının çözümü için de Yurttaşlık talebini yükseltmeye başlar. Yurttaşlığın yaygınlaştırılmasını gerektiren bu talep Romalıların büyük bir direnişiyle karşılaşır
* Tıpkı toprak reformu girişiminde olduğu gibi İÖ 91’de tribün M. Livius Drusus’un Yurttaşlığın kapsamını genişletmesi, öldürülmesiyle sonuçlanır. Bunun üzerine bağlaşıklar büyük bir ayaklanmaya girişir ve ayaklanma İÖ 90’da Roma’ya sadık kalıp silahlarını bırakan bağlaşıklara tam Yurttaşlık hakkı tanınmasıyla bastırılır.
* Bu gelişmelerin temel sonuçlarından biri Roma siyasal sisteminin askerileşmesi ve cumhuriyet kurumlarının bozulmasıdır. Bunun tipik örneklerinden ilki aristokra- si yanlısı Sulla yönetimiydi. İÖ 81’de kendini süresiz diktatör seçtirmeyi başardı. İÖ 70 yılında öldüğünde, arkasında artık monarşi düşüncesine yatkın hâle gelmiş bir Roma bıraktı.
* İÖ 60’da Pompeius ve Crassus’la birlikte İulius Sezar, I. Triumvirlik diye bilinen üçlü anlaşmayla Roma’nın yönetimini ele geçirdi. Crassus’un savaşta ölmesinin ardından, Pompeius ve Sezar kozlarını paylaştı ve Sezar gülen taraf olarak Ro- ma’nın tek hakimi oldu. İÖ 46’da da yaşam boyu imperator (başkomutan) olarak atandı. İÖ 44’te diktatörlüğü sürekli hâle geldiği gibi, senato tarafından yarı tanrı ilan edildi. Bu cumhuriyetin sonuydu.
* Soylular, Sezar’ın ortadan kalkmasıyla mo- narşiyi tasfiye edebileceklerini sanıp 44 yılında senatoda öldürdü. Ama Sezar’ın yeğeni Octavianus, Aemilius Lepidus ve Marcus Antonius ile 2. Triumvirlik’i kurdu ve sonunda da iktidara tek başına sahip oldu.
* İÖ 27’de Octavianus’un Augustus adını almasıyla artık Roma siyasal düzeni im- paratorluğa dönüştü. Cumhuriyetten imparatorluğa uzanan kriz dönemi, büyük bir ideolojik çözülüşü de beraberinde getirir. En başta Yurttaşlığın kapsamının geniş- lemesi ve siyasal sistemin askerileşmesi Roma temelli değerlerin bozulmasına yol açar.
* Artık anayasal kurumların yüceliği, Roma’nın tanrısal görevleri gibi misyonların, yönetilenler açısından anlamı kalmaz. Siyasal faaliyetin içine şiddetin sızması ve rejimin askerileşmesiyle de deyim yerindeyse artık siyasetin özel biçimleri, şiddet ve güçle tezahür eden biçimleri, kurumsal siyaset anlayışını ortadan kaldırır. Ama dönemin cumhuriyet ile monarşi ya da imparatorluk arasında sürekli gidip gelen olayları ve buna ilişkin gelişmelerle beslenen çelişkili doğası siyasal düşünceye de yansır. Bunun tipik örneği, cumhuriyeti savunmak adına ortaya çıkan Cicero’ nun monarşinin ideolojik zeminini hazırlaması gösterilebilir.
Cumhuriyet Yolunda Monarşiye Doğru: Cicero Marcus Tullius Cicero (İÖ 106- 43) varlıklı atlılar sınıfının mensubu olarak aktif bir siyasetçi ve iyi hatip olmanın yanı sıra, Roma düşüncesinin en önemli isimlerinden biridir. Soyluların ve varsıl- ların desteğiyle önce konsüllük, ardından senatörlük yapar.1. Triumvirlik dönemi Selanik’e sürgüne gönderilir.
* Bu çalkantılı dönemde yanlış siyasal tercihler yap- mışsa da İÖ 57’de Sezar, Roma’ya dönmesine yine de izin vermıştır. Ama Sezar’ ın öldürülmesinin ardın- dan yine bir yanlış yapıp bu cinayeti destekleyince, patla- yan iç savaşta Sezar yandaşları zafer kazanınca, Marcus Antonius’un adamla- rınca yakalanmış ve başı kesilerek Roma’ya getirilmiş, halka teşhir edilmıştır.
* Cicero kişinin en üstün uğraşının politika ya da devlet adamlığı olduğu düşünce- sidir. Bu düşüncenin gerisinde kişinin kendini kamu hizmetine adaması gerektiği biçimindeki eski Roma cumhuriyet geleneği yatar.
*Cicero,iç çalkantılar döneminde siyasetten soğumayı ve uzaklaşmayı ifade eden Epikuroscu görüşlere şiddetle karşı çıkar. Bilge kişiler politikayla uğraşmalıdır. Yurttaş, gerektiğinde kendini devlet için feda etmeyi bilmelidir. Çünkü Yurttaşın kişisel çıkarıyla kamusal çıkar arasında bir birlik vardır.
* Cicero’ya göre, toplum insanın içgüdüsünden kaynaklanır. Bu bakımdan toplum doğaldır. Ama içgüdüsel olarak toplumsal bir varlık olan insan, sonraki aşamada halk hâline gelir, yani siyasal topluma dönüşür.
* Cicero bir Roma düşünürü olmasına karşın Yunan düşüncesinin, özellikle Pla- ton’un etkisi altındadır. Ancak Cicero devleti, doğal yasalarla meşrulaştırmak ko- nusunda, Platon’u değil, Stoacı düşünceyi izler. Buna göre, hukuk ya da yasanın
kaynağı insan iradesinde değil, doğada aranmalıdır. Bu kaynak Tanrı ve insanın ortak öğesi olan akıldır. “Yasa, yapılacak ve yapılmayacak olanı buyuran bizim doğamıza işlenmiş yüce akıldır.” Bu nedenledir ki herkes için ortaktır ve sonsuza kadar aynı kalır.
* Bütün zamanlarda, bütün insanları bağlar. Kimse bu yasayı inkâr edemez, çiğ- neyemez. İşte devleti var eden hukuk ya da yasa budur. Oysa bunun karşısında yer alan toplumsal ya da pozitif yasa zamana ve mekana göre değişir ve toplu- luklar kendi çıkarlarını korumak için koyduklara kurallara yasa adını verir. Bunla- rın gücü doğal yasaya içkin olan adaletten değil, içlerindeki olumsuz yaptırımlar- dan kaynaklanır. Yani pozitif yasaların adaletle bir ilgisi yoktur.
* Cicero’nun doğal hukuk anlayışı, bir yandan devletin varlığını meşrulaştırırken, çok daha önemli bir başka işlev üstlenir: Roma’nın yayılmacı devlet olarak varlığı meşrulaştırılıp, Roma evrenselleştirilip, böylece Roma emperyalist ideolojisi doğ- rulanmış olur. Şöyle ki doğal yasa bütün insanları kapsadığına, bütün insanlar aynı aklı paylaştığına göre, bütün insanlara uygun tek bir devlet olmalıdır. Bu, kozmopolis anlayışıdır. Bütün insanlar, Roma evrensel devlet olduğu için, onun hükmü altına girmelidir.
* Kozmopolitizmi, aklı tüm insanlarda ortak öğe olarak gördüğü için, başta eşitlikçi özellik taşır görünür ama herkes akıllı varlıklar olarak ilkesel olarak eşittir. Aklını doğru kullanmayı bilen bilgelerle, aynı akla sahip olsa da bunu doğru kullanama- yan insanlar eşit sayılamaz.
* Yönetimleri, geleneksel bir biçimde, tek kişinin elindeyse monarşi-krallık, seçkin bir azınlığın elindeyse aristokrasi, halkın elindeyse demokrasi olarak tasnif eden Cicero demokrasiden hazzetmese de kaldırıp bir kenara atamaz. Çünkü o da Roma’da olduğuna inandığı karma anayasayı savunur ve bunun için demokrasi- ye ihtiyacı vardır.
* İmparatorluk: En yüksek kamu gücü olan imperium’u kullanan başkomutanın buyruğu altındaki devletin yönetilme biçimini; yani geniş coğrafyaya yayılmış ve birçok halk üzerinde hüküm süren monarşiyi ifade eder.
* Cicero, Polybios’la aynı şeyi savunur gibi gözükse de savunulan şey aynı değil- dir. Polybios, siyasal kurumlar düzeyinde güçleri dengelemek peşindedir. Bu ne- denle siyasal kurumları önemser. Oysa Cicero, toplumsal kesimleri, aristokrasinin üstünlüğüne halel gelmeden, dengelemek ister. Yani onun sorunu bir anayasa sorunu değildir aslında.
* Bir yandan iyi bir yönetim üzerine düşünürken, aynı anda Roma’daki hızlı deği- şimin farkındadır. Bu yüzden kendi siyasal görüşlerine karşı, yeni yönetim biçimi olarak monarşiyi temellendirir. Roma cumhuriyeti, iç çalkantılarla tehdit altında olduğu için, Cicero duruma hakim olup cumhuriyet yönetimini tehlikeden koruya- cak yüce Yurttaş arayışına kapılır.
* Bu Roma anayasasında diktatördür ve Yurt- taşlar için o “vattanın koruyucusu, baba ve tanrıdır.” Cicero, baba ve tanrıyı cum- huriyetin hizmetkârı gördüğü için princeps, yani birinci Yurttaş olarak niteler. Örn Sezar değildir.Cicero’nun birinci Yurttaşı böyle tanımlaması da ideolojisi gereği son derece an- laşılabilir. Cicero ömrü boyunca cumhuriyetin sürmesinden en çok yararlanan sınıf, yani senatörler ya da optimates’in sözcülüğünü üstlenmıştır.
* “iyi Yurttaşları” her zaman yeğler. Ama öbür yandan kalabalık halkın siyasal sistemden dışlanmasının yaratacağı sonuçların da farkındadır. Bu yüzden yine seçkinlerin, yani aristokrasinin çıkarları gereği, kalabalıkları siyasal sisteme dahil etmenin yollarını arar. Örn din kalabalıkları yönetmek bakımından son derece işlevseldir.
* Ama devletin asıl dayanağı elbette yine de seçkin devlet yöneticilerin- den başkası olmayacaktır.Cicero seçkinci ideolojisi nedeniyle princeps’i gündeme getirerek ona bel bağlar. Ama “imparator” Augustus aynı kavramı cumhuriyeti tasfiye etmek için seferber eder.
Principatus’tan Dominatus’a Siyaset Augustus İÖ 27’den itibaren Roma’yı im- paratorluğa dönüştürmüştü.Ama Augustus, kendisini cumhuriyetin krizini sona er- diren adam olarak görür ve kendisinin birinci Yurttaş anlamında princeps olarak adlandırılmasını ister. Bu yüzden imparatorluğun ilk dönemleri principattus (birinci Yurttaşın yönetimi) olarak anılır.
* Ama çok geçmeden imparatorlar gereksiz hâle gelen cumhuriyetçilikten vazge- çer ve principatus’un yerini dominatus, yani ‘Yurttaşların değil, uyrukların üstünde hüküm süren efendinin yönetimi’ alır.
* Augustus’un en büyük başarılarından biri orduyu tümüyle kontrolü altına alması ve askerî bir hazinenin oluşturulmasıyla ordunun doğrudan kendisine bağlanıp sık sık siyasal alana müdahale etmesinin önüne geçilmesidir. Böylece Roma top- raklarında 200 yıl süren barış ve istikrar dönemi başlar. Bu döneme Roma Barışı (Pax Romana) denir.
* Roma’nın sınırlarını giderek genişletmesi yeni sorunları da beraberinde getirir.İS I. yyda Roma batıda İngiltere’yi topraklarına katmış, kuzeyde barbar toplulukların sınırlarına dayanmış, doğuda büyük krallıklarla komşu olmuştur.
* 212 de imparator Caracalla Roma topraklarında yaşayan herkesi Yurttaş ilan edip Yurttaşlığı ayrıcalık olmaktan çıkarır. Artık imparatorun Yurttaşlara ihtiyacı kalmamış; uyruklar üzerinde hüküm sürmektedir. Anma sınırların giderek genişle- mesiyle ordu yeniden büyük önem kazanır.
* Uyrukların çok farklı topluluklardan oluşması ve Roma ordusunun bu farklı top- lulukların üyelerinden derlenmesi, ordunun yeniden hızla siyasallaşmasını ve ik- tidara göz dikmesini kolaylaştıran bir etmen olmuştur. Bu kadar büyük alanda hükmedebilmek için imparatorlar, ordu- nun yanı sıra özellikle dine daha yoğun biçimde başvurur.
* Önceden imparatorlar ölümlerinin ardından senato kararıyla tanrısallaştırılırken Aurelianus (iktidarı 270-275) dominus nattus (doğuştan efendi) unvanını almakla yetinmeyip kendisinin yeryüzündeki tanrı olduğunu ilan ettirir. Ama bu tanrı kendi- sine yakın bir asker tarafından öldürülür.
* Artık Roma çöküş sürecine girer. Sistemin hızla askerîleşmesi nedeniyle im- paratorluğun başkenti Roma kenti önemsizleşmeye başlamış, askerî nedenlerle eyalet başkentleri yeni çekim merkezleri hâline gelmişti. Bunlardan özellikle Constantinopolis (İstanbul) önemlidir.
* Roma tahtını ele geçirerek burayı kendine başkent yapan Constantinus (iktidarı 324-337) artık Roma’nın ikiye ayrıldığının habercisidir. Roma İmparatorluğu, kesin olarak imparator Theodosius’un 395’teki ölümüyle ikiye ayrılmış olur. Ama bu bölünme de çöküşü önleyemez.
* Sınırlarda yığılan barbar toplulukların saldırılarıyla ucuz köle kaynakları kurur; imparatorluğun savaşlar içinde yıpranan otoritesi ve barbar saldırıları güvenlik gereksinimini iyice artırır. Orta ve büyük toprak sahipleri artık güvenecek yeni bir otorite arayışına girer. Köle kaynaklarının kurumasıyla ekonomi bozulur. Mevcut köleler azat edilerek ücretli emekçilere dönüştürülürler.
* Büyük topraklar da artan işletme maliyetleri nedeniyle küçük parçalara bölünüp özgür köylülere ve bu yeni ücretli emekçilere, yani yeni bir sınıf olarak kolon’lara (colonus) kiraya verilmeye başlar. Toprakların işlenmesini güvence altına almak için de kolon’ların toprakları terk etmesi yasaklanır ve kolon’luk soydan geçer hâle getirilir. Bunlar Orta Çağdaki serflerin ilk örnekleridir. Ama hiçbir önlem Roma’nın çöküşünü durdurmaz.
* Öyle ki çöküş sürecinde Roma, daha önce sürekli mücadele ettiği Hristiyanlıkla bile uzlaşır. Hristiyanlar 313 yılında Constantinus’un Milano fermanıyla inanç öz- gürlüğüne kavuşurlar. Constantinus da bu yeni dine katılır. İmparator Theodosius bu dini devlet dini ilan edip bunun dışındaki dinleri yasaklar.Yeni dinle imparator- luğun içeriden bölünmesi önlenmiş olur.Ama imparatorluk artık iyice güçten düşer ve 410’da Vizigotlar Alaric yönetiminde Roma’yı ele geçirip yağmalarlar. 476’da barbar paralı askerlerin başındaki Odoacer, İmparator Romulus’u tahttan indirip Roma’yı tarihe gömer.
* Doğu’da Constantinopolis’te 1453 tarihine kadar imparatorluk varlığını Bizans adıyla sürdürmüştür. Roma’nın düşüşüyle Avrupa uzun bir istikrarsızlık dönemine de girmiş olur. Ayakta kalan tek büyük güç Roma Kilisesi’dir.
Siyasal düşüncenin Kan Kaybı ve Seneca Roma dünyasında, Yunan dünyası- na göre zayıf olan siyasal düşünce, imparatorluk döneminde, iyice zayıfladı. Çün- kü bu dönemde siyaset, imparatorların gücü altında ezildi.
* Bir yandan tek kişilik yönetimlerin sağladığı istikrardan vazgeçilememesi, öte yandan istikrar uğruna hemen herkesin siyasal süreçten dışlanması, siyasal dü- şüncenin önüne tek bir problem koyuyordu: Tek kişinin yönetiminin özgürlükle uzlaştırılması. İmparatorluk, geleneksel olarak Roma anayasasının temel güçle- rinden biri olan halkı devre dışı bıraktığı hâlde, bunu meşrulaştırmak için, halkı devre dışı bırakmadığını, hal- kın kendi iktidarını (potestas’ını) princeps’e devrettiğini ileri sürmüştü.
* İmparatorluk ideolojisinin ağırlık noktası res publica değil, res romana’dır.Önem- li olan Roma adına, Roma için ve elbette imparatorun çevresinde birlik olmaktır.
* Bu ideolojiyi destekleyen bir başka unsur halkın dikkatinin siyasetten uzaklaştı- rılmasıdır. Bu nedenle de bu dönemin düşünsel temalarında siyasetten çok, aşk, bireysel derin düşünce, kırsal yaşamın güzellikleri, iç huzuru, sevgi gibi unsurlar ağırlıkla yer alır.
* Bu ideolojiyi asıl besleyen şeyin kuşkusuz din olduğu belirtilmelidir. Augustus döneminden başlayarak imparatorun kişisel otoritesi için dinin yoğun kullanımı, bu birlik ideolojisini neredeyse tümüyle dinselleştirmıştır. Buna karşın Roma ayakta kalamayınca, bu dinselleşmiş ve yaygınlaşmış birlik ideolojisinin meyvelerini Roma Kilisesi toplamıştır.
* İmparatorluğun ilk iki yüzyılı cumhuriyet döneminin hakim sınıfı aristokrasinin imparatorlukla uzlaşma dönemidir. Aristokrasi eski rejimi geri istemeyip; yalnızca imparatorun kendi imparatoru olmasını bekler.
* İmparatordan kendisine gelebilecek zararları ya da tehditleri önlemeye çalışır. Bundan ötürü, eski rejimi geri istemediğinden, imparatorun iktidarını siyasal olarak değil, ahlaki olarak sınırlandırmaya çalışır. Bu gereksinime yanıt veren ise Stoacı düşünce olur.
* Stoacı düşünce özgürlüğü siyasal olarak ele almaz. Özgürlük daha çok bilinçsel, ruhsal, içsel bir durum olarak kavranır. Bu bakımdan mutlak olarak özgür olan tek kesim bilgelerdir. Bilgelerin dışındakiler ise ya paranın ya başka bir şeyin kölesidir. Buna göre, insanın özgürlüğünün dışsal boyutu, toplumsal ve siyasal özgürlüğü ikincildir.
* Örn insanın toplumsal olarak köle oluşu onun özgür olmadığı anlamına gelmez. Çünkü gerçek ya da asıl özgürlük dışsal değil, içseldir. Stoacı düşünce, bu yakla- şımıyla siyasal toplumsal düzeni doğrulamış ve meşrulaştırmıştır. Ama aynı za- manda onu önemsizleştirir de. Bu dönemdeki kullanımı gereği, Stoacılık siyaset- ten uzaklaşmanın, soğumanın adıdır. Bunun en önemli temsilcilerinden biri ise Seneca’dır.
* Lucius Annaeus Seneca (İÖ 4-İS 65) siyasal düşünceye uzak duran, daha çok ahlakla ilgilenen bir düşünürdür. Hayatı çelişkilerle doludur. Bir yandan özel mül- kiyet başta olmak üzere, eşitsizliklere karşı çıkar ama kendisi lüks, servet ve şöh- ret düşkünlüğünden vazgeçemez. Bir yandan siyasete ilgisizliği temellendirir, öte yandan siyasetin tam ortasındadır.
* Ölümü bile bunun örneğidir. Neron İS 54’te imparator olunca, onun danışmanı olarak 13 yıl şaşalı bir saray hayatı sürer. Ama 65’te Neron’a karşı bir ayaklan- maya karıştığı suçlamasıyla damarlarını keserek intihar etmesi istenir ve ölümü bu yüzdendir.
* Seneca diğer Roma düşünürlerinden farklı olarak devleti doğal görmez. Bunun için altın çağ mitosuna başvurur. Sahip olma tutkusuyla özel mülkiyet doğunca kölelik de doğmuş ve altın çağ sona ermıştır. Köleliğin ve genel olarak eşitsizliğin belirmesiyle kötülüklerin ve bozuklukların dizginlenmesi için, hukukla ve güçle donanmış siyasal kurum, yani devlet belirir.
* Bu bakımdan devlet doğal olmak bir yana, kötülüğün ürünüdür. Bu durumda Seneca’nın devlete karşı çıkması beklenirken, tam aksini yapar: Geriye, devlet öncesine dönmek yerine Seneca tüm siyasal kurumları kabul eder ve bu durum içinde doğruluğun sağlanmasını savunur
* Bu tutumun bir örneğini kölelik konusunda verir. Bir yandan kölelerin de insan olduğunu kabul eder ve onlara iyi davranılmasını ister, ama kölelik kurumunu olduğu onaylar.
* Bunu meşrulaştırabilmek için de içsel özgürlük-dışsal özgür- lük ayrımına başvu rur. Yani, köleler içsel-ruhsal özgürlüğü önemsemeli, bu özgürlüğün asla parayla satın alınamayacağını bilmelidirler. İnsan bedensel olarak alınıp satılabilir ama kimse bir başkasının ruhunu satın alamaz.
* Seneca, siyasete ya da kamusal işlere katılım konusunda da ikirciklidir. Kendi- si Neron’un danışmanlığını yaparken tutkulu biçimde bilgelerin kamusal işlerden uzak durmamasını savunur. Çünkü erdemli olmak ancak Yurttaşlık görevlerinin eksiksiz yerine getirilmesiyle mümkündür.
* Ancak aynı Seneca, Neron’la arası bozulduktan sonra tam tersini savunur.Nere- deyse herkesi kamusal işlerden uzak durmaya ikna etmeye çalışır. Aslında bura- da karşılaşılan ikili tutum, bir çelişki olarak düşünülmek zorunda değildir.
* Seneca, saraydayken bir anlamda Neron’u eğitip aydınlatabileceğini, onun er- demli bir yönetici olarak kılavuzluğunu üstlenebileceğini umarak siyasete katılımı önemserken, Neron’un keyfi iktidarı Seneca’yı önüne katıp götürünce, bu kez bu keyfi iktidarın kendisini yozlaştırmaması için kamusal işlerden uzak durmayı önermeye başlar.
* Seneca Roma siyasal düşüncesinin hem son büyük ismi, hem de artık siyasal düşüncenin tümüyle Hristiyanlığın terimleriyle dinsel bir düşünceye dönüşeceği yeni evresinin habercisidir.
HRİSTİYANLIK TARİH SAHNESİNDE Hristiyanlığın evrensel bir din hâline gelmesinde ve yayılmasında kuşkusuz en önemli etken Roma İmparatorluğu’nun varlığıdır. Bu din başlangıçta yeni bir Yahudilik biçimi olarak sahneye çıkmıştır; bu nedenle de kavimsel özellikler gösterir.
* Ama Yahudilerin bu dinsel anlayışa karşı şiddetle karşı çıkmaları üzerine, yeni inanç Yahudiler dışındaki topluluklara açıl- mak zorunda kalmış ve kendisini Ya- hudilikten ayırarak farklı kaynaklardan bes- lenmıştır. Bu zor dönem Roma tah- tına kendisi Hristiyan olan Constantinus’un geçmesiyle tamamlanır. 313’te Milano Fermanı’nı yayınlayan Constantinus Hris- tiyanlığı özgürleştirir.
* Devamla Byzantium, Constantinus tarafından yedi tepe üzerine inşa edilen yeni bir kente, Constantinopolis’e dönüştürülerek burası bir kiliseler kenti olarak yeni- den inşa edilir. I. Theodosius ise 392’de, yeni dini devlet dini yapar ve eski dinleri şiddetle bastırmaya girişir.
* Bu sürecin ikinci aşamasında Roma Kilisesi’nin (Vatikan, Papalık’ı elinde tutan Katolik -kattholikos, evrensel- Kilisesi,) açık üstünlüğüne dayalı hiyerarşik örgüt- lenme gerçekleştirilir ve Papalık kurumsal olarak belirir.
* Aslında Hristiyanlık baştan beri belirli bir hiyerarşi içinde örgütlenmıştır. Hristiyan topluluklar ya da “kiliseler” içinde, topluluğun tüm dinsel faaliyetleri, 12 havarinin ardılları olarak kabul edilen piskoposların denetimi altındadır.
* Fakat başlangıçta hiyerarşik bir düzen içinde de olsa piskoposların yetkileri sı- nırlıydı ve cemaat tarafından atanmış olmak gerekirdi fakat bu atama giderek ce- maatin elinden alınıp cemaat içindeki dinsel sorunları çözmeye yetkili tek bir rahi- bin eline verildi. Roma Kilisesi işte bu süreç içinde, kendi hiyerarşik üstünlüğünü dinsel olarak da temellendirme becerisiyle öne çıkar ve kiliseler arasında merkezî bir kurum hâline gelir.
* Aynı dönemde, yeni dinin daha çok öbür dünyayla ilgili olduğu gibi bir yanılsama ortaya çıkar. Pagan Roma’da Hristiyanlığın hayatta kalabilmek adına öncelikle si- yasal sorunlara karşı ilgisizliği ve dünyevi eşitsizlikleri ikincilleştiren,asli olarak Tanrı önünde eşitliği vurgulayan yaklaşımı bu yanılsamanın ilk nedenlerindendir. Ayrıca yeni dinin başlangıçta kan dökücü eylemleri kınaması ve toplumsal ya- şamda otoriteye itaati öne çıkarması diğer nedendir.
* Fakat Hristiyanlığın bu yaklaşımı bütün tarihine içkin olarak düşünülmemelidir. Örn, çok geçmeden Hristiyanlık kan dökmeye karşı olan tutumundan vazgeçecek ve barbar akınlarına karşı savaşı haklılaştırmaya girişecektir.
* Hristiyanlığın ilk ev- resinin son aşamasını ise Hıristiyanlığı evrensel yeni bir din hâline getirerek diğer kavimlere açan Pavlus’un mektuplarının yazılı hâle getirilip derlenmesi ve nihayet İncil’in derlenme ve kabul sürecinin tamamlanmasıyla Hıristiyan teolojisinin felsefi olarak temellendirilmesi girişimleri oluşturur.
İsa ve Pavlus: Din, Dünya ve Siyaset Kendisine dair anlatılar çoğunlukla, ken- disinden çok sonra kurumsallaşan Katolik Kilisesi’nin (Roma Kilisesi) inşasıdır. Bir Roma dini olarak diğer topluluklara açılmadan önce İsa’nın iletisi öncelikle ve özellikle Yahudilere dönüktü. Zaten İsa, kendine inananlar bakımından, İsrailoğul- larının Davut soyundan geleceği beklenen kurtarıcı kral olan Mesih’ti. Yahudilerin İsa’nın mesajına karşı çıkmaları karşısında, diğer toplulukları da işaret etmiştir.
* İsa’nın kabulü ilk elde, Musa’nın sözlerinin Yahudilerce terk edildiği, doğru yol- dan sapıldığıdır. İsa’nın ilk refleksi kendi inancını, soysuzlaşmış ama kendini Ya- hudilik olarak gösteren dinden ayırmaktır. İsa, daha sonra, Hristiyanlığın bu dün- yanın işleriyle ilgili olmadığı ya da her nasıl oluyorsa “laik” bir din olduğu yanılsa- masını desteklemek üzere kullanılacak olan “Baba’nın krallığını” ya da “Göksel krallığı” öne çıkarır: “
* İsa, mevcut dünyanın yozlaşmış bir dünya olduğunun farkındadır ve özellikle bu dünya tarafından kirletilmemeyi istemektemez. O yüzden bu dünyaya ilişkin hü- küm vermeyi de reddeder:Aslında her tür otoritenin kaynağı Tanrı’dır ve İsa da dünyayı en büyük otorite sahibine uymaya çağırır. Bundan sonra havarilerin el- lerinde İsa’nın öğretisi, daha farklı bir çehre ve zenginlik kazanır. Ama Hristiyanlı- ğı, ona uygun bir şeriatla donatan asıl isim Pavlus olur. >>Adeta bu dinin gerçek kurucusudur.
* Pavlus (İÖ 10-İS 67?), başlangıçta Hristiyanlara zulmeden Yahudilerin önde ge- lenlerinden biri ve bu dönemdeki adı da Saul’dur. Pavlus, Hristiyanlığı seçtikten sonra hem yeni inancın yaygınlaşması hem de kurumlaşarak şeriat oluşturması için en önemli çalışmaları yapan kişidir ve yakalanıp Roma’da öldürülüne dek bu faaliyetini sürdürmüştür.
* Faaliyetlerini, Yahudilerin İsa’nın “mesajını”reddetmesi nedeniyle diğer topluluk- lara yönelerek başlatır.Hıristiyanlığı bir kavim dini olarak değil, oikoumene, yani ‘dünya cemaati’ne ait (evrensel) din olarak görür, Yahudilerin üstünlük savlarını ve yeni inanç içindeki Yahudi mirasını açıkça reddeder. İlk elde Yahudilerin Tanrı ile aralarındaki ahitleşmenin bir işareti olan sünnet gerekliliği ortadan kaldırılır.
* Yahudilikte dinsel özne olarak yalnızca erkekler kabul edilir.Çünkü insan erkektir; kadın ise erkekten yapıldığı için nisadır; eksik, hariç. Bu yüzden ahit insan-erkek ile Tanrı arasındadır.Buradan hareketle yeni dinin çağrısına uyanın, hangi koşul- larda bu çağrıya uyduysa o koşulları muhafaza etmesinde hiçbir sakınca görmez; hatta bunu açıkça savunur: “Bir kimse sünnettsizken mi çağrıldı, sünnet olmasın.
* Hristiyanlığı Yahudilikten arındırma girişiminin ikinci adımı Yahudilikçe domuz eti ve benzeri yiyeceklere konulan yasağın ortadan kaldırılmasıdır. Yeni dini inşa edip yaygınlaştırırken mevcut bütün eşitsizlikleri onaylaya onaylaya ilerler. Böyle- ce var olan eşitsizlik hâlleri, yeni bir dinsel meşruluk zeminine kavuşturulur.
* Kölelik kurumuna karşı geliştirilen tutum da aynıdır; yani mevcut toplumsal eşit- sizliğin dinsel olarak meşrulaştırılması. Sıra siyasal iktidarın, devletin onaylanma- sına gelmıştır: “Herkes altında bulunduğu yönetime boyun eğsin. Çünkü Tanrı’ dan olmayan yönetim yokttur. (...) yönetime karşı direnen,Tanrı’nın düzenlediğine karşı gelmiş olur.” (Romalılar, 13: 1-7). Bu pasaj Hristiyanlıktaki büyük dönüşümü ya da İsa ile Pavlus arasındaki siyasal yaklaşım farkını keskin biçimde işaretler.
* Hristiyanlık, etkin itaat yoluyla insanın başının üstüne astığı kılıcın Kilise’nin boy- nuna inebileceğinin farkındadır. Bu nedenle bundan sonraki asıl sorun Kilise ile devlet ilişkilerinin nasıl düzenleneceğidir.
* Üstelik bu sorun, özellikle Roma’nın res- mî din olarak Hristiyanlığı kabulüyle birlikte giderek can yakıcı hâle gelip, Batı Roma’nın çöküşüyle,Doğu Roma’da imparatorun kutsallaştırılıp Kilise’ nin başı sayılmasıyla (Sezaropapizm) iyice karmaşıklaşır.Karmaşık soruna ilk sistematik yanıtı verecek olan, Patristik düşüncenin en büyük ismi Augustinus olacaktır.
Augustinus: İki Ayrı “Devlet” Aurelius Augustinus (354-430) 386’da Hristiyan, 391’de rahip olmuştur. Ölümünden kısa süre sonra Kilisece aziz, ermiş sayılmıştır. Birçok yapıtı varsa da siyasal düşünce bakımından en önemli yapıtı De civitate dei (Tanrı Devleti Üstüne)’dir.
* Devlet,amacı ve adaleti yönetmesi bakımından iyi ama kökeni bakımından kötü- dür. Devlet gerekli kılınmıştır çünkü insanlar Tanrı’dan ayrılıp kargaşaya düşmüş ve Tanrı bu yüzden insanları birbirinin üstüne hükümran kılmıştır.
* Devlet, kökeni bakımından ilk günahla malul, cezadan öte değildir. Burada Antik Yunan düşüncesiyle farklılık çok belirgindir. Yunan için devlet güzelliğin ta kendi- siydi, oysa artık güzellik olmaktan çıkmıştır.
* Çünkü güzellik Tanrı’dan başkasına atfedilemez, devletin nihai nedeni de Tanrı’ dan başkası olamaz. Siyasal otoriteyi somutlaştıran yasa da bu anlamda yalnızca Tanrı’dan kaynaklanır. Yasayı güvence altına alan üstün, zaman-dışı bir irade yoksa yasa anlamsızdır.
* Augustinus, Aquinumlu Thomas tarafından geliştirilen yasa sınıflandırmasıyla, Tanrı’yla dünyevi yasanın bağını kurar. Kutsal aklın ürünü olan ebedi yasa ya da Tanrı iradesi, doğal düzenin korunmasını ve çiğnenmemesini buyurur. Bu yasa- nın insan tarafından duyulur biçimi, insanın günahkarlığı yüzünden ebedi yasaya göre bozulmuş hâli, doğal yasadır.
* Sonra devlet içinde geçerli dünyevi pozitif ya- sa gelir. Böylece yasalar sınıflan- dırılmış ve her biri tanrısal yasaya bağlanmış olur. Bu bağ kurma girişimiyle aynı zamanda, en altta dünyevi pozitif yasanın hüküm sürdüğü bir devlet ve en üstte ebedi yasanın hükmünde olan bir başka “devlet”, yani iki ayrı düzen belirmiş olur. Bunlardan ilki Yeryüzü Devleti’dir (civittas terrana), ikincisi Tanrı Devleti (civittas dei). İki ayrı devlet iki ayrı sevgi tarafından kurulmuştur.
Tanrı Devleti benliği horlamaya dayalı Tanrı sevgisiyle Yeryüzü Devleti Tanrı’ yı horlamaya varan benlik sevgisiyle.Kilise,insanları Tanrı Devleti’ne hazırlamak için kılavuzluk eder ama Yeryüzü Devleti yetersiz de olsa adaleti amaçladığı için as- lında aynı görevle yükümlüdür. Kuşkusuz hakiki devlet Tanrı Devleti’dir.
* Burada Cicero’nun res publica tanımından, yani “bir hukuk düzeni ve ortak yarar üzerine anlaşmış insan topluluğu”ndan hareket eden Augustinus, önce tanımdaki hukuk terimini adalet olarak okuyarak, adaletin ancak mükemmel olarak Tanrı’da ve onun devletinde tezahür edebileceği sonucunu çıkarır.
* Adalet, Tanrı ile insanlar arasındaki ilişkiler sistemidir. İnsan önce bu sisteme iman etmeli ve Tanrı’nın hakkaniyetle insanları, imanlılarla imansızları birbirinden ayıracağını bilmelidir.
* Evrensel olarak Roma Devleti’nin yarattığı boşluğu doldurabilecek sistemli bir düşünceyi, Kilise evrenselciliğini inşa eden kişi Augustinus tur.
İKTİDARIN PARÇALANMASI: ORTA ÇAĞIN DOĞUŞU 476’da Batı Roma İmp yıkılır ve Orta Çağın başladığı kabul edilir. Özellikle Batı Avrupa için geçerli olmak üzere, Orta Çağ denildiğinde, 476’dan başlayarak XV. yy sonuna kadar süren bir dönem anlaşılır. Orta Çağı nitelediği ileri sürülen temel özellikler iktisadi düzeyde feodalite, siyasal düzeyde merkezî iktidarın yokluğu ya da yerel iktidarların öne çıkması, kültürel düzeyde ise Hristiyanlığın kurumsallaşmasıdır.
Kilise’nin Çözüm arayışı Batı Roma’nın yıkılışıyla birlikte Doğu Roma İmp ken- dini Batı Roma’nın varisi ilan eder ve bu doğrultuda Roma Kilisesi, bu kez özerkli- ğini Constantinopolis’e karşı savunmak zorunluluğuyla karşı karşıya gelir.
* Bu zorunlulukla yüzleşip Kilise’yi Doğu Roma’ya karşı savunmak zorunda kalan Papa I. Gelasius, bu özerkliği formüle eder: “Bu dünyanın yönetiminde başlıca iki iktidar vardır; piskoposların kutsanmış otoriteleri (auctoritas) ve kral iktidarı (po- testas). Kamu düzeni söz konusu olduğu ölçüde,piskoposlar imparatorluk maka- mının dünyevi işlerin yürütülmesindeki kararınıza karşı görünmesinler diye sizin yasalarınıza itaat ederler.” Krallar da din alanında din adamlarına boyun eğmelidir
* Kilisenin yeni arayışlara yönelmesinin nedeni, Doğu Roma İmparatoru’nun hem kutsal otoriteyi, hem dünyevi iktidarı kendi kişiliğinde, imparatorluk makamında temsil etme savındandır. Doğu’daki imparator, her ikisinin de kendi bedeninde birleştiğini öne sürerek Kilise’nin de kendisine tabi olduğunu ileri sürüyordu.
* Gelasius ise tam da buna karşı çıkıyor ve iki ayrı iktidarın varlığını işaret ediyor; auctoritas ve potestas ayrımı üzerinden Kilise’nin devlet karşısında özerkliğini sa- vunuyordu. Her ne kadar, bir yandan Kilise’nin manevi üstünlüğü fikrini taşısa da temel amacı Roma Kilisesi’ni Doğu Roma’ya karşı korumaktı.
* Ama manevi üstünlük savı ortaya atılınca,bu Gelasius’un kastıyla sınırlı kalmaz. Özellikle 590-603 arasında papalık yapan I. Gregorius’un uygulamalarıyla bu ma- nevi üstünlük mutlak üstünlüğe doğru gelişir.Bu doğrultuda,kimi kaynaklarda, din- sel ve dünyevi iktidarları nitelemek için kullanılan iki kılıç benzetmesi ortaya atılır.
* I.Gregorius, Kilise’nin karşı karşıya kaldığı Doğu Roma sorunuyla baş eder ve Gelasius’un yaklaşımını en fazlasından Kilise’nin manevi üstünlüğüyle sınırlı ola- rak okumayı seçer. Ama aynı Gregorius, Batı’da merkezî iktidarın çöktüğü dö- nemde, Kilise’nin doldurabileceği büyük otorite boşluğunun da farkındadır ve bu boşluğu doldurmak üzere hızla harekete geçer.
* Roma’nın çöküşüyle Batı’da Kilise’nin dünyevi iktidar üzerindeki üstünlüğe da- yalı bir Hristiyan monarşisi için gerekli zemin vardır. Batı’da savunulan tez,dünye- vi krallığın Papalık karşısında tabi konumudur. Krallık her yerde nasılsa vardır, önemli olan Hristiyan krallığın olmasıdır.
* Papa Gregorius’un temellerini attığı bu ideal, daha sonra, Hıristiyan dünyadaki büyük yarılmanın, Kilise’nin Batı (Roma- Katolik) ve Doğu (Bizans-Ortodoks) Kiliseleri diye ikiye ayrıldığı XI. yüzyılda, VII. Gregorius (Papalık süresi 1073-1085) tarafından temellendirilir.
Feodalite: Siyasal gelişmeler Orta Çağı nitelediği kabul edilen terimlerden biri olan feodalite hem zaman, hem de coğrafya olarak tüm Orta Çağ dönemini kap- samaz. Feodaliteyi niteleyen en önemli şeylerin başında gerek soya gerek taba- kalara dayalı yükümlülükler sisteminin katı bir biçimde uygulanması gelirken, bir diğer unsur küçük iktidarlar topluluğunun varlığıdır; özellikle devletin güvenlik ih- tiyacını karşılayamaması küçük iktidarları “büyütmüştür,” yani yaygınlaştırmıştır. Bu bakımdan feodalite, iktidarın yokluğu değil, “çokluğudur”.
Yeni Avrupa Batı Roma’nın yıkılışıyla “Yeni Avrupa”yı şekillendirecek iki önemli aktör tarih sahnesinde karşı karşıyadır: Roma İmp yıkılışında önemli rol üstlenen Cermen krallıkları ve Roma’nın yıkıntıları arasından merkezî güç olarak tek başı- na öne çıkan Roma Kilisesi.
* Roma İmparatorluğu’nu yıkma başarısını gösterseler de Cermen krallıklarının siyasal ömrü, biri dışında, çok sürmemıştır. İtalya’da Ostrogotlar ve Lombardlar, Doğu Galya’da Burgondlar, İspanya’da Vizigotlar ve Galya’nın büyük bölümünü de ele geçirerek kabileleri birleştirmeye başaran Franklar, büyük Roma mirasının üzerinde yerleşip bu mirasa uyum göstermeye çalışmalarına karşın,esasta Roma siyasal sistemi ve hukukuyla kan uyuşmazlığı içindeydiler. Bunun en temel gös- terge ve nedenlerinden biri, bu toplulukların kabile örgütlenmesine dayalı, barbar(kandaş) topluluklar oluşudur.
* Toplulukları niteleyen şey,kabile ve şefe bağlılık ilkesi çerçevesinde kendini gös- teren savaşkanlıklarıdır. Topluluk üyelerini sadakat ilkesiyle çevresinde toplamayı başaran savaşçı şefler, savaş sonucu elde edilen ganimeti, toprak, çeşitli mallar ve nihayet köleleri, kendi ölümleri hâlinde oğullarına geçecek kişisel mülk gözüyle görürler.
* Bu anlayış, savaşçı kabile şefinin, sahibi olduğu tüm mülkün korunup kollanma- sı için, bu mülkü kendisine kişisel sadakatle bağlı yoldaşlarının ya da savaş bey- lerinin denetimi ve kullanımına vermesini beraberinde getirir. Bu eğilim feodalite- nin toplumsal ve ekonomik olarak inşasında önemli bir rol üstlenir.
* Cermen krallıklarının,hemen çoğu Kilisece sapkınlık sayılan Ariusçuluğu benim- serken,Frank Krallığı Katolikliği seçmiş ve Roma imparatorlarının unvanlarına sa- hip çıkmıştı. 200 yüz yıl içinde, Frank Krallığı dışındakiler, tarihten silinir.
* Frank Krallığını Kilise nezdinde tercihe şayan kılan bir diğer neden ise bu krallı- ğın küçük Cermen krallıklarını tasfiye ederek genişlemesinin yanı sıra Akdeniz’in yeni gücü olmaya aday Müslümanları, 732’de, yenerek Müslüman yayılmacılığı- na karşı bir set oluşturmuştur.
* Papalık ve Frank Krallığı arasındaki ittifak özellikle Charlemagne(Büyük Charles) döneminde doruk noktasına ulaşır.800 de Papalık, Charlemagne’ı Roma- Cer- men İmparatoru ilan eder. Roma İmparatorluğu, 476’da yıkılsa da bu sembolik olay, bir yandan yeni Avrupa’da imparatorluk geleneğinin devam ettiğini göster- mesi, bir yandan da imparatorluğu ilan eden Papa olduğuna göre, imparatorun Papa’ya karşı sorumluluk ve yükümlülüklerini göstermesi bakımından anlamlıdır.
* Bir imparatorluk olarak kutsansa da Frankların yönetim sistemi esasında kişisel bağlılık ve sadakat ilkelerine dayanırdı.Buna göre,imparatorluk coğrafyası, başın- da imparatora kişisel olarak bağlı ve sadık bir yöneticinin bulunduğu yaklaşık 250 kontluk bölgesine ayrılmıştı.
* Charlemagne’ın ölümüyle yerine geçen oğlu Sofu Louis, imparatorluğu bir ara- da tutamayınca, sistem dağılmaya başladı. Durumu daha da ağırlaştıran diğer et- ken aynı dönemde, yani VIII., IX. ve X. yüzyıllarda, Avrupa’nın özellikle Afrika ve İspanya üzerinden Müslümanların,Tuna üzerinden Macarlar ile Moğolların, İskan- dinavya üzerinden Vikingler ile Normanların saldırılarıyla karşı karşıya kalmasıdır.
* Artık Avrupa’nın öncelikli sorunu güvenlik sorunudur ve bu temel gereksinim, farklı bir toplumsal ve siyasal örgütlenmeyi de beraberinde getirir. İşte feodalite bu yeni dönemin adıdır.
Feodal Toplumun Özellikleri Feodal döneme rengini kazandıran feodal üretim tarzının temelini manoryal ör- gütlenme adı verilen, özel bir tür köy örgütlenmesi oluşturur. Bu özel örgütlenmenin en tepesinde manor lordu ya da senyör denilen feodal bir bey yer alır. Toprağı terk etmesi hukuken kesinlikle yasak olan köylüler ya da serflerin, gerek kendilerine tahsis edilmiş olan küçük ölçekli topraklarından elde ettikleri ürünün büyük bir bölümü ve gerekse manor topraklarının belirli bir kısmındaki (demesne, efendi toprağı) karşılıksız emeklerinin (angarya) ürünleri hep bu beye gider.
* Manor örgütlenmesi Roma İmparatorluğu’nun pazara dayalı, geniş ölçekli köle emeğiyle üretim yapan, büyük çiftlikleri olan latifundium’un dönüşümüyle ortaya çıkmıştır ve ondan farklı olarak pazara dönük üretim yapmaktan çok, kendine yeterli, kapalı ekonomi oluşturur.
* Ama ilgili dönemde merkezî iktidarın yokluğu ya da güçsüzlüğü ve Avrupa’nın ciddi güvenlik sorunuyla yüz yüze olduğu anımsa- nırsa, manor lordu ya da senyörünün tek başına hâkimiyetini sağlayamayacağı ya da bu hâkimiyeti uzun süre devam ettiremeyeceği açıktır.
* İşte bu gereksinim, feodal efendiler arasında bir bağlılık zinciriyle karşılanmaya çalışılmıştır. Bu anlamda aralarında güç, büyüklük vb. eşitsizlikler bulunan iki feo- dal bey birbirine bağlılık ilişkisiyle bağlanır.
* Buna göre, üstün ve güçlü olan lord ya da senyör, belirli bir toprak parçasını ve toprağın üstündeki bütün hakları, -yani insanlar, araçlar, din üzerindeki haklarla yargılama, yönetme hakları- bir diğer feodal beye ya da vasala devreder.
* Vasal konumundaki senyör de bunun karşılığında diğer senyöre karşı çeşitli yü- kümlülükler üstlenir. Bu yükümlülükler, gerektiğinde bir şey yapmayı, -örn senyör kendisinden askerî ya da lojistik destek istediğinde destek vermeyi- ya da bir şey yapmamayı, -örn senyöre sadakat gereği, onun düşmanlarıyla işbirliği yapmamak ya da şatosundan, mahremiyetinden vb. uzak durmak gibi- içerebilmektedir.
* Senyör-vasal ilişkisinin ya da anlaşmasının esası belirli bir toprak parçası üze- rinde düzenin ve feodal beyin “egemenliğinin” güvence altına alınmasıdır. Bu da toprak üzerinde belli hakların senyörden vasala devrini içermektedir ki işte buna da beneficium, feodal sözcüğüne de kaynaklık edecek olan feudum ya da bir di-
ğer ifadeyle fief denilmektedir. Dolayısıyla toprak üzerindeki belli hakların devrini içeren bu anlaşmaya şef sözleşmesi adı verilmektedir.
Şef sözleşmesi yoluyla senyörler birbirlerine senyör-vasal ilişkisi içinde bağlana- rak bir sistem oluştursa da bu sistem hiyerarşik bir sistem değildir. Her senyör, bir diğerinin vasalı ve senyörüdür. Her vasal yalnızca kendi senyörüne karşı sorumlu ve yükümlüdür.
* Bunun açık anlamı da, örn en tepedeki kralın, kendisine doğrudan bağlı, yani vasalı durumunda olan senyörler dışında kalan senyörlere doğrudan buyurama- masıdır. Bu da kralı yalnız Primus inter pares, yani eşitler arasında 1. yaparken aynı anda ‘adamımın adamı adamım değildir’ ilkesini de işaret eder.
* Belirli bir soylulukla donanmış senyörler (ve aynı dünyanın savaşçı gücü olarak şövalyeler) feodal toplumun hakim sınıfının en önemli tabakasını oluşturur. Ama hakim sınıfın bir diğer önemli bileşeni de rahiplerdir.
* Bu iki bileşenli hakim sınıfın karşısında ise yine iki bileşenli, özgür köylülerden ve toprağa bağımlı kılınmış serflerden oluşan üreticiler vardır.
* Özellikle hakim sınıf içindeki bağlılık ve sözleşme ilişkileri, feodal dönemde kral- lar ya da prensleri belirli dönemlerde, bu kesimlerin temsilcilerini bir araya getirip rızalarını ve onaylarını alma yükümlülüğüyle karşı karşıya bırakır. Süreç içinde, örn Fransa’da, temsilcilerin bir araya gelişi kurumsallaşıp bugünkü parlamentola- rın çekirdeğini oluşturan Tabakalar Genel Meclisi (Éttatts Généraux) oluşur.
* Krallık iktidarı güçsüzleştikçe bu temsili meclisler siyasal yaşamda daha da ağır- lıklı bir yer kazanacaktır. Ayrıca, krallıkların güç kaybının yanı sıra XI. yydan itiba- ren güçlenerek özerk birer siyasal birim hâline gelen ve özerkliklerini krallara ka- bul ettirmeyi başaran kent yönetimlerinin varlığı da bu temsili kurumların rollerini daha da önemli hâle getirecektir.
* Ancak Orta Çağa neredeyse bütün ruhunu kazandıran Kilise’nin ya da rahipler tabakasının, feodal dünya içindeki siyasal rolüne ayrıca değinmek gereklidir.
Feodalite: Kilise ve Siyasal düşünce Feodal dönemde, özellikle X. yyda Kilise, Batı Avrupa’nın en önemli kurumuydu.Çünkü Kilise, aynı zamanda en büyük top- rak sahibiydi. Bu büyük ekonomik gücüne karşın, Kilise’nin Orta Çağda baskın si- yasal güç hâline gelmesi daha geç bir dönemde gerçekleşecektir.
* Çünkü Kilise’ nin kurumsal varlığına karşın, feodal ilişki sistemi içinde, feodal aristokrasi dinsel alanda belli bir rol üstleniyor; örneğin kilise kurup başına rahip atayabiliyor ve dahası aynı sistem içinde kiliseleri vergilendirebiliyordu. Ama Kili- se’nin dünyevi ikti- dar üzerindeki üstünlük iddiası asıl, 1073’te Papa VII. Grego- rius ile somutlaşır.
* Papa VII. Gregorius’un önemli adımı,öncelikle Kilise’yi şef sözleşme sisteminin olabildiğince dışına çıkarmak olmuştur. Papa, bulundukları dinsel makamları be- lirli karşılıklar sayesinde edinmiş olan din adamlarını, mülklerini şef ilişkisine bağlı olarak senyörlerden almış olan piskoposları ve manastır başkanlarını aforoz ede- rek doğrudan din dışına atar.
* Ayrıca ruhbanın dünyevi ilişkilerini kontrol etmek için din adamlarının evlenmele- rini yasaklar.Aynı şekilde rahiplere piskoposluk verip kendilerine bağlayan sen- yörler de Kilise dışına itilir. Böylece VII. Gregorius öncelikle piskopos tayinlerinin tümüyle Roma’nın tekelinde kalmasını amaçlar.
* Bu çatışma sonunda İmparator IV. Heinrich’in papayı Papalık tahtından inmeye davet etmesiyle papa da aforoz silahını çekerek imparatoru kilise dışına atar. IV. Heinrich’in aforoz edilmesi Cermen prenslerinin imparatoru tanımayıp baş kaldır- masına neden olunca imparator zorunlu olarak papaya giderek af diler ve aforo- zun kaldırılmasını talep eder. İmparator, affedilse de tahtından uzaklaştırılması, Kilise’nin büyük gücünü gösterir.
* Ama IV. Heinrich bu büyük güce karşı mücadelesini yılmadan sürdürür ve Ro- ma’ya başarılı bir saldırıyla VII. Gregorius’u Papalık tahtından indirmeyi başarır. Bu fiilî çatışma süreci nihayet 1122’de yapılan Worms Anlaşması’yla durulacak gibi olur ama gerçekte çatışmalar farklı ölçek ve düzeylerde bütün Orta Çağ bo- yunca sürer. Worms Anlaşması Kilise açısından zaferdir.
* Bu anlaşmayla dünyevi otorite, Kilise’nin piskopos tayinlerinde tek ve mutlak söz sahibi olduğunu kabul etmiş olur. Ancak Kilise’nin dünyevi işlerdeki büyük gücünü işaret eden asıl olay XI. yüzyılın sonunda başlayan Haçlı Seferleri’dir.
* Haçlı Seferleri’yle birlikte Kilise’nin dünyevi işlerde söz sahibi olduğu, gerektiğin- de savaşa girebileceği ve kan dökebileceği açıkça ortaya çıkmıştır. Aynı zaman- da Haçlı Seferleri, bu seferlere katılan şövalyelerin yani soyluların belirli bir bölü- münün tasfiyesini de beraberinde getirir ve önemli bir tabakayı oldukça zayıflatır.
* Haçlı Seferleri, Papa VII. Gregorius’un Kilise’ye yüklediği en önemli misyon olan dünya üzerinde Hristiyan bir toplum kurma projesinin nihayet ete kemiğe bürün- müş en önemli girişimlerindendir. Kilise, kralların ya da dünyevi iktidarların, güçle- rini Hristiyanlığın amaçları doğrultusunda kullanıp kullanmadığını denetleme ve gereğini yapma hakkına sahipti. Dünyevi krallar Kilise’ye uymak zorundaydılar.
DEVLET KARŞISINDA KİLİSE Kilise dünyevi iktidarla dinsel iktidar arasındaki farklılığı ortadan kaldırma peşindedir. İki ayrı iktidarı temsil eden iki kılıç, Papalık’ ın elinde birleşmelidir. Yani artık Kilise, plenitudo potestatis savını ileri sürer.
İki Kılıç KuramıPlenitudo potestatis savının somut içeriği kendini 2 kılıç kuramın- da gösterir.Kilise’ye dünyevi işleri idare etme, düzeni ve adaleti sağlama ve dinsel alanı çekip çevirme hakkını ileri sürme imkânı verir.
* Kilise, bir yandan maddi ya da dünyevi kılıcın kralların ya da imparatorların elin- de olduğunu söylüyor ama öbür yandan bu kılıcın ancak Kilise’nin buyruklarına tabi olarak kullanılması gerektiğini ileri sürüyordu. Böylece, krallar ya da impa- ratorlar adeta Kilise’nin hizmetkârı ya da feodal döneme uygun bir ifadeyle vasalı hâline getirilmiş oluyordu.
Salisburyli John’un siyasal görüşlerinin tümünü kapsayan Policraticus (Devlet Adamının Kitabı), Augustinus’un Tanrı Devleti’nden sonra, Orta Çağda üretilmiş, ilk kapsamlı siyasal inceleme metnidir.Kilise’ye adanmamış bir dünyevi iktidarın neyle karşılaşabileceği sorusuna açık bir yanıt vermesiyle ünlüdür: “Tanrı’nın, do- layısıyla Kilise’nin buyruklarına aykırı davranan bir prens, yasa dışına çıkmış olur ve bir zorba, ‘tiran’ hâline gelir. Bu nedenle Kitab-ı Mukaddes’in verdiği yetkiyle tiranları öldürmek, yasaya uygun ve şanlı bir harekettir.”
* Salisburyli John’a göre de dünyevi ve ruhani iktidarın kaynağı Tanrı’dır ve Tanrı her iki kılıcı da, Kilise’ye vermıştır. Kilise, ise dünyevi kılıcı, kendisi kan dökücü ol- madığından, prenslerin kullanımına devretmıştır.Bu sınırlı çerçeveden bakıldığın- da,Salisburyli’nin dile getirdiği dünyevi iktidar karşısında Kilise’nin üstünlüğünden, yani geleneksel plenitudo potestatis savından başka bir şey değildir.
* John’a göre üç tür tiran olabilir.
1.Ailede ve iş yerinde tiranlaşanlardır.Bu“küçük tiranlar”kolaylıkla dünyevi yasa- larla denetlenip sınırlandırılabilirler.
2.Kilise mensuplarının tiranlaşmasıdır. Tiranlaşan Kilise mensubu olduğuna göre, ona dünyevi yasalar uygulanamaz.
3.Prensler ya da krallardır. Tiranlaşmış bir prense karşı, her şey mubahtır.Örn on- lara dalkavukluk etmek, kandırmak vb. yöntemlerle müdahale etmek yasalara uy- gun sayılmaktadır. Ancak tiranlaşan prens artık mevcut araçlarla düzeltilemiyorsa yapılacak tek bir şereşi şey kalmıştır; onu kılıçtan geçirmek. Böylece, tiranın öldü- rülmesi yoluyla halkı Tanrı buyruklarına uymaktan alıkoyan engel ortadan kaldırıl- mış ve Tanrı’ya hizmet edebilmesi için halk özgüleştirilmiş olacaktır.
* Burada gözden kaçırılmaması gereken, tiranlığın ölçüsü olarak hak ve adalet tanımamanın öne çıkmasıdır. Hak ve adaletin varlığı ya da yokluğu ise yalnızca dünyevi yasaların varlığı ya da yokluğu, onlara uygun davranış ya da tersi anla- mına gelmez. John’a göre, toplum organizma gibidir ve devlet adı verilen siyasal bünye ruh, baş ve uzuvlardan oluşur.
* Baş olarak prensin tiranlaşması yalnızca başla ilgili sorun olmaktan çıkar; uzuvların ve ruhun da problemi hâline gelir.Önce- likle anlaşılması ve gözetilmesi gereken şey, bir organizma olarak toplumun ve siyasal bünyenin ta kendisidir. Zaten Kilise’yi dünyevi iktidar karşısında üstün kılan da bu bünyenin yapısından başka bir şey değildir. Prens baş ise, Kilise ruhtur. Ruh yoksa baş hiçtir.
* Salisburyli John’da karşılaşılan bir yenilik, ortak iyiliğin ifadesi olarak devlet an- layışının, Aristoteles’te ifadesini bulduğu hâliyle, polis merkezli politika kavramı- nın, feodal dönemde ilk kez yeniden hayat bulmakta oluşudur. Bu yaklaşım kuş- kusuz Antik Yunan’ın görkemli bir geri dönüşüne işaret etmez.
* Aksine John’un ayaklardan başa, baştan ruha uzanan bir hiyerarşi içinde örgüt- lenmiş toplum ve siyasal bünye anlayışı, Orta Çağın Skolastik dünya görüşüyle son derece uyumludur. Bu bakımdan John, feodal tabakalara karşı bir tutum almadığı gibi, gözlerini tarihe açmakta olan burjuvaziyi de özellikle görmezden gelir gibidir.
* Onun istediği şey, feodal özerk siyasal birimler çoğulluğu içinde bir türlü gerçekleşemeyen Kilise’nin evrenselci iddialarını gerçekleştirecek siyasal birliktir. John’un,tiranlaş- tığını iddia ettiği prensin ölüm fermanını vermesi de bunun önünde engel olarak gördüğü içindir.
Aquinumlu Thomas: Kilise’nin Ilımlı Üstünlüğü Görüşleri günümüz Roma Kili- sesi resmî görüşü sayılan Aquinumlu Thomas sıradan din adamı değildir. 1322’ de, Papa XXII. Ionnes tarafından Aziz (Saint) ilan edilmiş, 1879’da Papa XIII. Leo tarafından görüşleri teolojinin gerçek temeli olarak nitelenmiş ve, 1914’ten, Papa X. Pius’tan sonra görüşlerini tartışmak günaha girmekle eş değer sayılmıştır.
* Thomas siyasal görüşlerini 1265’te yazmaya başladığı De Regimine Principum (Prenslik Yönetim Düzeni Üstüne) toplamaya başlar ama ömrü yetmez. Thomas ile birlikte, artık Kilise çatısı altında, Aristotelesçilik, tümüyle dinselleştirilerek de olsa siyasal düşüncenin omurgası olarak yeniden canlanır.
* XII. yüzyıl Avrupası’nda belli başlı bazı temel değişiklikler hemen dikkat çeker. Bunların başında, ticaretin canlanmasıyla kentlerin ve kentli yeni sınıfların giderek önem kazanmaya başlaması sayılır.Ayrıca siyasal düzeyde krallıklara bölünmüş Avrupa’da, artık yönetimin salt kral merkezli olarak karmaşıklaşması söz konusu- dur. Bunun tipik ifadesi 1215’te imzalanan Magna Carta’dır.
İnsan: Siyasal ve Toplumsal Hayvan Aquinumlu Thomas, döneminde Latince’ ye çevrilmiş olan Aristoteles’in Politika’sını okuyup değerlendiren ilk Skolastik dü- şünürdür. Buradan hareketle de Aristoteles’in siyasal görüşlerinin anahtarı duru- mundaki zoon politikon kavramsallaştırmasını, dinselleştirerek de olsa benimser ve kendi siyasal algısını temellendirmek üzere kullanır.
* Thomas, artık polis’in-siyasetin ya da kamusal alanın toplumsal ilişkilerden ve bunlara yön veren ilkelerden ayrı bir alan ve ayrı bir ilkeler setine sahip olduğunun farkındadır. Yani Thomas’ın insanlaYurttaşın aynı şeyler olmadığının farkındadır.
* Aristoteles’te siyaset ya da polis, biyolojik bir varlıktan ibaret olan kişiyi Yurttaşlık üzerinden toplumsal, aynı zamanda siyasal bir varlık olarak insana dönüştürür. Thomas bakımındansa, kişi Yurttaşlık bağının dışında da olsa, salt biyolojik varlı- ğa indirgenemez; toplumsal varlığını ve anlamını korumaya devam eder. Bu anlamda iyi insan olmak için, iyi Yurttaş olmaya gerek olmadığı gibi, iyi Yurt- taş olmak için de iyi insan olmaya gerek yoktur.
* Thomas, siyaset anlayışını, Aristotelesçi çıkış noktasından hareketle kurmaya başlar. Önce insanların birlikte yaşamaları doğal zorunluluktur ve siyasal iktidarın varlığı da bu doğal zorunlulukla temellendirilir. İnsanların bir arada yaşayabilmek için yol gösterici bir yöneticiye ihtiyacı vardır.
* Eğer insanlar tek başlarına yaşamaya muktedir varlıklar olsaydı, her birinin kralı olan Tanrı onlara yetecekti. Yönetici ya da siyasal iktidar, ancak insanların birlikte yaşama zorunluluğundan kaynaklanır, yani varlığını bu zorunluluğa borç- ludur; bunun anlamı yöneticinin ya da siya- sal iktidarın birlikte yaşamanın gerek- leriyle sınırlı olduğudur. Yani yönetici kendi kişisel çıkarlarıyla değil, topluluğun ortak çıkarlarıyla bağlıdır.
* Buraya kadarki çizgi izlendiğinde, Thomas’ın devlet ile Kilise arasındaki bağı kestiği kolayca fark edilir. Doğal bir varlık olarak insanın özsel niteliğinin ürünü olan devletin ne kökeni, ne de işleyişi bakımından Kilise otoritesiyle hiçbir ilişkisi bulunmaz.Devleti var eden ortak yarardan başka bir şey değildir; bu ortak yararsa, işlevlerine göre farklılaşmış bir organizmalar bütünü olan toplumda tecelli eder.
* Bu yanıyla Salisburyli John’un organizmacılığını paylaşan Thomas, devleti siyasal ve ahlaki amaçları bulunan bir canlı organizma gibi tasarlar. Ama işlev ve köken bakımından Kilise ile ilişkisi kesilen devleti, başka bir düzeyde Kilise’yle ye- niden ilişkilendirir Thomas. Bu ilişkilendirmeyi ise yasayı merkeze alarak yapar.
Yasa, Devlet ve Kilise Thomas’a göre yasa,insana bir şeyi yapmasını ya da yapmamasını buyurur. Bunu buyuran yasa ise öncelikle aklidir. Thomas yasanın akli niteliğinden söz ederken ölçü olarak ortak iyi ya da toplumsal yararı gözetmez. Thomas için insan eyleminin nihai amacı mutluluktur. kişisel mutluluk ise ortak mutluluktan ayrılamaz.
* Çünkü kişinin varlığı, toplumsal varlığın bir parçasıdır. O hâlde yasa temelde ki- şisel varlığı ve onun çıkarlarını aşan, toplumsal varlığın mutluluğunu gözeten bir özelliğe sahiptir ya da bununla yükümlüdür. Eğer yasa, ortak iyiye, ortak çıkara yönelmiyor, bu zorunluluğu yerine getirmiyorsa akıl dışıdır, yani yasa değildir; keyfi bir iradenin buyruğu olmaktan öteye gitmez.
* Thomas için başlıca 4 tür yasa vardır.
1.Sonsuz yasa(lex aeterna)bir anlamda tanrısal aklı ifade eder,evrendeki tüm var lıklara uygulanır;her varlığın kendine has ereği doğrultusunda ilerlemesini sağlar
2.Doğal yasa (lex natturalis), Sonsuz yasadan türeyen doğal yasa ise insana ken- di potansiyel varlığını hem kişisel,hem toplumsal düzeyde nasıl mükemmelleştire- bileceğini gösterir. Bu bakımdan, insanın doğal amaçlarına ve eylemlerine uygun düşen (yani aslında sonsuz yasaya uygun düşen) kurallar bütününden başka bir şey değildir. Sonsuz ve doğal yasanın dışında, bir de insanların birlikte yaşama deneyimleri içinde ortaya çıkan kurallar bütünü vardır ki bu da insani yasadır.
3.İnsani yasa (lex humana) İnsani yasa kaçınılmaz olarak sonsuz ve doğal ya- sayla koşullu ya da onlara uygun olmak zorundadır.
4.Tanrısal yasadır (lex divina) hakikati kavramak üzere iş görür. Thomas’a göre hakikati kavramak için akıl kesinlikle vazgeçilmez bir araçtır,ama unutulmamalıdır ki aklın belli sınırları vardır ve hakikatin belirli alanları aklı aşar. İşte tam bu nokta- da tanrısal yasa devreye girecektir.
* İktidar Tanrı’dan gelir ama egemenlik toplulukların kendi koydukları yasalarının ürünüdür. Bu yasalar bütünü topluluğun kendi potansiyel varlığını nasıl mükem- melleştirebileceğini gösteren, topluluğun doğal amaçlarına ve eylemlerine uygun düşen (yani aslında sonsuz yasaya uygun düşen) kurallar bütününden başka bir şey olmadığından aynı zamanda doğal yasadır da. Bu yaklaşımıyla Thomas, iki kılıç kuramı yerine, Kilise ve devletin alanlarını ayrı özerk alanlar olarak tanımla- mak isteyen Gelasius’un yaklaşımına yakın durur ve aynı ölçüde de tiranlaşan prensin öldürülebileceğini savunan Salisburyli John’un görüşlerinden uzaklaşır.
* Peki ama ya bir prens ortak amaç ve iyiden uzaklaşıp kişisel çıkarlarının peşine düşmüşse, yani tiranlaşmışsa ne yapılacaktır?Eğer tiranlaşmadan söz ediliyorsa burada da elbette Tanrı’nın istenci ve rızası söz konusudur. Ola ki Tanrı bazılarını cezalandırmak için prensin tiranlığından razıdır.
* Bu bilinemeyeceğine göre, insana düşen şey ‘ilkesel olarak’ tirana katlanmaktan başka bir şey değildir. Ancak yine de bazı adımlar atılabilir. Buna göre, eğer tiran- laşan prens halkça seçilmişse, onu seçenlerce denetlenebilir ve hatta yerinden edilebilir. Yok, prens daha üst makamdan ya da tabakadan prenslik hakkını al- mışsa ona bu hakkı veren üst otorite geri de alabilir.
* Eğer, insani çözümler dünya- sında tiranlaşan prense bir şey yapılamıyorsa, evrensel yönetici olan Tanrı’ ya dönmek, ondan yardım dilemek gerekir ama bu yardım dileğinin gerçekleşebilmesi için de ilgili topluluğun böylesi dilekte bulun- maya hakkı olması zorunludur.Tiranlığa karşı müdahil olmayı pek sıcak karşılamasa da Thomas’ın tiranlıktan hazzetmediği açıktır. Onun için en iyi yönetim biçimi Aristotelesçi etkiler altında, karma bir yönetim biçimidir.
* Karma anayasa insan doğasına en uygun olan yöne- timdir. Çünkü mademki devlet bir organizmadır; bileşenlerinin tek tek kişisel çıkar- larından öte ortak bir çıkara sahiptir, o hâlde, örn tek kişinin yönetimi olan monar- şiden öte, bileşen- lerin de söz sahibi olduğu karma yönetim en iyisi olmalıdır.
* Buna göre, en iyi yönetim, herkesin üzerinde hüküm sürme erkinin bir kişiye ve- rildiği, bununla birlikte diğerlerinin de yönetici erke sahip oldukları bir devlet ya da krallıkta tecelli edecektir.
* Aquinumlu Thomas’ı kuşatan Aristotelesçi etki, görüldüğü gibi, onun evrensel- cilik iddiasıyla hareket eden Kilise’nin kendi dışındaki her şeyi yutmasını meşru- laştıran eğilimlerin dışında kalmasını sağlamıştır. Ayrıca Thomas’ın insanı farklı kategoriler hâlinde, (insan, Yurttaş, Hıristiyan gibi) ele alması önemli bir yeniliktir ve insanın Yurttaş olarak kavranması, toplumsal ve siyasal kararlar içinde kendi kişisel varlığını aşabilen bir varlık olarak onanmasının da yolunu açmıştır.
ÜNİTE 3
KRALLIKLAR VE KİLİSE ARASINDA İKTİDAR SAVAŞLARI XII. yy ortalarında Orta Çağın artık çözülmeye başladığı dönemden itibaren krallar siyasal alanın ye- ni aktörleri olmaya başlar.Henüz, kralın kişiliğinde somutlaşıp,birlik hâline gelmiş devlet ortada yoktur ama özellikle Fransa ve İngiltere’de, devlet aygıtını cisimleş- tiren, krala bağlI bürokrasi oluşmaya başlamış ve krallık buyrukları, ülke toprakla- rında, feodal hukukun parçalayıcı sınırlarını aşıp hükmünü yürütür hâle gelmıştır.
* Krallar güçlerini artırmak için, güçlerini sınırlandıran feodal hukuku kullanmaktan geri durmaz.Küçük senyörleri kendilerine bağlayıp büyük senyörlerin güçlerini kır- mak için onların desteğini kazanır. Ayrıca özerk küçük kent birimleri de, özellikle güvenlik nedeniyle krala bağlılığı seçerler. Kentlerde yeni ortaya çıkmaya ve güç- lenmeye çalışan yeni bir sınıfın, burjuvazinin de feodal sınıflara ve Kilise’ye karşı en büyük müttefiki krallardır.
* En önemli engel ise ülkedeki feodal beylerin gücünün yanı sıra, özellikle Kilise’ nin gücüdür. Papalar, aynı zamanda en büyük feodal senyörlerdi. Hem yüzyılların birikimi sonucunda Hristiyan halklar üzerinde manevi otorite kurmuşlar hem de fe- odal sözleşmeler yoluyla da ekonomik ve siyasal bir güce ulaşmışlardı ayrıca son derece güçlü, aforoz gibi bir silaha sahiptiler.
* Roma Kilisesi, Aquinumlu Thomas’ın düşüncelerini benimseyip elindeki manevi otoriteyle yetinip siyasal iktidarlarla uzlaşma sağlamak yerine, plenitudo potesta- tis savında ısrar ediyordu. Bu da kralların sürekli tehdit altında olması demekti.
* Papalık ile dünyevi yönetimlerin çatışması, XII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren imparatorlar üzerinden başladı. Üç güçlü Roma-Germen imparatoru, I. Friedrich Barbarossa, VI. Heinrich ve II. Friedrich, Papalık ile sürekli bir çatışma içine girdi. İmparatorların toprakları üzerindeki yüksek din adamlarını kendilerinin atamak is- temeleri ve İtalya üzerindeki otoritelerini pekiştirme amaçları karşısında papaların direnmeleri,çatışmaların başlıca nedeniydi.
* Bir yy sonra çatışma imparatorlar dışında, kent yönetimleri ve krallıklar da papa- lıkla çatışmaya dahil oldular.Bunun en önemli örneklerinden olan, Fransa Kralı IV. (Güzel) Philippe ile Papa VIII. Bonifacius arasında 1296’da patlak veren çatışma- nın nedeni, din adamlarının kralca vergilendirilmesiydi. Fransa Kralı, girişiminde yalnız da kalmadı. İngiltere Kralı I. Edward, onu izleyerek toprakları üzerindeki din adamlarını vergiye bağladı. Kralların ülkelerindeki laik kesimlerin desteğini kazan- dığını kavrayan papa, 1297’de geri adım atıp din adamlarının vergilendirilmesine ilişkin yasağını kaldırdı.
* Kral-papa çatışması, 4 yıl sonra yeniden canlandı.1301 de, Fransa Kralı’nın Pa- miers Piskoposu’nu İngiltere ile işbirliği yaptığı için tutuklatıp yargılaması, papa tarafından mahkum edildi. Güzel Philippe, saldırgan tutum benimseyip Papalık’ın bir fermanını yaktırdı ve üç toplumsal tabaka temsilcilerinin ilk kez birlikte katıldığı États Généraux’yu 1302’de toplayarak tüm ülkenin desteğini sağladı.
Tarafların Üstünlük İddiaları Kral-papa çatışması, özellikle kralın Kilise mülkleri- ni vergilendirme ve din adamlarını yargılama yetkisi konusunda patlak vermişti. Konuların ardındaki asıl sorun, ruhani iktidar ile dünyevi iktidar arasındaki sınırın nereden geçeceği sorunuydu. Papalık savunucuları, dünyevi alanla ilgili her şeyin gerçekte ruhani amaçlara hizmet eden birer araç konumunda olduğunu ileri sürü- yor, dünyevi işlerde bile son sözü söyleme yetkisinin papanın elinde olduğunu sa- vunuyordu.Buna karşılık, imparatorluk-krallık yandaşları, görüşlerini, dünyevi olan hiçbir şeyin ruhani amaçları gerçekleştirmede araç olmadığı ve dünyevi düzenin kendine özgü bir doğası ve bir amacı bulunduğu kabulü üzerine oturtuyorlardı.
Papalık’ın Savları Roma Kilisesi, iki kılıç kuramını plenitudo potestatis savını doğrulamak yönünde kullanmayı sürdürüyordu. Örn Papa VIII. Bonifacius, 1302’ de Fransa Kralı IV. Philippe’e karşı yayımladığı fermanda bu görüşü açıkça dile getirmekteydi: “Biri dünyevi, diğeri ruhani olan her iki kılıç da Kilise erkine aittir; ruhani kılıç Kilise ttarafından, dünyevi kılıç ise Kilise için kullanılır. Demek ki kılıç kılıcın altında bulunmalı ve dünyevi otorite ruhani otoriteye bağımlı olmalıdır.”
* VIII.Bonifacius’un en önemli savunucusu, 1295’te Bourges piskoposluğuna ata- nan Aegidius Colonna Romanus’tur. 1301’de kaleme aldığı De pottesttatte eccle- sasttica (Kilise İkttidarı Üzerine) adlı yapıtına göre bu yeryüzündeki her şey Tanrı’ dan gelmektedir; dolayısıyla bir kişinin başkaları üzerindeki iktidarı (siyasal otorite) ya da bir kişinin bir nesne üzerindeki iktidarı (mülkiyet iyeliği) Tanrı yolunda kulla- nılmalıdır. Bu da ancak Kilise içinde olmakla ve onun gösterdiği biçimde davran- makla olasıdır. Ama yine de siyasal iktidarın “özerkliğini” yadsımak gibi bir amacı olmadığını açıklayıp iki ayrı kılıcın bulunup farklı işlevleri olduğunu belirtir.
* Fakat Romanus’a göre, dünyevi iktidarın kendine özgü bir alanının ve işlevinin olması, onun ruhani iktidarın hükmü altında bulunmadığı anlamına gelmez. Çün- kü siyasal iktidarın (yani prensin, kralın ya da imparatorun) hüküm sürdüğü alan, iktidarın kullanımına (potestas) ilişkindir. Oysa iktidarın ilkesi (aucttoritas) Kilise’ nin başı olan papanın elindedir. Dolayısıyla, dünyevi düzeyde tanrısal düzene uy- gun olma bakımından en iyi yönetim biçimi olan monarşi, kendisinden daha üstün bir amacın aracı olduğundan ve iktidarını o amaçtan aldığından, ruhani iktidarın denetimi altındadır.
* Plenitudo potestatis’i savunan bir diğer düşünür Viterbolu Jacobus’tur. Jacobus, 1301-1302 arası yazdığı De regimine christiano (Hristiyan Yönetimi Üzerine) adlı yapıtında, Kilise’nin yeryüzündeki tek gerçek krallık, papanın da tek gerçek kral olduğunu ileri sürer. Çünkü Kilise, evrensel bir boyuta ve üstün bir işleve sahiptir. Bu nedenle tüm siyasal iktidarlar, her ne kadar doğal bir gereksinimin sonucu ya- salar da yetkinliğe yönelebilmek için Tanrı’nın yardımına, yani Kilise’ye muhtaçtır. Bu,dünyevi alanın ruhani iktidarın her türlü müdahalesine açık olmasıdır
Krallık Yanlılarının Savları Papalık savlarını çürütmeyi amaçlayan krallık savu- nucuları, bu uğraşlarında Roma hukukundan büyük ölçüde yararlandılar. XIII. yy sonlarına doğru Napoli, İngiltere ve Fransa’daki krallık hukukçuları, Roma huku- kunu incelikle yorumlayıp kullanarak kral iktidarının hizmetine koştular.
* Bu hukukun en temel kavramlarından ikisi, cumhuriyet-kamusal alan (respublica) ile kamusal güç (imperium) kavramlarıydı. Bu kavramlarla ülkede tek kamusal gü- cün bulunduğu ve bu gücün tek merkezde,kralın elinde toplanması sonucuna ula- şılıyordu. Ayrıca krallık hukukçuları, papayı devre dışı bırakmak amacıyla Roma hukukunun temel taşlarından birisi olan “potestas’ın halktan kaynaklandığı” ilkesi- ne de yeniden canlılık kazandırdılar. Böylece, dünyevi kılıcın doğrudan doğruya Tanrı’dan krala indiğini, bu nedenle de kralın siyasal iktidarını kullanırken yeryüzündeki hiçbir otoriteye karşı sorumlu olmadığını savundular.
* Ayrıca, Aquinumlu Thomas’ın görüşleri de krallık yanlılarınca kullanılmaya baş- landı. Thomas, siyasal toplumun doğal olduğunu ortaya koymuş fakat bu düşün- ceyi mantıksal sonuçlarına kadar götürmemişti. Oysa siyasal toplumun doğallığı kabul edildiği takdirde, kaçınılmaz olarak devletin oluşumunda yer almayan dış- sal bir otoritenin, yani Kilise’nin hükmü altında bulunmasının akla aykırı olduğu sonucuna varılıyordu.
* Yukarıdaki tüm yaklaşımları teolojik kanıtlarla harmanlayıp kullanan en önemli krallık savunucusu, 1302 tarihli De potestate regia et papali (Krallık ve Papalık İk- tidarı Üzerine) adlı kitabın yazarı Parisli Jean’dır.Ona göre doğal toplumsallaşma- nın zorunlu sonucu olan devlet, yalnızca maddi sorunlarla ilgilenmeyip iyi yaşam için gerekli olan ahlaki ilkeleri de ortaya koyar. Dolayısıyla devlet gerek bu yönüy- le, gerek Kilise’den önce olması nedeniyle, Papalık’tan bağımsızdır. Birçok krallı- ğa bölünmüş dünyevi iktidarın karşısında evrensel olduğundan tek elde toplan- mış ruhani iktidar bulunur.
* Fakat bu durum, devletin Kilise’nin hükmü altında olması anlamına gelmez. Çünkü her iki iktidarın yetki alanları ayrıdır. Bu konuda Parisli Jean, Aegidius Colonna Romanus ya da Viterbolu Jacobus gibi Papalık savunucularının kullan- dıkları silahları kendilerine karşı çevirme yöntemini benimser.
* Parisli Jean’ın Düşünceleri birkaç maddede özetlemek mümkündür.
•Kilise’nin başındaki papanın dünyevi iktidarlar ve mülkler üzerinde hakkının bu- lunduğunu İsa’ya dayandıran görüşler, kutsal yazılarla bağdaşmamaktadır. Kut- sal yazılara göre, “ne papa kılıcını imparatordan ne de impaator kılıcını papadan almışttır.” Demek ki iki iktidarın yetki alanları birbirinden tümüyle ayrıdır.
•İmparatorun ya da kralın iktidarı Tanrı tarafından geliyorsa da burada bir aracı vardır. Bu aracı, Kilise değil, halktır.
•Bu bağlamda,Kilise’nin ruhani görevlerini yerine getirebilmek için dünyevi alanda sahip olduğu mal ve mülkleri, tabii ki kralın güvencesi altındadır. Ama kral, kamu- sal çıkar için bunları denetlemek ve vergilendirmek hakkını elinde bulundurur
•Papa, tıpkı kral gibi kendi yetki alanı içinde sınırlıdır. Daha açıkçası, ruhani iktidar yalnız papaya değil, bütün Kilise’ye verilmıştır. Bu nedenle, “dünyanın Roma’dan ve papadan büyük olması gibi, Kilise Genel Kurulu da tek başına olan papadan büyükttür.”
•Gerek papa, gerek kral, kendi alanlarında mutlak egemen değillerse de her biri diğerine karşı kendi alanı içinde üstün konumdadır. Bir başka deyişle, papa ruha- ni konularda kraldan, kral da dünyevi konularda papadan üstündür.
* Bu dönemde, Fransa kralını desteklemek amacı güden birçok kitap ya da risa- le yayımlanmıştır.Gerek bu yapıtların yazarları, gerek Parisli Jean, iki iktidarın bir- birinden bağımsız olduğu savını benimsemişlerdi. Ancak iki alan arasındaki zo- runlu ilişkiler nedeniyle bu bağımsızlık,dünyevi konular söz konusu olduğunda Ki- lise kurumlarının devletin müdahalesine açık olduğu şeklinde anlaşılıyordu.De- mek ki siyasal iktidarın dünyevileşmesini savunan düşünürler, kralı devlet yöneti- mi bakımından papadan bağımsız kılmakla yetinmiyorlar, ayrıca krala kamusal çıkar gerekçesiyle dinî alana karışma hakkı da tanıyorlardı.
Çatışma Ortamında İmparatorlar Krallıklar ve papalık arasındaki çatışmalar sü- rerken VII. Heinrich, 1308’de Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu’nu ele geçirdi ve birkaç yıl sonra, İtalya’ya bir sefer düzenledi. Bu seferin amacı birbirleriyle sü- rekli savaş hâlinde olan İtalyan kent devletlerine hakim olmak ve papanın elinden imparatorluk tacını giymekti.
* Papa IV.Clemens, imparatorluk ordusu henüz İtalya’ ya girmeden önce 1309’da Roma’yı terk edip Fransa’nın güneyindeki Avignon’a yerleşmişti. VII. Heinrich,Ro- ma’da kardinallerin elinden imparatorluk tacını giydi ama Floransa başta olmak üzere kent devletlerinin tepkileriyle karşılaştı. şoransa’yı ele geçiremeyen impara- tor bu kez Napoli krallığına yöneldiyse de Papa V. Clemens, onu aforoz ile tehdit etti. Bu çatışma ve savaş ortamı, VII. Heinrich’in 1313’te hastalanıp ölmesiyle kı- sa bir süre için son buldu.
* Fakat VII. Heinrich’in yerine kimin imparator olacağı sorunu, bu çatışmayı 1322’ de yeniden alevlendirdi.İmparatorluk tahtı için çekişen iki hanedan sonunda silah- lara başvurdular. Papanın desteklediği Avusturya Kralı Friedrich’i Mühldorf Sava- şı ’nda yenen Bavyera Kralı Ludwig, papanın onayını beklemeden kendini impa- rator ilan etti. Avignon’da yaşayan Papa XXII. Johannes, otoritesinin sarsılmasını önlemek için bu girişimlere karşı bir tepki göstermek zorundaydı: 1323 sonlarında, Ludwig’e bir mektup yazarak imparatorluktan vazgeçmesini ve 3 ay içinde huzu- runda hesap vermesini buyurdu. Bu süre sonunda da Ludwig’i sapkınlıkla (heret- iklikle) suçlayıp aforoz etti ve imparatorluktan azlettiğini açıkladı.
* Papanın bu katı tutumuna karşı İmparator IV. Ludwig’in yanıtı sert oldu. 1324’te bir bildiri yayımlayıp Papayı dünyevi iktidarı gaspetmekle ve dinsel sapkın olmak- la suçladı. 3 yıl sonra da İtalya’ya bir sefer düzenledi. Kuzey İtalya kent devletle- rini zaptedip 1328 başında Roma kent halkının temsilcilerinin kendisine sunduğu imparatorluk tacını giydi ve V. Nicolaus adında bir karşı-papa atadı. IV. Ludwig, bu başarılarına karşın uzun süre İtalya’da barınamayıp 1330’da Almanya’ya geri döndü; bunun üzerine yalnız kalan karşı-papa, XXII. Johannes ile uzlaşıp onun papalığını kabul etmek zorunda kaldı.
KRALLIK İKTİDARININ BAĞIMSIZLIĞI VE ÜSTÜNLÜĞÜBu çatışma sürecinde, imparatorların safında yer alıp Roma Kilisesi’nin savlarına karşı yapıtlar yayımla- mış çeşitli düşünürlerle karşılaşılır. Bunlar arasında öne çıkan 3 isim vardır: Dan- te, Ockhamlı William ve Padovalı Marsilius. Her üç düşünürün de siyasal düşün- ceye katkısı, devletin toplumsal arka planını ve devle- tin özünde din dışı olan ba- ğımsız karakterini ortaya koymuş olmalarıdır. Bu bağ- lamda Dante ile Ockhamlı William, dünyevi iktidar ile ruhani iktidar arasındaki iliş- kileri düzenlerlerken “kar- şılıklı bağımsızlık” savını benimserler. Padovalı Marsilius ise onlardan daha ileri giderek devletin Kilise üzerindeki üstünlüğü savını açıkça dile getiren ilk düşünür olacaktır.
İmparatorluk ya da Monarşinin Evrenselliği: Dante Bir siyasal düşünür olmak- tan çok İtalya ve Avrupa’nın en büyük ozanlarından sayılan Floransalı Dante Alighieri aynı zamanda çok fırtınalı bir siyasal yaşam süren, siyasal bir figürdür. İmparatorlar ve papalık arasındaki çatışmalarda imparatorluktan yana tavır koy- masıyla hayatı sürgünde geçmıştır.
* Adı, daha çok başyapıtı olan Divina Commedia (İlahi Komedya) ile anılsa da, siyasal düşünce bakımından önem taşıyan De Monarchia (Monarşi Üzerine) adlı kitap da kaleme almıştı. Bu kitap,Kilise tezleriyle bağdaşmayacak şekilde impara- torluk düşüncesini savunduğundan, Kilise’nin yasak kitaplar listesine dahil edilip 1897’ye kadar burada kalır.
* Kitap, her ne kadar Monarşi Üzerine başlığını taşıyorsa da gerçekte evrensel monarşi, yani imparatorluk hakkındadır. Evrensel monarşi, yani imparatorluk ko- nusunda çözüme kavuşturulması gereken üç sorun bulunmaktadır. Bu sorunlar şunlardır: “Monarşi dünyevi düzen için gerekli midir? Monarşi Roma halkının meşru hakkı mıdır? Monarşinin ottorittesi doğrudan Tanrı’dan mı yoksa Tanrı’nın bir temsilcisinden mi gelir?” Dante, bu sorulardan ilk ikisini olumlu biçimde, 3. ise imparatorun otoritesinin doğrudan Tanrı’dan kaynaklandığını söyler.
Dünyevi Düzen İçin Monarşi Dante, toplumun doğal olduğu varsayımından yola çıkar. Ardından, toplumun düzenini sağlayacak bir gücün zorunluluğuna vurgular. Böylece siyasal toplum ya da devlet adıyla karşımıza çıkan bu güç, doğal bir zo- runluluk olarak belirir.Bunun anlamı, devletin oluşumunda Kilise’nin hiçbir rolünün bulunmaması, dahası devletin Kilise’den önce olmasıdır. Ayrıca devlet, amacı ba- kımından da Kilise’den bağımsızdır.
* Dante’ye göre,insanların bu yeryüzündeki temel erekleri mutluluktur; mutluluksa ancak barışın sağlanmasıyla olasıdır; bu ancak devlet tarafından gerçekleştrilir. Örn imparatorluk, tanrısal düzenin yeryüzüne yansımasıdır: Nasıl gökteki her şey Tanrı tarafından yönetiliyorsa insanların da bir yöneticisi olmalıdır.
Dinsel ve Dünyevi İktidarın Sınırları: Ockhamlı William İngiltere’nin Ockham kasabasında doğan William (1290-1349) genç yaşta Fransisken Tarikatı’na ka- tılması nedeniyle Papalık’a aykırı görüşler taşır. Çünkü Fransiskenler, İsa ile ha- varilerinin ne kişisel, ne de ortak mülkiyet edindiklerini ve yoksul yaşayıp sadece yoksullardan yana olduklarını ileri sürerek Kilise’nin mal-mülk edinmesini yadsır. William Papalık’a aykırı görüşleri nedeniyle aforoz edilmıştır.
Sınırlı Dünyevi İktidar Ockhamlı William’a göre devlet, insanlar tarafından ve in- sanlar için yaratılmıştır. Kendisini oluşturan insanların hakları ile özgürlüklerini ko- rumakla yükümlüdür. Bu anlamda en yetkin yönetim monarşidir Örn, kral ya da prens, kendi çıkarını değil, uyruklarının ortak iyiliğini, toplumun ortak yararını gö- zetmeli; doğal hukuk ilkelerine ve feodal içerikli haklar ile özgürlüklere saygılı ol- malıdır. Dolayısıyla, siyasal iktidar mutlak nitelik taşımamaktadır. Prens, halkın her koşulda kendisine itaat etmekle yükümlü olmadığının bilincine varmalıdır
* Ona göre her yönetici iktidarını halktan alır. Halkın devreye sokulması, siyasal iktidarın dolaylı ya da doğrudan bir seçimle ve halkın temsilcileri aracılığıyla mo- narka verilmesi demektir. Buna göre, her monark, kendi toprakları içinde gerektiği gibi yönettiği sürece mutlak bağımsızdır ve halkı ona itaat etmek zorundadır. Ama ortak iyilikten saparsa, hak ve özgürlükleri çiğnerse, halkın direnip onu devirme hakkı belirir.
* Ockhamlı William, siyasal iktidarın kökenine halkı yerleştirerek bir yanda çeşitli iktidar düzeyindeki otoritelerin özerkliğini güvence altına almayı,öte yanda bu oto- ritelerin aşırıya kaçmalarını önlemeyi amaçlamaktadır. Ama bunların dışında güt- tüğü bir başka amaç daha vardır: Papanın plenitudo potestatis savını çürütmek
Sınırlı Dinsel İktidar Ockhamlı,papanın otoritesinin dünyevi alanı kapsamadığını dile getirir:Kilise’nin başında bulunan papanın otoritesi ruhani alanla sınırlıdır.Ama nasıl prensin ya da imparatorun keyfiliğe varan mutlak bir dünyevi iktidarı yoksa papanın da dinsel iktidarı mutlak değildir. Çünkü, Kilise’yi salt din adamlarının de- ğil, bütün Hristiyanların toplamı olarak kabul eder. Dolayısıyla, iman konusunda papaya mutlak bir yetki vermek, “Kutsal Kittap’ın Hristiyanlara tanıdığı özgürlüğü yok etmek, bütün Hristiyanları köle konumuna indirgemek anlamına gelir.”
* Hristiyanlarca seçilip Tanrı tarafından onaylanan papa, kendisinden üstün olan Genel Kurul’un kararlarına boyun eğmeli ve çeşitli tarikatlara, dinsel cemaatlere saygı göstermelidir. Kilise Genel Kurulu, temsil mekanizması yoluyla Hristiyan dünyasının her yöresinden gelen çeşitli din adamlarından ve laiklerden oluşur.
* Hristiyanların ruhani birliğinin papanın kişiliğinde temsil edildiğini kabul eder. Nasıl halk siyasal iktidarı prensin, kralın ya da imparatorun ellerine bırakmışsa ruhani iktidar da Hristiyanlar tarafından papaya teslim edilmıştır.
* Ockhamlı,olağan durumlarda İmparatorluk ve Papada geçerli olan alt-üst ilişki- sinin dışında, olağanüstü durumlarda iki otoritenin birbirinin alanlarına müdahale etme yetkilerinin bulunduğunu da belirtir. İmparator da dahil olmak üzere herhan- gi bir monarkın devlet işlerini yürütürken günaha girmesi ya da despotizme kay- ması durumunda, papanın ya alt yöneticilerin (prenslerin, soyluların) aracılığıyla ya da doğrudan doğruya dünyevi alana karışması söz konusu olur. Buna karşılık, papanın sapkınlığa kayması ya da dinsel kararlarının ve uygulamalarının devlete zarar vermesi durumunda ise monarkın dinsel alana müdahale etme hakkı doğar.
Krallık İktidarının Üstünlüğü: Padovalı Marsilius Hristiyan dünyası için öngö- rülen “çift baş-çift bağımsızlık” düşüncesini kabul etmeyen ve plenitudo potestatis’ i tersine çevirip devletin eline veren bir düşünür ortaya çıkar: Padovalı Marsilius.
İtalya’da Padova’nın burjuva kökenli bir ailesinin üyesi olarak dünyaya gelen Marsilius (1275-1280) da imparator-papa çatışmaları içinde imparatorluk yanlısı düşünürlerdendir. başyapıtı Defensor Pacis’i (Barış Savunucusu) 1324’te tamam- lar. 2 yıl sonra kitabın yazarı olduğu ortaya çıkınca Papa XXII.Johannes tarafın- dan, benzerleri gibi aforoz edilmıştır.
Toplumun Mükemmelliği ya da Civitas Çağının diğer yazarları gibi Marsilius’a göre de iç barış(ya da huzur) her devletin ulaşması gereken en büyük iyiliktir.Ama nasıl her şey kendi karşıtını doğuruyorsa huzurun karşıtı olan çatışma da bir ülke içinde büyük kötülüklere yol açar.Her bakımdan parçalanmış olan İtalya bunun en tipik örneğini oluşturur.
* Marsilius,papanın siyasal iktidarlar üzerinde hak iddia etmesinin insanlık için bü- yük bir bela oluşturduğunu söyler.Padovalı,siyasal iktidarı Kilise’den özerk kılmak için, siyasal iktidarın üzerinde yükseldiği toplumun köken ve yapısını araştırır.İn- sanları toplum içinde birleşmeye iten neden gereksinimlerin karşılanmasıdır. Top- luca yaşayan insanlar, aile ve köy aşamasından geçip gereksinimlerin tam olarak karşılandığı mükemmel toplum biçimi olan siyasal topluma, civitas’a ulaşırlar. Padovalı, civitas’ı canlı bir organizmaya benzetir: “Civitas, yaşayan ya da canlı olan doğal varlık gibidir.
* Mükemmel toplum başlıca 6 bölüm ya da meslek dalından oluşur: Bunların ilki yönetim görevi ya da işidir. Bu görev aynı zamanda adaleti gerçekleştirme işini de içerir ve prensin ya da kralın kişiliğinde kendini gösterir. İkinci bölüm, toplumu iç ve dış düşmanlara karşı savunma işini üstlenen askerî bölümdür. Üçüncü sıra- da ise din adamlarını kapsayan dinsel bölüm bulunur. Bunun işlevi, ruhsal esen- liğin sağlanmasına yardımcı olmaktır. Son üç sıradaki bölümler, yeterli yaşam için gerekli olan malları üreten ve bunların mübadelelerini gerçekleştiren meslek gruplarıdır; yani köylüler, zanaatkârlar ve maliyecilerdir.
* Marsilius’un civittas’ı altı bölümden oluşan bütün olarak algılamasının yol açtığı iki önemli sonuç vardır. İlk sonuç, yönetim bölümü olarak adlandırılan prensin elindeki siyasal iktidarın tümüyle dünyevileştirilmesidir. Açıkçası prens, iktidarını ne Tanrı’dan ne onun bir temsilcisinden ne de herhangi bir aşkın güçten almıştır. Prensin iktidarı ya da siyasal iktidar, toplumun bağrından onun bir gereği, ayrılmaz bir parçası olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla meşruluğu da buradan kaynaklanır.
* İkinci sonuç Kilise’nin ya da papanın siyasal iktidar üzerinde herhan- gi bir hak iddia etmesinin olanaksızlığıdır. Devamla, din adamlarının diğer meslek grupları gibi toplumun bölümlerinden birini oluşturması, dini toplumsal bir kurum hâline getirmıştır. Kilise toplumun içindedir, civittas’a içkindir; bu nedenle toplum- sal-siyasal otoritenin (yani prensin) yetki alanında bulunur. Marsilius, yasalar üze- rine olan yaklaşımıyla da Kilise’yi meşruluk kaynağı olarak tanımaz
Yasalar ve Krallık İktidarının Meşruluğu Marsilius’a göre,siyasal toplumun ken- dini oluşturan bölümlerden bağımsız bütün olmasını sağlayan ilke yasadır. Yasa bu dünyada haklıyı haksızı, yararlıyı yararsızı gösteren ve olumlu ya da olumsuz yaptırımlar içeren zorlayıcı güçle donanmış bir buyruktur.
* Padovalı, döneminin çok ilerisinde bir görüşü savunarak yasama erkinin halka ait olduğunu açıklar. Yasa yapıcılar, yasamacının, yani halkın temsilcisidirler ve onun iradesini tam anlamıyla yasaya yansıtmak zorundadırlar.
* Marsilius’un kuramında halkın bu kadar vurgulanması iki işlev üstlenir:
İlk olarak yasanın halktan kaynaklandırılıp yalnız bu dünyadaki insan işleriyle sı- nırlandırılmasıyla Kilise’nin yasama hakkı ortadan kaldırılır.
* İkinci olarak prensin iktidarı hiçbir dinsel temele dayandırılmadan meşrulaştırılır. Çünkü prens meşruluğunu halkta, halkın yaptığı (ya da onun adına yapılan)yasa- ların uygulayıcısı olmasında bulur.
* Padovalı, yasama erkini halka vermesine karşın, prensin ya da kralın seçimle iş başına geldiği ve yasalara göre yönettiği “monarşik krallık”ın en iyi yönetim biçimi olduğunu savunur.Böylece prens, halkın seçimiyle eline geçirdiği iktidarın kullanı- mına (potestas) sahiptir ama iktidarın ilkesinden (auctoritas) yoksundur. Yasaları çiğneyen ya da iktidarını kötüye kullanan prens meşruluğunu yitirir; bu durumda da halkın direnme hakkı gündeme gelir.
Dünyevi İktidara Bağlı Kilise Padovalı’ya göre, Kilise plenitudo potestatis’te ıs- rar ederek siyasal iktidarın birliğini,dolayısıyla civitas’ın varlığını tehlikeye sokar. Çünkü iki iktidara birden itaat edildiğinde, hiçbirine tam olarak itaat edilemez. Yapılması gereken, bu ikiliği ortadan kaldırmaktır.Marsilius, önce papanın sahip olduğu ileri sürülen otoritesini çürütmeye yönelir. Bu çürütme işlemini iki koldan, hem ruhani erk hem de dünyevi erk açısından yerine getirir.
* Papanın dinsel erki bir gasptır. Çünkü Marsilius’a göre, din adamlarının topla- mı anlamında Kilise, hiyerarşik bir toplumsal örgütlenme değildir. Aynı imanı pay- laşan din adamları ile laiklerin toplamından oluşan Kilise, gerçek anlamda yasala- ra, yani zorlayıcı güçle donanmış yasalara sahip olmadığından, bir siyasal varlık değildir. Onun içinde yer alan herhangi bir kişinin (özellikle papanın) diğerleri üzerinde hiçbir dinsel iktidarı yoktur.
* Papanın dünyevi iktidarı da meşru değil, gasptır. Din adamlarının (dolayısıyla papanın) işlevi, ruhların kurtuluşuyla ilgili olarak insanlara öğüt ve eğitim vermekle sınırlıdır; bu dünya işlerini kesinlikle kapsamaz.
* Marsilius, Kilise ile devleti birbirinden ayırmak yerine bunları kaynaştırır. Daha açıkçası, bu yeryüzünde ruhani bir toplum ve iktidar yoktur; tek toplum civittas’tır, tek iktidar ise ona içkin olan iktidardır ki bunlar da tümüyle dünyevidir. Bu sapta- manın sonucu, din işleri ile Kilise’nin devletin boyunduruğu altına sokulmasıdır. Devletin her bakımdan Kilise’yi denetleyip düzenleme hakkı vardır. Böylece Padovalı Marsilius, papayı dünyevi iktidarın hükmü altına yerleştirmıştır.
YENİ AVRUPA’YA DOĞRU: RÖNESANS VE REFORM XIV. yy 2. yarısından XVI. yy sonuna dek Batı Avrupa büyük değişim süreci geçirir. Özellikle Kilise’nin tekelinde tutmaya çalıştığı dinin yavaşça Papalık’ın kontrolü dışında kendine yeni kanallar bulması, farklı dinsel anlayışların gelişmesiyle dinde yenileşme ve Kato- lik Kilisesi’nin dışında yeni “ulusal kiliseler” ortaya çıkar. Kilise kontrolündeki top- lumsal yaşam, Kilise zayıfladıkça yenilenir. Bir bütün olarak toplumsal hayatın, özel olarak kültürel dünyanın yenilenmesi ve bu yenilenme doğrultusunda Antik Yunan ve Roma dünyasının değerlerinin yeniden anlamlı hâle gelmesi Rönesans kapsamında değerlendirilir. Rönesans hareketinin ruhunu insan merkezciliği oluş- turur. Tanrı ve onun temsilcisi olarak Kilise’ye dayalı hiyerarşik evren ve dünya tasarımı yıkılmaya, yerini insana ve insan aklına bırakmaya başlar.
* Rönesansla birlikte evren ve dünyanın insandan bağımsız bir anlamı, insanın da bunun bir parçası olduğu anlayışı ortaya çıkmış, insan, kendisinden bağımsız anlamı kavrayabilen bir varlık olarak kabul edilmıştır. Yine Tanrı en üsttedir ama insan artık bunu Kilise’nin aracılığı olmadan aklıyla kavrayabilen bir varlık olarak merkeze yerleştirir.
* Rönesans ve Reform: sözcükleri yalın olarak “yenidenliği”, “yenilenmeyi” içerir. Rönesans sözcüğü Latince “yeniden doğmak” anlamındaki renasci sözcüğünden gelmektedir. Ancak Türkçeye Fransızca üzerinden -Renaissance- geldiği için, Fransızca okunuşuyla yerleşmıştır. Reform, din alanında yeniden biçimlenmeyi, Rönesans ise, özellikle kültürel bir varlık olarak insanın yeniden doğuşunu ifade etmektedir.
* XIV.yy ikinci yarısından itibaren Rönesans, XV. yy ikinci yarısından itibaren din- de yenilenme olarak Reformla iç içe geçerek genel olarak Avrupa’ya, özel olarak dine ve siyasete yepyeni bir görünüm kazandırır. Bu sürecin sonunda Kilise ve krallar arasındaki mücadeleden kesin olarak galip ayrılan krallar ya da devlet olup din devletin kontrolü altına girer.
* Bu iki hareket birlikte düşünülmelidir. Her ikisinin de ekonomik ve toplumsal arka planı aynıdır.Bunların başında da ticaretin ve kentlerin yeni bir biçimde canlanma- sı ve anlam dünyasının buna bağlı olarak değişmesi ile yeni sınıfların ağırlığını hissettirmesi gelir. Ayrıca, her ikisinin tecrübe edildiği Alman ve İtalyan kentleri benzer siyasal mücadelelere tanık olmuştur. Aynı şekilde, düşünsel bakımdan da her iki hareket arasında köken birliği vardır.
* Reform, XVI. yyda, Avrupa Katolik dünyasının parçalanmasıyla Hristiyanlığın 3. büyük ana akımı olan Protestanlığın (diğer ana akım Ortodoksluktur) doğuşuyla sonuçlanan dinsel değişimi ve bu değişimi mümkün kılan dinsel, toplumsal hare- ketleri ifade eder. Rönesans ise yine kökleri daha geriye gitmekle birlikte, etkilerini özellikle XV. ve XVI. yy gösteren, Eski Yunan ve Roma kültürünün yeniden can- landırılması ve hümanist dünya görüşüyle karakterize olan kültürel hareketi içerir.
Kilise’nin Krizi Siyasal iktidarlarla çatışma içine giren Papalık, halklar üzerinde sistemli biçimde uyguladığı sömürü politikası, vazgeçemediği lüks tutkusuyla, Av- rupa’nın çeşitli yörelerinde geniş kitlelerin tepkisini çekti ve Kilise’nin bazı kral ya da imparatorların müdahalesine açık hâle gelip kendi içinde çatışmalar yaşaması, papalık makamına geleneksel olarak gösterilen saygıyı azalttı.
* 1309-1377 arası papaların Roma’yı terk edip Avignon’da ikamet etmeleri, bu dönemdeki yedi papanın hepsinin Fransız kökenli olması, Kilise’nin Fransa Kral- lığı’nın etkisi altına girmesine ve diğer kral ve prenslerden büyük tepki görmesine yol açtı. Papalık’ın Roma’ya geri dönmesinden bir yıl sonra da bu kez tarihte “Bü- yük Ayrım” ya da “Büyük Bölünme” adıyla bilinen büyük kriz patlak verdi. 1378’den 1417’ye kadar süren bu dönem boyunca, farklı devletlerin desteğiyle hüküm süren iki, üç rakip papanın varlığına tanık olundu.
* İngiltere’de John Wycliffe ile Bohemya’da Jan Hus,düşünceleriyle Avrupa’yı geri dönülemez bir süreç içine soktu. Her iki düşünürün reform tasarılarında kendi ül- kelerine özgü “ulusal” çıkarların gözetilmesi önemli yer tutuyordu Aynı zamanda birçok konuda görüş birliği içindeydiler. Wycliffe ile Hus, papanın Kilise içindeki mutlak egemenliğine karşı çıkıyor, öte yanda Kilise’nin servet edinmesini eleştirip Kilise mallarından vergi alınmasını, Kilise’ye ödenen vergilerin kısıtlanmasını ya da kaldırılmasını ve endüljans satışlarının yasaklanmasını savunuyordu.
* Kutsal Kitap’ın ilk İngilizce çevirisini yapan Wycliffe, Papalık kurumunun Kutsal Kitap’ta hiçbir dayanağı olmadığını ileri sürerek papayı Deccal ile özdeşleştirdi. Bu yaklaşım, aşağı sınıflar arasında ilkel Hristiyanlığın kardeşlik, eşitlik gibi ide- alleriyle de yoğrularak toplumsal bir boyut aldı. 1381’deki İngiliz Köylü Ayaklan- ması bunun sonucuydu.
* Papalık kurumunu tümüyle yadsımamasına karşın yine de sapkınlıkla suçlanıp yakılan Hus’un düşünceleri benzer sonuçlar doğurdu. Ardılları, özellikle Bohem- yalı köylüler arasında, komünistçe yaşamı savunan çeşitli tarikatlar oluşturdu.
Papalık iktidarını zayıflatma hatta yok etme amacı güden bu dinsel reformcular, kaçınılmaz olarak dünyevi iktidarın güçlenmesine katkıda bulundular.Kilise hiye- rarşisinden kurtulmak, siyasal iktidara daha bağımlı olmak demekti. Reform için krallığın zorlayıcı gücüne gereksinim vardı; bu güç daha da artırılmalı ve daha sağlam temeller üzerine oturtulmalıydı. Wycliffe a göre, “kral Tanrı’nın temsilcisi- dir ve krala karşı çıkmak doğru değildir.”
Ulusal Kiliselerin Belirişi Bunlar ulusal kiliselerin habercisiydi.Güç peşinde ko- şan krallar için, evrensel Kilise’ye bağımlı olmaktansa Kilise’yi kendi sınırları için- de örgütleyip denetimleri altına almak daha uygundu. Ama bunun ön koşulu, ulu- sal gücün tek merkezde (yani kralda) toplanmasıydı.
* Kralların mutlak monark hâline gelebilmeleri için aşılması gereken çok engel vardı. Örn, İngiltere’deki anayasal gelenek, kralın karşısına görenekleri, yasaları ve katmanları temsil eden parlamentoyu dikmeyi sürdürüyordu. Fransa’da ise kral, feodal yapıya özgü güçlerle ve zaman zaman da Éttatts Généraux’yla sınırlı ko- numda bulunurdu. Üstelik her iki krallık aralarında sürüp giden 100 yıl Savaşları (1337-1453) nedeniyle yıpranmıştı.
* Ama yine de bir devlet bürokrasisinin, ulusal bir vergi sisteminin ve sürekli bir ordunun oluşturulması çabaları doğrultusunda, egemen krala doğru giden yolun taşları döşenmekteydi. Bu konuda en büyük atılım Fransa’da gerçekleştirildi.Ken- di çevresinde ulusal kenetlenmeyi sağlayan ve böylece iktidarını güçlendiren VII. Charles, Fransa Krallığı’nı Gallikanizm diye bilinen dinsel ve siyasal öğretiyle do- nattı. Fransa, Gallikanizm sayesinde Roma Kilisesi’nden tümüyle kopmadan ken- di “reform”unu gerçekleştirip bir bakıma ulusal Katolik Kilisesi’ni kurmuş oldu. Oy- sa diğer ülkelerdeki ulusal hareketler dinsel ve siyasal parçalanmalara yol açar: XVI. yüzyılın başlarında, İngiltere Kralı VIII. Henry’nin Papalık ile çatışması Angli- kan Kilisesi’ni Roma Kilisesi’nden ayırıp;Luther ile Calvin’in başını çektiği Reform Hareketi ise Avrupa’yı baştan aşağı Katolikler-Protestanlar olarak bölünmüştür
Yenilenmenin İki Yüzü Reform, ilk Roma Kilisesi’nden ve onun tanımladığı biçi- miyle dindarlıktan arınma olarak bir “öze dönüş, saf Hristiyanlığa yönelme” olarak yeni bir dindarlığın inşasıydı. İkinci olarak artık kendi ekseni üzerinde birleştirici olamayan Roma Kilisesi’ne karşı yeni ama yine bütünleştirici, evrensel bir ekse- nin inşa arayışıydı. Yeni insana bağlı olarak gelişen evrensellik arayışı Rönesans’ ta, Rönesansın hümanizm algısında tezahür eder.Bu bakımdan Rönesans ve Reform Orta Çağ dünyasının temsil ettiği dinsel evrenselliğin, dinsel insanın kesin biçimde çözülüşüyse de evrensellik arayışından ve dindarlıktan tümüyle kopuştur
* Rönesans ve Reform ulusal oluşumlar için gerekli toplumsal ve siyasal koşulları sağlamıştır. Yani yeni bütünlükler olarak ulusallığın doğuşunu kolaylaştırmış ve hızlandırmıştır. Ama aynı zamanda bütün yerelliklerin de canlanmasına, gerek yeni bütünlükler olarak ulusallıklar arasındaki sınırların belirginleştirilip derinleş- tirilmesine ve gerekse aynı anda ilgili ulusal bütünlükler içinde dinsel çeşitlenme- ye, zenginleşmeye vesile olmuşlardır. Bu zenginleşme matbaanın geliştirilme- siyle yaygınlaşır. Ortada Kilise kalır. Roma Kilisesi kontrolü kaybedince, karşı bir hareket örgütlemeye başlar. Kilise, reformcu dinsel anlayışları kontrol için, kendi içinde reform başlatmak zorunda kalır.Buna karşı-reform denir.
* Feodalite döneminde, varlıklarını sürdürseler de giderek “solgunlaşan” Avrupa kentleri, özellikle XII. yydan itibaren para ekonomisinin merkezleri hâline gelmişti. Rönesansın beşiği olan İtalyan kentleriyle Reformun en önemli mekânları olan Alman kentlerinin çok önemli bir benzerlikleri vardı: İtalya ve Almanya’nın siyasal, toplumsal örgütlenişinde kentsel prenslikler hâlâ başat bir rol oynuyordu. Kent ölçeği temelinde bölünmüş siyasal birimler durumundaydılar. Bu kentler, aynı za- manda genç burjuvazinin siyaset arenasıydı. Giderek zenginleşen bu yeni sınıf ve genel olarak kentli orta sınıf Rönesansın ve Reformun arkasındaki temel des- tekleyici güçlerdendir. Bir diğer güç, Reform hareketini bambaşka bir düzlemde siyasallaştıran köylülerdir.
Reformun Öncüleri: Luther, Münzer, Calvin
Luther, Kilise, Din ve Siyaset Martin Luther (1483-1546) 31 Ekim 1517’de Wit- tenberg Saray Kilisesi’nin kapısına astığı ünlü 95 Tez’le Katolik dünyayı parçala- yarak yeni bir dinin öncülüğünü yaptı. Luther’in yaklaşımında özgün olan yan, din- sel işlevi ve anlamıyla Katolik Kilisesi’ni devre dışı bırakmasıydı. İnsanlar istedik- leri gibi davransın, istedikleri gibi iman etsin, kimin kurtuluşa erip ermeyeceği yal- nızca Tanrı’nın bileceği bir şeydi. İnsan kendi iradi seçişleriyle kurtuluşa ereceğini sanmakla büyük yanılgı içindeydi. Luther’in inanan Hristiyan’ın önüne koyduğu seçenek, Kutsal Kitap yoluyla kendini dışa vuran Tanrı’ya iman ve her alanda tezahür eden gizli tanrısal irade bilinemediğinden ötürü de Tanrı’dan korkmaktır.
* Luther’in tezlerinin öncelikli hedefinde endüljans belgesi vardı. Luther bu belge- lerin dağıtımının dinin bir gerekliliği olup olmadığını sorguluyordu. Ayrıca 95 Tez’ inde özetle Papanın bütün cezaları kaldırma yetkisinin olmadığını ileri sürüyordu. İnsanların çoğunluğu endüljans belgesi aracılığıyla aldatılmaktaydı.
* Luther’in ileri sürdüğü görüşler, kiliselerin denetimini ele geçirmeye çalışan Al- man prenslerinin elinde önemli silaha dönüştü. Prenslere bağlı ekipler Roma’ya bağlı kiliselerde İncil’in mesajını yayma adına, ziyaret örtüsü altında denetimler yapmaya başladı ve bu kiliseleri ele geçirdi. 1529 da bir araya gelen prensler, Katolik çoğunluğu protesto eden (Protestanlık sözü buradan gelmektedir) bildiri (protestation) yayınladılar
* Luther’in görüşleri Alman prenslerinin çıkarlarını yansıtıyordu. Buna göre, 2 ayrı kilise vardı: Gerçek Kilise, inananların oluşturduğu kurumsallaşmamış bütünlük, inananlar topluluğu ve bu bütünlüğü ifade eden Kurumsal Kilise. Kurumsal Kilise’ nin Hıristiyanların yaşamını bu dünyada düzenleyen güç ve yetkilere sahip olma- ması gerekir. Aksi takdirde yalnızca kişisel imana bağlı kurtuluş tezi zedelenir.
* Luther’e göre,zor kullanma gücüne sahip tüm iktidarlar, tanımı gereği dünyevidir. Papalık ya da herhangi bir ruhbanlığın dünyevi iktidar üzerinde hak talebinde bu- lunması, yetki gaspından başka anlam taşımaz. Dünyevi iktidarın başı Kilise’yi kendi zor kullanma hak ve yetkisinin alanı içinde tutar ve gerekirse Kilise’ye karşı zor kullanır.
* Görüşleri nedeniyle Luther 1521’de hem papa tarafından aforoza uğradı, hem de İmparator V. Karl (Şarlken) tarafından yasadışı ilan edildi. Saksonya elektörü Friedrich tarafından kaçırılıp saklandı ve uzun yıllar yarı tutsak bir yaşam sürmek zorunda kaldı.
Münzer ve Köylü Ayaklanmaları Köylü Ayaklanmaları 1525’te bütün Almanya’ ya yayılmıştı. Bu ayaklanmalar genellikle iyi örgütlenmemiş, bölgesel, hatta kent- sel ölçekte başlayıp sönen, birbirinden farklı taleplere yönelik bir dizi ayaklanma- dır. Bir yandan topraksız köylüler toprak talep ederken öte yandan köylülerin bir kısmı Hristiyan komünizminin peşinde koşuyordu. Dile getirilme biçimleri dinseldi ve Katolik din anlayışının yerine, Kutsal Kitap’ı esas alan bir dinselliği geçiriyordu.
* Buna göre, köylülerin ilk isteği, köylü toplulukların kendi papazını kendi seçme hakkına sahip olması ve gerektiğinde papazın görevine son verebilme yetkisidir. Aynı şekilde, tümüyle toplumsal talep olan toprak köleliğine ilişkin itiraz da dinsel bir biçimde ifade edilir: Kilisenin demokratik yönetimini, ruhbanın keyfi davranış- larının sona ermesini, Kutsal Kitap’la temellenmeyen bütün vergilerin kalkmasını, toprak köleliğinin lağvedilmesini, senyörlerin haksız gaspıyla kaybedilen toprakla- rın topluluklara iadesini, makul bir vergilendirmeyi ve makul bir yargı düzenini ta- lep ediyorlardı. Köylüler, ağır bir yenilgiye uğradılar. Katolik ve Protestan prensle- rin oluşturduğu “askerî koalisyon” ayaklanmayı bastırdı
* 1525’ten itibaren giderek yaygınlaşan köylü ayaklanmaları kendisine uygun bir başka dinsel algı ve bu dinsel algının önderlerini bulmakta gecikmedi. Önderlerin başında gelen Thomas Münzer, Luther gibi Saksonyalı bir din adamıdır. 1519’da Luther’le tanışarak onun etkisinde kalan Münzer, yine onun önerisiyle Zwickau’ya vaiz olarak gider ama bu gidış onu, köylü ayaklanmalarının organik parçası olan Anabaptistlerle tanıştırır.
* Anabaptistler, Münzer’in soylulara olan nefretinin Kilise’ye olan tepkisiyle birleş- mesini sağlamışlardır. Ayrıca Münzer’le birlikte Anabaptistleri etkileyip biçimlen- diren bir diğer kaynak İsviçre reformunun önde gelen ismi Ulrich Zwingli’nin öğretileridir. Anabaptist etkiler altında, Luther’in iman dediği şeyin “insanda can bulan akıldan başka bir şey olmadığına”, cemaatçi kolektivizme ve yeni bir çağın eşiğinde olunduğuna inanır. Münzer, Zwingli’nin ruhbana karşı cemaati öne çıka- ran algısından hareketle “kılıcın topluluğun ortak malı olduğuna” hükmetmıştır.
* Prensleri Katolik Kilisesi’ne itaat etmemeye çağıran Münzer, prenslerden kopar ve doğrudan prenslere karşı konumlanır.1524’te Mülhausen’e yerleşen ve kentte mal ortaklığına, herkesin eşit iş yükümlülüğüne dayanan ve topluluğun üstünde ve dışında her tür otoritenin ortadan kaldırıldığı bir düzen kurma çabasına girişen Münzer, Mülhausen’in çehresini değiştirse de kendisini yakalamak isteyenlerden daha fazla kaçamaz. 1525’te Frankhausen’de yaralı yakalanan Münzer, uzun ve vahşi işkence uygulamalarından sonra, başı kesilerek idam edilir.
* Köylü Ayaklanmaları bastırıldıktan sonra,Alman soylularının saldırganlığı önemli bir tehdit olarak görülen Anabaptist harekete yönelir.Anabaptistlerin sürekli tehdit olarak kabul edilmelerinin altında devlete karşı tutumları yatar. Devleti yalnızca günahkârları cezalandırıcı bir aygıt kabul ediyor, kendilerini ise “kurtarılmış cema- at” olarak görüyorlardı. Büyük çoğunluğu dünyevi şiddete karşıydı ve kendilerini savunmak dışında, neredeyse tümüyle barişçıydılar.
Calvin ve Dünyanın Dine Uydurulması Luther’in önerdiği yeni, kişisel din nasıl köylü yığınlarının gereksinimlerini karşılamaktan uzak kalmışsa aynı zamanda tarih sahnesinde bütün ağırlığıyla yer almaya hazırlanan genç burjuvazinin gerek- sinimleri için de çok uygun değildi. Luther, açıkça Hristiyanlara şunu söylüyordu: Kimin kurtulup kurtulamayacağını yalnızca Tanrı bilir. Dolayısıyla dünyevi etkin- liklerle, örn iktisadi etkinliklerle kurtuluşu satın almak olanaksızdır. Yapılacak şey Kutsal Kitap’a pasif bir teslimiyetten öte bir şey değildir.
* Aristokrat, tutucu bir din adamı olan Jean Calvin bunu reddeder; kimin kurtula- cağı önceden bellidir ve Tanrı tarafından bilinir ama bu durumda inananın görevi, etkin biçimde çalışmak, Tanrı’nın zaferi için uğraşmak, Tanrı’nın iradesine karşılık gelecek şekilde dünyevi alanda başarılı hayat sürmektir.
* Fakat Calvinci düşünceyi kapitalizmle paralelleştiren asıl adım, bu çalışmanın kazançlarının nasıl kullanılacağıyla ilişkilidir. kişi, elde ettiği kazancı israf etmeme- lidir; bunu lüks tüketim vesilesi yapmamalıdır. Kazandığını, kazancını daha da ar- tırmak üzere yeniden dolaşıma sokmalıdır. Calvinci tıpkı burjuva gibi, tanrısal za- fer için dünyevi başarıyı rasyonel bir biçimde düşünmeli, hesabını iyi yapmalıdır.
* Calvinci yaklaşım için dünyevi başarı, yeniden başka dünyevi başarılar için ser- maye hâline getirilir. Artık kutsanan paranın kendisi değil; sermaye olarak paradır. Böylece Tanrı para kılığında Calvin’in ellerinde yeniden biçimlenir. Luther’in sav- ladığı gibi, kurtuluş için imanla bu dünyadan uzaklaşmaya gerek yoktur. kişi, Tan- rının bizi içine yerleştirdiği konum ve meslek dahilinde ödevini dünyada yerine ge- tirmelidir. Calvin genç burjuvaziyi gerçek dindar olarak da kutsar.
* Kilise’nin dinsel rolü konusunda Luther’le Calvin arasında farklılık göze çarpar. Calvin de Luther gibi başlangıçta Kurumsal Kilise’ye karşı çıkar. Ama Kurumsal Kilise’ye karşıtlık, Calvin’i kiliseyi manevi bir biçimde inananların birliğiyle sınır- landırmaya götürmez; aksine doğru dine uygun yeni bir Kilise kurumu pekala oluşturulabilir. Buna göre, doğru dine inananların denetlenmesi, öğreti ve ritüel- lerin standardizasyonu için kurumsal yeni bir Kilise’ye gereksinim vardır. İnanan- ların dünyevi alanda bu inanca layık olmak için yanlışa sapmalarını önlemek için denetlenmesi ve standartlaştırılması için Kilise’ye ihtiyaç vardır; yani Kilise ruhani otorite olarak tezahür eder.
* Cenevre’de kent yönetiminin başına geçen Calvin, devlete atfettiği rol gereği, kendi dinsel öğretisinin devlet eliyle yaygınlaştırılması için dinsel ayinleri, okula gitmeyi zorunlu kılar. Kimi kurumların “laik” üyelerini bile Tanrı ve Kutsal Kitap adına yemin ettirerek yönetimi tümüyle dinselleştirir. Bu yaklaşım imanın gücüyle devletin gücü arasında bir paralellik olduğunu düşünen, biri zayıfladıkça ötekinin de zayıflayacağını düşünen kitleler eliyle daha da güçlendirilir.
*Yasalar ne kadar katı olursa olsun, kötüleri durdurmak olanaksızdır. Bu durumda yönetici kaçınılmaz olarak şiddete başvurur. Calvin,Luther’in mutlak itaat anlayışı- nı savunacak gibi durur.Farklı olarak dünyevi iktidarı dinsel görevlerle yükümlen- diren Calvin, önceliği dinsel olana verdikçe ister istemez, itaatin sınırlarını çizecek olan şey dünyevi iktidarın bu görevini ne ölçüde yerine getirip getirmediği olur. Öyle ki örneğin dünyevi iktidar dinsel yükümlülüklerini terk etmiş ve itaat talep etmeyi sürdürüyorsa inananın görevi, öncelikle Tanrı’ya itaattir, dünyevi iktidara değil. Ama dünyevi iktidara kim karşı çıkacaktır?
* Reformcu eğilimler insanı irade sahibi, eyleyen ve eylemleriyle kurtuluşu müm- kün olan bir varlık olarak konumlandırınca, bu yeni dindar insan, Rönesansın in- sanıyla buluşmuştur. Bu yeni insanın en önemli siyasal örneği ise auctoritas ile potestas’ın kendisinde birleştiği prensten başkası değildir.
* Aucttorittas ile pottesttas’ın,yani iktidarın ilkesi ve uygulamasının birleşmesi,zoru kullananın bunun haklılığını da kendinde bulmasıyla zoru tekelleştirmesi demektir. Bu durumda zorun kullanımı ile bu kullanımın tekelleştirilmiş haklılaştırımının ayrı kaynakları gerektirmediği belirtilmelidir. İktidarın ilkesi uygulamadan, uygulaması ilkeden bağımsız düşünülmediği için iktidar var olduğu anda meşrudur, Bu anlayı- şın prensin bedeninde cisimleşerek modern egemenlik kuramlarına giden yolun açılması, Reformun döşediği dinsel zeminin Rönesansın biçimlendirdiği prenslik taçlarıyla süslenmesiyle mümkün olabilmıştır.
MACHİAVELLİ: SİYASETE YENİ BİR YAKLAŞIM Rönesans döneminin en öz- gün siyasal düşünürü Niccolò Machiavelli(1469- 1527)’dir. En ünlü kitabı İl Princi- pe (Prens) Papalık’ın izniyle yayımlanmıştır ama yine Papalık bu kitabı dinsizlik suçlamasıyla yasaklamıştır.
* Hegel, Machiavelli’yi ulus devletin en önemli düşünürlerinden olarak selamlar- ken Gramsci, Machiavelli’yi komünizm adına sahiplenir. Bir de Machiavelli’nin ikinci kitabı olan Discorsi sopra la prima deca di Titto Livio (Tittus Livius’un İlk 10 Kitabı Üzerine Söylevler ya da kısaca Discorsi) gündeme gelince bu kez hem bir yandan kötülüğün öğretmeni, bir yandan çelişkili düşünür olarak tanımlanır.Sava göre, İl Principe’de monarşilerin,Discorsi’de cumhuriyetlerin savunusu yapılır. Oy- sa bu iki kitap, farklı siyasal rejimlere vurgu yapıyorsa da aynı öze, “iktidarın ka- zanımı ve korunması” biçiminde ifade edilebilecek olan aynı temaya sahiptir.
Siyaset Bilimi ya da İktidar Sanatı Machiavelli’nin İtalya’sı, çeşitli kent devletleri ile feodal beyliklere bölünmüş çok parçalı bir yapı görünümündedir. Bunlar içinde en önemlileri, Venedik Cumhuriyeti, Milano Dükalığı, Floransa Cumhuriyeti, Na- poli Krallığı ve Roma Papalık Devleti’dir. Aralarında sürekli bir çekişme olan bu “5 büyükler”, nüfuz mücadelelerine diğer kent devletlerini de sürükleyip İtalya’yı bir savaş alanına dönüştürür.
* Machiavelli, kendisinden önceki klasik siyasal düşünce geleneğinden farklı ola- rak, siyaseti salt bir eylemler bütünü olarak algılayıp “kurgusal olmayan” siyaset kuramı geliştirir. Ona göre siyaset biliminin ya da siyaset sanatının ereği, olması gerekeni düşünüp tasarlamak değil, olanı inceleyip açıklamaktır. Machiavelli’ye göre, siyasal öğretilerle ya da kuramlarla ilgili tartışmalara girmeye gerek yoktur; ele alınıp incelenmesi gereken, yalnızca siyasal yaşamın olgularıdır. Bu olguların odağında da, siyasal iktidar sorunsalı bulunmaktadır. Dolayısıyla, tüm siyasal olgular, “ikttidarın kazanılması ya da korunması”yla ilişkilidir. Bu bakımdan siyaset bilimi ya da sanatı, “iktidar nedir, türleri nelerdir, nasıl kazanılır, nasıl elde tutulur, neden kaybedilir” sorularına olgulardan hareketle yanıtlar getirme çabasıdır.
İktidarın Doğallığı ve Zorunluluğu Machiavelli’ye göre,insanın “özünde” kötülük vardır: “İnsanlar, genellikle nankör, kaypak, ikiyüzlü, tehlikeler karşısında ürkek ve kazanç düşkünü yaratıklardır.” İnsanın doğası gereği kötü oluşunu insanın temel bir içgüdüsünden kaynaklandırır ve bu kötülüğü insanlar arasındaki ilişkiler içinde anlamlandırır. İnsanın doğası gereği her şeyi arzu edip ele geçirmeye çalıştığını güçlerinin sınırlı olması nedeniyle bunu hiçbir zaman başaramadığını vurgular. Böylece, sahip olduklarıyla tatmin olmayan, sürekli yeni arayışlar içinde bulunan ve başkalarını kıskanan bir insan çıkmaktadır karşımıza. İnsanların sürekli bir iktidar mücadelesi içinde olmaları, insan doğasının bir gereğidir ve kaçınılmaz bir durumdur. Her insan, bir diğerinin karşısındaki engeldir ve bu nedenle ona göre kötüdür. “sıfır toplamlı iktidar” anlayışını benimseyer, iktidarın miktarı değişmez; dolayısıyla birisinin iktidarının artması, diğerlerinin iktidarlarının azalması, hatta yok olması demektir.
İktidar İçin Doğru Araçlar Özgür iradeye sahip bireyin tarihten aldığı derslerle geleceği öngörme ve başarıyı getirecek eylemleri belirleme yeteneğini elde ede- ceğini ileri sürer, ama tam anlamıyla kaderine hakim olamayacağını da vurgular. Çünkü en iyi şekilde düşünülüp tasarlanmış planların bile başarısızlığa uğrama olasılığı vardır.
* Bu noktada Machiavelli fortuna ve virtù kavramlarına başvurur. Virtù ve Fortuna: Türkçe’ye şans, yazgı ya da talih olarak çevrilebilecek olan fortuna, Machiavelli için insani şeylerin kayganlığını, belirsizliğini dile getirir. İtalyanca’daki yaygın kul- lanımında erdem anlamına gelen virtù kavramına Machiavelli, “insanın yaratıcı enerjisini harekete geçiren yetenek ve beceri” anlamını yükler; ayrıca bu yetene- ğin “güç, kurnazlık, yiğitlik, cesaret, azim, kararlılık” gibi özellikleri de içinde barın- dırdığını kabul eder.Siyasette başarılı olmanın ilk koşulu, insanın virtù sayesinde fortuna’yla baş etmeyi bilmesidir. Fortuna’ya egemen olmak için izlenmesi gere- ken bir başka yolun, ona uyum sağlamak, ona ayak uydurmak ya da kendi deyi- şiyle “onun ördüğü ağları izlemek” olduğunu belirtir. Bunun anlamı, “fortuna’nın rüzgarlarına ve değişen koşullara göre hareket etmeye hazır olunması”dır.
* İnsanın değişken bir kişilik gösterebilmesi, onun doğasının çift yönlü olmasıyla, hem insan hem de hayvan özelliklerini kendinde toplamasıyla ilişkilidir. “Mücadele etmenin iki yolu vardır: Biri yasalarla, diğeri güçle.” Birinci yol insanlara, ikinci yol ise hayvanlara özgüdür. Başarılı olmak isteyen devletin hem insan hem hayvan gibi davranmayı bilmesi gerekir. Ahlakın insan ile hayvanı birbirinden ayırmasına karşılık, siyaset bunları birleştirir. Bu bakımdan siyaset, hayvani şiddetin yasaların üstünlüğü sayesinde dışlanarak insani bir dünyanın kurulması değil, sağlam bir hükmetmenin araçlarının hayvanlığın içinden elde edilmesidir.
* Bu hayvani doğa da çift yönlüdür: Prens, hem aslan hem tilki özelliklerini edin- melidir. “Çünkü aslan ağlara,tilki de kurtlara karşı kendini savunamaz. Koşullar gereği kişinin sözüne sa- dık kalması iktidarı elde etmesine ya da korumasına yararlıysa, böyle davranmalı- dır; durum bunun tam tersi olduğunda ise, sözün- den caymakta bir an bile tered- düt etmemelidir. Elbette bu, duruma göre yapılan seçimin ağır sonuçları da olabilir. Örneğin savaş bunlardan biridir.
Savaşın Kaçınılmazlığı Machiavelli’nin siyaset anlayışı, savaşı kaçınılmaz kılıp savaş sanatının hayati önemini gözler önüne serer. “Saldırmayan saldırıya uğrar” diyen Machiavelli’ye göre, her siyasal özne, güç ilişkileri sisteminin parçası oldu- ğundan, kendisini sürekli bir savaş ortamı içinde bulur. Siyasete içkin zorunluluk, savaşı da zorunlu kılar; “savaş kimlere gerekli ise onlar için haklıdır ve silahlar tek umutt olduğunda kutsaldır.”
* Bu bakımdan Machiavelli’nin gözünde, savaşın siyasete hizmet ettiği gerçeği bir yana, siyaset ile savaş bir çeşit organik birlik içindedir. Savaş, siyasetin özündedir, siyaset yapmanın zorunlu bir biçimidir. Barış zamanı ile savaş zamanı arasında gerçek bir fark yoktur. Barış aldatıcıdır. Barış düşüncesine kapılmak, insanların her şeyin durağan olduğu yanılgısına sürüklenip tembelleşmesine ve virttù’larını yitirip fortuna’ya hazırlıksız yakalanmalarına yol açar; bu devletin yok olmasıdır
* “Orduların iyi olmadığı bir yerde iyi yasalar olamaz.” Demek ki bir devletin kendi içinde adaleti sağlaması ve dışarıda gücüne güç katıp varlığını sürdürmesi, iyi dü- zenlenmiş disiplinli bir orduya sahip olmasına bağlıdır. Ayrıca Yurttaşlık virtù’sunu ya da cumhuriyetçi erdemleri tüm toplumun benimseyebilmesi de ordunun “doğ- ru” bir şekilde yapılanmasına bağlıdır. Ama bu, yeterli olmaz. Ayrıca dinin de “doğru” bir biçimde düzenlenmesi gerekmektedir.
Kilise, Ulusal Din ve Siyaset Machiavelli, siyasal alanı özerkleştirmesine karşın, iktidara ilişkin pratikler bütünü olarak ele aldığı siyaseti dinden ayırmaz, dini siya- setin hizmetine sokar. Dinin teolojik anlamı üzerinde hiç durmayan Machiavelli, dini salt sosyolojik bir öğe olarak değerlendirir.
* Machiavelli’ye göre, dinin devletin güdümünde ve onun hizmetinde güçlenmesi yararlı iken dinsel kurumun ya da Kilise’nin devlete rakip olarak güçlenip dünya işlerine el atmasının büyük sakıncaları vardır.Din kesin olarak devletin denetimi altında olmalıdır.“Dinsizliğimizi Kilise’ye borçluyuz” diyen Machiavelli, tüm yapıtla- rında, Papalık kurumu ile adlarını verdiği çeşitli papaları çok ağır bir dille eleştirir.
* Din konusunda Roma’yı örnek alan Machiavelli, söz siyasal rejimlere gelince de Roma’ya başvurur.
Cumhuriyet: Karma Yönetim Machiavelli, özellikle Discorsi’de ortaya koyduğu Düşünceleriyle cumhuriyetçiliğin “erken bir kuramcısı” olarak kabul edilir. Ancak sözünü ettiği cumhuriyet, demokratik bir cumhuriyet ya da bir demokrasi değildir.
* Discorsi’nin hemen başında, Platon’dan beri süregelen “monarşi, aristokrasi, demokrasi” şeklindeki devlet (ya da yönetim) biçimleri sınıflandırmasını yineleyen, ama bu rejimlerin süreklilik göstermeyip yozlaşmaya açık olduğunu belirten Machiavelli, karma yönetimin üstünlüğü görüşüne ulaşır: Bu karma anayasanın tarihteki en belirgin örneği, Roma Cumhuriyeti’dir. Tıpkı Roma’da olduğu gibi bir cumhuriyetin sürekliliği içermesi, “saf yönetimlerin” istikrarsız yönlerini törpüleyip bunların güçlerini kendi bünyesinde toplamış olmasından kaynaklanır.
* Machiavelli, cumhuriyet ile “özgür kent” ya da “özgür yönetim” kavramlarını eşanlamlı olarak kullanır. Bu bağlamda özgürlük biri dışsal, diğeri içsel olan iki bo- yuta sahiptir. dışsal özgürlük, cumhuriyetin dış güçlere, diğer devletlere karşı ba-
ğımsız olması ve dışarıdan dayatılacak herhangi bir siyasal köleliğe boyun eğme- mesidir. İçsel özgürlüğün ne olduğunu saptayabilmek için, “kimin özgürlüğü?” so- rusunu sormak gerekir. Machiavelli’nin buna verdiği yanıt, “halkın özgürlüğü”dür.
* Cumhuriyetin içsel özgürlüğünden söz etmek, ülkenin yönetiminde halkın otori- tesi ya da daha geniş anlamda toplumun otoritesi dışında hiçbir otoriteyi kabul et- memek ve tüm yönetim erklerinin halktan kaynaklanıp ona karşı sorumlu olması demektir. Bu yüzden cumhuriyet, halkçı bir yönetimdir ama bir demokrasi değildir çünkü hiyerarşik bir örgüte dayanan güçlü bir merkezî yönetimi de içerir, aristok- ratik ve monarşik öğelerle bezenmıştır; bundan dolayı da bir karma anayasadır.
* Cumhuriyetin tam anlamıyla bir karma yönetim olması, karşıt toplumsal güçle- rin siyasal bir denge içine oturtulmuş olmasından ileri gelir. Ancak bu denge di- namiktir ve işleyebilmesi için çatışmacı bir ortamın varlığını zorunlu kılar. Her top- lumda halk ve büyükler (soylular) olmak üzere iki temel toplumsal gücün bulun- duğunu belirten Machiavelli, övgüler düzdüğü Roma Cumhuriyeti’nin bu sınıfların (ya da Roma’daki adlandırmayla pleb ile pattrici’nin) uzlaşmaz çatışmasının bir ürünü olduğunu ileri sürer. Ona göre, birbirine üstünlük sağlayamayan bu iki sı- nıf arasındaki çatışma, bir noktada hukuksal yapıya yansıyıp özgürlüğü güvence altına alan yasaların yapılmasına ve aynı zamanda bu yasalar sayesinde iktidar mücadelesinin yasallaştırılıp kurumsallaştırılarak bir düzen içine oturtulmasına neden olmuştur.
* Machiavelli İl Principe’de monarşiyi, Discorsi’de cumhuriyeti savunuyormuş gi- bi görünür. Bu yüzden tutarsızlıkla eleştirilir. Oysa Machiavelli cumhuriyet ve monarşiyi bir bütünlük içinde kavrar. Machiavelli, devletin kuruluş aşamasında monarşiyi zorunlu görmesine karşın, sürdürülme aşaması söz konusu olduğunda, bu kez cumhuriyetin zorunlu olduğunu vurgular. “Bir cumhuriyetin ya da bir mo- narşinin mutluluğu için yaşamı boyunca bilgelikle yönetecek bir prensin olması yeterli değildir; ölümünden sonra da yönetimin ayakta kalmasını sağlayan yasa- ları koyacak birisinin olması gerekir.” Cumhuriyet gibi monarşi de yasalara sahip olabilir. Fakat bir anlamda yasaları “egemen” kılan, bu sayede iktidarı kişisizleş- tirip tümüyle kurumsallaştıran ve üstelik insanları kamusal sorunlarla ilgili Yurttaş- lara dönüştüren tek yönetim biçimi cumhuriyettir.
Machiavelli’nin Makyavelizmi Machiavelli, amaç-araç ilişkisini, üzerinde hiçbir tartışmaya yer vermeyecek denli açık bir şekilde ortaya koyar. “Prenslerin eylem- lerini yargılamak söz konusu olduğunda, araçlara değil amaca bakılır. Bir prens, amaç olarak devleti elde etmeyi ve korumayı seçsin. O zaman araçları hep övgü- ye değer bulunacak ve herkesçe övülecektir.” Bu durum, bir cumhuriyet için de geçerlidir. “Vatanı, ister alçaklıkla ister onurla olsun, korumak gerekir. Bütün araç- lar iyidir, yeter ki vattan korunsun.”
* Bu görüşleri nedeniyle Machiavelli’yi ahlaksızlığı savunmuş, ahlaki kötülüğün övgüsünü yapmış bir düşünür olarak nitelendirmek olanaksızdır. Ona göre, güç ve şiddet, hiçbir ahlaki değer taşımaz. Ama ne var ki siyasette son hükmü veren daima güçtür ya da gücü içeren virttù’dur; ahlakilik ise, hemen her zaman acizdir. Öyleyse, yapılması gereken şey, ahlak ile siyasetin birbirinden ayrı tutulması, daha doğrusu siyasetin ahlaki değerlerin hükmünden kurtarılmasıdır. İşte Makya- velizmi bir siyasal gerçekçilik olarak damgalayan da budur.
* Aslında, hem kötülüğe başvurma anlamında Makyavelizm hem de bu kötülüğün sorgulanmaması anlamında hikmet-i hükûmet, başarılı bir siyasal eylemin olmaz- sa olmaz koşulları değildir. Machiavelli’nin bize verdiği son ders şudur: Bir siyasal özne, ne kadar güçlü olursa varlığını sürdürebilmek için şiddete, hileye, yasasızlı- ğa başvurmaya, bunları hikmet-i hükûmet mantığı altında gizlemeye de o kadar az gereksinim duyar. Ama “her şeyin değişkenlik içinde olduğu” ve güç ilişkilerinin her an değişebildiği bir dünyada, hiçbir özne, gerek devlet içi gerek devletlerarası alanda, Makyavelizmden ya da hikmet-i hükümet anlayışından vazgeçebilecek kadar güçlü değildir, güçlü de olamaz.
ÜNİTE 4
16. Yüzyıl Devlet düşüncesi
ÜTOPYACI DÜŞÜNCE: YENİ BİR SİYASET ARAYIŞI: Batı Avrupa’da XVI. yy “kralların yüzyılıdır.” Çünkü bu yüzyılda krallar kendilerini sınırlayan din, gelenek- ler ve feodal hukuku aşmaya başlamışlardı. Bu sayede kendilerini “sınırsız hü- kümdarlara” yani mutlak monarklara dönüştürme sürecine girdiler. Bu bazı tepki- leri de getirdi. Ütopyacı tepki bunlardan ilkidir. Geleneksel olarak Thomas More ile başlatılan ütopyacı tepki, ilk elde özel olarak mutlak monarşiye karşı gibi gö- rünür. Oysa ütopyacı düşünüş doğrudan devlet ya da krallıkla sınırlı bir tartışma içermekten çok, yeni bir siyasal toplumun nasıl olması gerektiğine ilişkin düşünsel bir arayıştır. Ütopyacı düşüncenin başta gelen ismi olan More, aynı zamanda kla- sik ütopyacıların da öncü ismidir.
Thomas More ve Utopia Ütopyacı düşüncenin klasik metni olan Utopia’nın ya- zarı İngiliz hukuk ve siyaset adamı Thomas More (1478-1535)’dur. More, burjuva kökenli bir aileden geliyordu. Hukuk eğitimi almış ve 21 yaşında avukat olarak çalışmaya başlamıştı. 1504’te Avam Kamarası üyeliğine seçilerek siyasal yaşa- ma katılmıştır. Avam Kamarası’nda kralın sınırsız iktidarına karşı çıkan More, kı- sa zamanda Kral VII. Henry’nin öfkesini üstüne çeker. Kralın öfkesinden kurtul- mak için Londra’yı terk eder ve kralın ölümü, VIII. Henry’nin tahta geçmesiyle yeniden ülkesine döner. Artık More’un altın yılları başlamıştır. Londra’da yargıçlı- ğa atanan More, hümanist tutumuyla halkın ve aynı zamanda avukatlığını yaptığı Londra tüccarlarının gözdesi hâline gelir.
* More’un yaşadığı dönemde İngiltere 3.5 milyonluk küçük bir ülkedir. İrlanda ve İskoçya henüz bağımsızdır. Nüfusun büyük bir bölümü kırsal alanda yer almak- tadır. XV. yüzyılda, serşik sistemi tasfiye edildiğinden, küçük mülk sahibi olarak köylülük özgür bir sınıf olarak belirmıştır. 1452-1485 yılları arasında süren İki Gül Savaşı’nın ardından krallık da gücünü iyice artırmıştır.
* İki Gül Savaşı’yla tahta çıkan VII. Henry, 24 yıl süren krallığı süresince tam bir mutlak monark hâline gelir. Kendisini sınırlayan parlamento gibi kurumları etkisiz- leştirir. Bu dönemde parlamento yalnızca 7 kez toplanlmıştır. Kral, aynı zamanda yönetilenler üzerinde de demirden yumruğunu eksik etmez. Ama bu demir yum- ruk bile, büyük toplumsal hareketliliği önlemeye yetmez.
* Özellikle dokuma endüstrisinin büyük bir aşama kaydetmesi ve yün fiyatlarının artmasıyla kırsal alanlarda topraklar çitlerle çevrilerek koyun sürüleri yetiştirilme-
ye başlanır. Bu da küçük toprak sahiplerinin topraklarından koparılmasıyla sonuç- lanır. Köylülerin kentlere yığılmasıyla kentlerde, en başta Londra’da suç oranları ve dilencilik inanılmaz boyutlara varır. More’un Utopia’yı yazdığı dönemde, yal- nızca Londra’da 70 bin dolayında dilenci vardır. VII. Henry zamanında 1 yıl içinde, soygun ve cinayet gibi suçlamalar nedeniyle asılanların sayısı, aynı suçlar için Fransa’da 7 yılda asılanlardan daha fazladır. Bir dönem sonra, VIII. Henry’nin son dört yılında ise hırsızlık ve serserilik suçundan idam edilenlerin sayısı 70 bindir.
* Gücünü artıran krallığın en önemli destekçilerinin başında yeoman adı verilen, çeşitli siyasal hakları elde edebilecek kadar gelire sahip çiftçiler gelmektedir. Bu çiftçiler kendi yükselişlerini geleneksel soyluluğun aleyhine kaydettikleri için, do-
ğal olarak mutlak monarşiyi, yani tek hükümran olarak kralı destekler. Krallığın diğer destekçisi, More’un da avukatlıklarını üstlendiği tüccarlardır.
* VII. Henry’nin özellikle deniz ticaretine önem vermesi nedeniyle hızla yükselen bir sınıfa dönüşen ticaret burjuvazisi, artık siyasal alanda da söz sahibi olmaya başlamıştır. Bunun dışında genttry denilen ve kırsal bölgelerde, soy üzerine değil de zenginlik üzerine inşa edilmiş bir tür küçük aristokrasi de anılmalıdır. Genç kapitalizm feodalizmi çözmüş ama bu arada köylüleri de aç bırakmıştır.
* Bir anlamda İngiltere “koyunların insanları yediği bir ülke”ye dönüşmüştür. More’ un ifadesiyle “başka yerlerde o kadar tatlı, o kadar tok gözlü olan bu hayvanlar sizin memleketinizde öyle aç gözlü, öyle doymak bilmez olmuşlar ki insanları bile yiyorlar, kırları, köyleri, evleri silip süpürüyorlar.” VII. ve VIII. Henry, bu süreci ya- vaşlatmaya çalışmışlarsa da gerek yeni duruma çok çabuk ayak uyduran gele- neksel büyük toprak sahiplerinin artık toprağı modern bir yatırım amacı olarak görmeye başlamaları, gerek genç burjuvazinin özgür emeğe duyduğu gereksinim karşısında pek etkili olamamışlardır.
* More’un siyasal yaşamda parlamasıyla VIII. Henry, More’u, 1518’de kendisinin özel danışmanı yapar. 1525’te More parlamento başkanı (speaker) olur. 1529’da ise More artık Lord High Chancellor yani başbakan olmuştur. Ancak hızla yükselen More’un düşüşü de hızlı olacaktır.
* Aynı dönemde yeniden evlenmek üzere karısın- dan boşanmak isteyen VIII. Henry’nin başı Papalık’ın boşanmaya direnmesi nedeniyle derttedir. Ama kral bu krizi yetkilerini genişletmek için fırsata çevirmeyi bilir. Artık krallığın kendi dışında- ki bir otorite olarak Papalık’tan kurtulma zamanı gel- mıştır. Papalık’a karşı çıkarı- lan 1532 tarihli Actt of Supremacy yasasıyla kral kendi- sini aynı zamanda İngiliz Kilisesi’nin başı olarak ilan ettirir. Böylece Anglikan Kili- sesi Papalık’tan kopar.
* More bu gelişmeler karşısında krallığa muhalefet etmemek için sağlık nedenle- rini ileri sürerek görevinden istifa eder. Çünkü More İngiltere’nin Katolik dünyanın bir parçası olarak kalmasından yanadır. Ancak istifası More’u kralın hışmından kur- tarmaya yetmez. 1534 Mart’ında Actt of Supremacy’yi kabul ettiğine dair yemin et- meye zorlanır; yemin etmeyi reddedince Londra Kulesi’e hapsedilir. More, vatan hainliğiyle suçlanınca kendini savunmak zorunda kalır.
* Savunmasında, adı geçen yasanın Tanrı’nın yasasına aykırı olduğunu ve parlamentonun bir kişiyi, o kişi kral bile olsa, Kilise’nin başı olarak ilan etmeye hakkı olmadığını ileri sürer. Bu aynı zamanda Thomas More’un ölüm fermanıdır da. Ölümü soğukkanlılıkla karşılayan Thomas More, 6 Temmuz 1535’te başı kesilerek idam edilir. Artık İngiltere krallığı mutlak bir monarşidir.
* Thomas More’un eğlenmek için yazdığını söylediği Uttopia’sı 1516’da Latince olarak Louvain’de yayımlanmıştır. Kendi dilinde ve ülkesinde yayımlanabilmesi içinse 1551’i beklemek gerekir.
* Ütopyanın temelde gözettiği şey, insanların mutluluğudur. İnsanlar mutluluğa layıktır ama mutluluk asla bireysel, tekil bir şey değildir. İnsanların mutluluğu an- cak toplumun mutluluğuyla mümkün olabilir. Bu durumda mutluluğa giden yol toplumsal eşitlikten geçmektedir. More’a göre, “mülkün tekelde ve mutlak olduğu bir devlette eşitlik kurulamaz (...) çünkü orada herkes türlü yollarla kazanabildiği kadar kazanmakta haklı görür kendini.” Bunun açık anlamı şudur: Mevcut toplum- sal yapı temelinden değiştirilmelidir.
* Temel, özel mülkiyet oldukça hiçbir şey ya- pılamaz. Bu bakımdan ütopyacı düşünüş, More’dan başlayarak, ilk elde bir ttabula rasa, boş bir levha yaratarak, bu levha üzerinde, en mükemmel siyasal toplumu yoktan var eder. İşte Thomas More bu düşünsel girişimin öncüsüdür. Bu girişimin- de hiç kuşkusuz kendi döneminin İngiltere’sinden etkilendiği gibi, bu dönemde başta Batı Avrupa olmak üzere, dünyada olup bitenler de More’a ütopyayı yazdır- mış olmalıdır.
Ütopya ve Utopia Bugün ütopya sözcüğü, daha çok gerçekleşmesi olanaksız, hayalî ama yine de istenir, ülküsel olan şeyleri nitelemek için kullanılan bir addır. Oysa siyasal düşünce içinde bu terim, hayalî oluşu ya da gerçekleşip gerçekleşe- meyeceği bir yana, üreticisi tarafından ortaya konulan ideal bir siyasal toplumu nitelemektedir.
* Hayalî oluşu ütopyanın ayırt edici yanı değildir. Çünkü ütopyanın dışında, örn masallar, fanteziler ya da düşsel geziler ve bilim-kurgu ürünleri de hayalîdir.
Thomas More’un icat ettiği ütopya sözcüğünün kökeni Yunancadır. More, “yer” anlamına gelen ttopos kelimesinin önüne “yok” anlamına gelen “ou” takısını getirerek, “olmayan yer, yok yer, hiçbir yer, yersiz” anlamına gelen bu terimi (U-Topos) türetmiş ve 1516 yılında Latince olarak yayınlattığı kitabına da Uttopia adını vermiştir.
* Siyasal düşünce tarihi içinde ütopya teriminin genel olarak ifade ettiği şey, hiç- bir yerde olmayan, ancak gerçekleşmesi arzulanan yetkin toplumsal-siyasal bir düzen tasarımıdır. Bu bakımdan ütopyalar toplumsal bir nitelik taşır, bireysel ya da kişisel değil.
“Herkesten uzakta, okyanusun ortasında, mutlu bir hayat sürmek isterdim” ya da “Çok zengin olsaydım, herkesi ‘satın alıp’ şöyle bir düzen kurmak isterdim” gibi hayaller ütop- yayla karıştırılmamalıdır. Bunlar, kişilerin düşleridir ve tek belirleyicisi de kişilerin kendileridir.
* More’dan çok önce, ütopyanın öncüsü olarak Platon ve Devlett adlı yapıtı sa- yılabilir. Platon örneğinin işaret ettiği gibi, ütopyanın izleri geriye doğru sürülebi- liyorsa ileriye doğru da sürülebilir. Bu çerçevede önce İngiliz, daha sonra da Fran- sız Devrimleri’nin etkisi ile ütopya sözcüğünün, ideal, mutlu toplum taslakları an- lamında da yaygın olarak kullanılmaya başlanmasıyla birlikte,“ou-topos”daki “ou” nun yerine, Yunanca iyi anlamına gelen “eu” takısı getirilir ve olmayan yer, anlam olarak iyi yere, muttlu yere dönüşür.
* Thomas More’dan başlayarak ütopyaların ortaya çıkişi öncelikle üretildikleri dö- nemle ilgilidir. Örneğin More’un ütopyası, bir anlamda 1500’lü yılların İngiltere’si- nin eleştirel bir yansımasıdır. Ancak kuşkusuz ütopyalar yalnızca kendi çağların- dan beslenmezler. Genel olarak Rönesans döneminde ortaya çıkan hümanizm ütopyaları beslediği gibi, Reform hareketi ütopyalar açısından önemli kaynaktır.
* Ütopyalar Orta Çağdaki egemen dinsel dünya görüşünün insan zihnini tekeline almasının sona ermeye başlamasıyla ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, doğal, insani erdeme, akla ve iradeye kötü gözle bakan, Hristiyanlığın temel dogmalarından birini, ilk günah kavrayışını reddederler. Örn More’un ütopyasında, Hristiyanlığın Kilise ve yozlaşmış din adamları elinde çarpıtılması açık bir biçimde eleştirilmıştır.
* Ayrıca More’da din, özel alana hapsedilmiş; siyaset ve din tamamen birbirinden ayrılmıştır. Dinî iktidarla dünyevi iktidar arasındaki çatışma, bu dünyanın mutlak iktidarına sahip Platon’un filozof kralına benzeyen Kral Utopus’un, birleş- tirici ve koruyucu babalığıyla çözülmüştür.
* Aynı dönemlerde Avrupalıların, Yeni Dünya’yı, yani Amerika kıtasını keşfediyor olmaları, ütopyaları etkileyen bir başka faktördür. Bu anlamda özellikle Amerigo Vespucci (1454-1512)’nin 1507 yılında basılan ve dört yıl içinde on üç baskı ya- pıp birçok Avrupa diline çevrilen yolculuk öykülerinde anlatılan Yeni Dünya yerlile- ri ile ütopya adaları sakinlerinin yaşayış tarzları arasındaki benzerlik dikkat çeker.
Utopia: Yeni Bir Toplum, Yeni Bir SiyasetKendi yaşadığı dönemin İngiltere’sini ağır bir biçimde eleştiren More, iki ana bölüm- den oluşan kitabının ilk bölümünde diyalog yöntemini kullanarak hakim siyasal düzeni şiddetle eleştirir.
* İkinci bölümde ise More’un kendi kurduğu dünya anlatılır. Bir yandan bir Röne- sans aydını olarak More, Batı Avrupa’yı Batı Avrupa yapan temel değerlere sıkı sıkıya bağlıdır. Öyle ki ütopyasının bütün malzemelerini bu kültürden devşirir; düş ülkesinin halkının eski Yunan köklerinin işaret edilmesi gibi. Ama aynı anda More, kendisi ne kadar bağımlı olursa olsun, mevcut hâliyle Avrupa’dan kopmak zorun- dadır. Çünkü bu Avrupa, kesinlikle adaletsizliğin, yoksulluğun, pisliğin, eşitsizliğin dünyasıdır. Bu bakımdan sahip olduğu Rönesans kültüründe olumladığı ne varsa, More hepsini alır ve bunlarla Uttopia adasını kurar.
* Kitapta Utopia adasını kuran Kral Utopos, Abraxa yarımadasını ele geçirerek yarımadayı bir adaya dönüştürür. Kral Utopos’un bu yeni ülkesinde bu vahşi, ka- ba Abraxalılar uygar, kibar, uslu Uttopialılar’a dönüşürler. Bu dönüşümün tamam- lanmasının ardından ortaya çıkan, mükemmel bir toplumdur. More, bu toplumun mükemmelliğine halel gelmemesi için gerçeklikle her tür bağını özenle keser.
* Öyle ki anlatıdaki her bir özel isim gerçekliği reddetmek üzere özel olarak uydu- rulmuştur. Örn asli anlatıcı Raphael’in ikinci adı Hytthloday boş konuşan, geveze anlamına gelmektedir. Kent başkanının adı olan Adamus da benzer biçimde Yu- nanca’dan alınmıştır ve a-demos, halkı, yönettiği olmayan yönetici anlamında kul- lanılmaktadır. Öyle ki Uttopia’nın başkenti Amaurotte aynı şekilde, açık seçik görülemeyen anlamı taşımaktadır.
* Utopia adası en geniş yeri iki yüz mil olan bir adadır. 54 büyük şehri vardır. Hep- sinde aynı dil, töreler, kurumlar, yasalar geçerlidir. Hepsi aynı planla kurulmuştur. Şehirlerin arası cetvelle ölçülmüş gibi 24 mil, yani bir günlük yürüme mesafesidir. Her şehrin tarım için 20 millik toprağı vardır. Hiçbir şehir sınırlarını genişletemez. Tarlaların ortasında çiftlik evleri bulunur ve her mevsim nöbetleşe işçi gönderilir tarlalara.Tüm Utopia- lılar çiftçiliği öğrenmek zorundadır. Bu nedenle de birlikler hâlinde iki yıllık süreyle çiftçilik yaparlar. Ama hiç kimse toprakların sahibi değildir çünkü Utopia’da özel mülkiyet yoktur.
* More,bütün Utopia’yı bir aile gibi tasarlamıştır. Aile içinde hangi ilişkiler baskınsa Utopia’da da karakteristik olan o ilişkilerdir. Örn evlenmeyecek yaşta olan çocuk- ların yetişkinlere, kadınların erkeklere hizmet etmesi gibi. Uttopialıların gündelik yaşamı bu ilişkiler ağı içinde örgütlenir.
* Uttopia mutlu yer olarak varlığını, aksi iddia edilse de aslında eşitsizlikçi yapısı- na borçludur.Bazı işlerin,özellikle hayvanların avlanması ve kesilmesi, şehre gire- cek yiyecek maddelerinin temizlenmesi gibi işlerin) yapılabilmesi için kölelerin ve dışarıdan gelen köle statüsüne razı işçilerin varlığı bu eşitsizliğin bir göstergesidir.
* Aynı şekilde Utopialıların meşru saydığı haklı savaşlar için paralı askerlerin var- lığının öngörülmesi; eril hakimiyet için kadınların zayıflığının öne sürülmesi, mev- cut toplum düzeninin belirli bir disiplin içinde yeniden üretilebilmesi için herkesin bulunduğu mevkiyi, aksi bir gereklilik olmadıkça koruması gibi gereklilikler ya da eşitsizlikler bunun işaretleridir.
* Utopia’da “amaç önce halkın somutt ihttiyaçlarını gidermek, sonra [halkı] bede- nin köleliğinden kurttarmaktır.” Yani “düşünceyi özgürce işletmek, kafa yetilerini bilim ve sanatla geliştirmek.” Her şey buna dönüktür. Bu bağlamda akşam 8de yatılır ve sekiz saat uykuya verilir. çalışma, uyku ve yemek dışındaki zamanları herkes dilediği gibi kullanabilir. Ama her sabah gün doğmadan serbest ders saat- leri vardır, dileyen herkes buna katılabilir. İzlemeyenler ise kendi zanaat kolları ne ise onunla ilgilenir.
* Bu sade yaşam din için de geçerlidir. Tüm Utopialılar aslında doğaya tapınırlar. Çoğu tek tanrıcıdır, ona baba derler. Din değiştirmenin önünde bir engel yoktur; dinî propaganda yapmanın önünde de bir engel yoktur; hayatın olağan disiplinini aksatmamak ve en önemlisi diğer dinleri aşağılamamak kaydıyla. Ancak bu vicdan özgürlüğü ateizmi kapsamaz. Aksine Yurttaşların en büyük korkusu dinsizlik cezasına çarptırılmaktır.
* Utopia’da kadınlar on sekiz, erkekler yirmi iki yaşından önce evlenemez ve bir kez evlilik gerçekleşti mi ya ölümle biter ya da yöneticiler kurulunun izniyle. Ama evliliğin bitmesine neden olduğu düşünülen eş bir daha evlenemeyeceği gibi, herkesin gözünde de rezil olur. Ayrıca evlilik kurallarına bağlı kalmayanlar, yani aslında sadakat yeminine bağlı kalmayanlar, köleleştirilir.
* Eğitim çok küçük yaşta başlatılır ve bütün doğa ve beşerî bilimlerin yanı sıra,be- den eğitimi, savaş sanatı, tarım başta olmak üzere dokumacılık, hayvancılık gibi zanaatlara yönelik olarak gün boyu devam eder. Bu eğitimler sonucunda herkes yeteneğine göre bir alanda uzmanlaşır. Ütopya toplumlarında, her ne kadar göre- ce eşitlikçi bir yapı varsa da aslında bilgi ve yetenek düzleminde birbirinden ayrıl- mış tabakalaşma mevcuttur:
* Alt tabaka (kol gücü ağırlıklı işleri yapanlar) ve üst tabaka (bilim, yönetim gibi ka- fa işleri yapanlar, entelektüeller). Bu eğitim süreci, aynı zamanda sistemin mutlu, uyumlu ve istikrarlı bir durağanlık durumunda bulunmasını garanti eder. Bunun içinse kolektif bütünlüğü mümkün kılan, potansiyel olarak yıkıcı bireyciliğin, bencilliğin ortadan kaldırılması gerekmektedir.
* Asayişin sağlanması için bir güvenlik kuvveti ya da suçluların cezalandırıldığı mahkemeler ya da cezaevleri yoktur. Çok erken yaşlardan itibaren başlayan ve ömür boyu süren eğitim süreci insan doğasını şekillendirip onu suç işleyemez inşa eder.
* Ayrıca yine de olası suçlara karşı toplum bütün olarak bir aile gibi örgütlendiğin- den, herkes herkesin gözetimi altında bulundurulmakta ve herhangi bir ihlal görül- düğü anda öncelikle herkesin bağlı olduğu aile birliği tarafından müdahale edilir.
* Gönüllü olarak kuralla- ra uyan, uymayanları da kendisiyle birlikte uymaya zorla- yan gönüllü kulluğun doğası. İşte bu sorunu da mutlak monarşilere karşı ikinci tepkiyi oluşturan Étienne de La Boétie ele alacaktır.
GÖNÜLLÜ KULLUK VE ÉTIENNE DE LA BOÉTIE XVI. yyda iktidarlar mutlak biçimler almaya başladıkça ortaya çıkan tepkilerin 2.sini Étienne de La Boétie ve yapıtı Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev temsil eder.İlk tepkiyi temsil eden ütopyacı düşünüşten farklı olarak, La Boétie siyaset sorununu siyasetin ta kendisini eleşti- rerek tartışır.
* Siyaseti devlet merkezli kavrayan La Boétie, devleti reddetmek için en başta si- yaseti reddeder.La Boétie’ye göre, insan doğuştan ya da doğal olarak siyasal bir hayvan değildir; insan sonradan siyasal bir hayvan hâline gelir. La Boétie siyasal iktidarın ya da devletin özünün tiranlıktan,bu özü arzulamanınsa gönüllü kulluktan başka şey olmadığını savunduğu için,bu vasfıyla sıklıkla anarşist yaklaşımın er- ken bir öncüsü sayılmıştır ama bu, çok da yerinde bir saptama değildir.
* La Boétie,Machiavelli gibi, başlangıçta siyaseti iktidar ilişkileri olarak kavrar;hük- meden ile hükmedilen arasındaki ilişkiden başka bir şey değildir siyaset. Machia- velli’nin temel çıkış noktası hükmedenin ya da prensin iradesiydi. Oysa La Boétie, bunun yerine hükmedilenlerin iradesinin iktidar ilişkisini mümkün kıldığını, var etti- ğini ve yeniden ürettiğini işaret eder. Hükmedilenler iktidarı arzulamaktadır.
* O hâlde Machiavelli’nin özenle üzerinde durduğunun tersine, tiran kendi bece- rileri, siyaset zanaatkarlığı ya da “virttù”su sayesinde iktidar sahibi değildir; tersine onu hüküm sahibi kılan, tam da köleliği arzulayanların, hükmedilenlerin iradesidir. Yani La Boétie bir yandan iktidar ilişkileri olarak siyasetin kötülükten başka bir şey olmadığını söylemekte, bir yandan da bizzat bu kötülüğe maruz kalanların bu kötülüğü arzuladıklarını ve sürdürdüklerini savunmaktadır.
Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev Etienne de La Boétie burjuva ailesine mensup- tur. La Boétie’nin yaşadığı dönemde Fransız monarşisinin temel sorunu ülkedeki din çatışmalarıydı. Bu çatışmalar içinde ise üç ana eğilim kendini gösteriyordu.
* Birinci eğilim “Katolik Parti”, ikinci eğilim ise tam karşı kutupta ve Fransız Protes- tanları olan Huguenot’ların başını çektiği “Protestan Parti” idi. Bu iki karşıt kutup arasında ise dinsel hoşgörü yanlısı olan “Politikler Partisi” yer alıyordu.
* Politikler, Katolikliğin devletin dini olarak kalmasını ama aynı anda, Protestanlar için de dinsel özgürlüğün güvence altına alınmasını savunuyorlardı. Bunun müm- kün olabilmesi için Katolik Kilisesi başta olmak üzere bütün kiliselerin mutlak bi- çimde monarşiye bağlı olması gerektiğini öne sürüyorlardı. Monarşi bu yaklaşıma uygun olarak 1562 tarihli Ocak Fermanı’yla bütün Protestanlara ibadet özgürlüğü- nü tanıyacaktır ama, ülkedeki dinsel çatışmaları sona erdirmek için yeterli olmaz.
* La Boétie’nin temel metni olan olan Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev (ya da kısa- ca Söylev) ise ne zaman yazıldığı kesin olarak bilinmese de bu ortamda kaleme alınmıştır. Ama 1572’deki Saint-Barthélemy Kıyımı Söylev’in de kaderini değişti- rir. Kıyıma uğrayan Protestanlar artık krala karşı etkin bir direniş gerektiğini, baş- kaldırının ve tiranın öldürülmesinin meşru olduğunu savunurlar; bu görüşün
en önemli savunucuları ise Monarkomaklardır.
* Söylev de bu görüşleri temellendirmek için kullanılan metinlerden biri hâline gelir. Oysa Söylev tiranlığa karşı yazılmış bir metin değildir; niteliği ne olursa olsun,doğ- rudan siyasal iktidara karşı kaleme alınmıştır.
* Din savaşlarının yatışmasıyla Söylev iki yüz yıl boyunca unutulur. Fransız Devri- mi’yle yeniden hatırlanan yapıt bu kez demokrasinin övgüsü olarak selamlanır. Yapıt, 1970’li yıllarda bu kez “evrensel” boyutu itibarıyla bir kez daha keşfedilir. Buna göre, “iktidarın ya da devletin baskıcı, otoriter bir özü vardır” ve Söylev yüzyıllar öncesinden tam da bu özü tartışan bir ilk metin niteliğindedir. Ama oku- runa çıkış yolu da göstermez; son derece kötümser bir metindir. Söylev anarşist bir metin değildir.
* La Boétie açısından insanın siyasal bir hayvan olarak konumlandırılması,doğru- dan, insanın mutsuz olarak konumlandırılması demektir. Çünkü ona göre, nerede siyasetten söz ediliyorsa, orada siyasal iktidardan söz edilmektedir ve siyasal ikti- darın olduğu yerde de insanların mutluluğundan söz etmek olanaksızdır.
Devletin Tiranlığı, Tiranlığın Devleti Söylev, kimi yanlış anlamlandırmalara da uygun biçimde, sürekli tiranlıktan söz eder.Ama bunun anlamı La Boétie’nin söz- cüğün düz anlamıyla tiranı ve tiranlığı, yani bir kişiyi ve o kişinin hükümdarlığını kastettiği değildir. Söylev’in tiranı egemenden, tiranlık da kurumsallaşmış merkezî siyasal iktidardan başka bir şey değildir. Öyle ki La Boétie, tiranı bir heykele, onu ayakta tutan kurumsal yapı olarak devleti ise onun kaidesine benzetir. Bu anlamda dikkat edil- mesi ve asıl anlaşılması gereken şey, kaidenin üstündeki heykel değil, kaidenin kendisidir.
*Siyasal iktidardan gerçek anlamda söz edebilmek için asıl ikinci boyuta dikkat çeker La Boétie: Yani siyasal iktidarın buyruğunun o buyruğa maruz kalanlarca
onanması aşamasına. Çünkü hükmeden taraf, iktidar ilişkileri içinde, kendisini bu- yuran ve buyruğuna gönüllü olarak uyulan taraf olarak kuramazsa yıkılır gider. Yalnızca şiddete ya da hileye dayanılarak hüküm sürülemez.
Kulluk Arzusu La Boétie’nin temel sorusu şudur: Hükmedilen halk niçin ve nasıl boyun eğerek onaylayana, yani gönüllü kullar toplamına dönüşür? Halk özgürlü- ğünü ve daha da önemlisi özgürlük istencini yitirdiği için alçaklaşır.
* Siyasal iktidar bu araçlar sayesinde halka kendisini, onu çok düşünen bir baba, onu besleyen bir el, kendisine itaat edilmesi çok doğal olan ve dünyanın asla on- suz düşünülemeyeceği bir Tanrı gibi sunar. Bunun için halktan kepçeyle aldığının bir bölümünü kaşıkla geri vermesi artar bile. Halk, kendisine sunulanın bir lütuf olduğunu düşünür, kendisine verilenin zaten kendisine ait olduğunu,üstelik büyük bölümünün de elinden alındığını düşünmez bile.
* La Boétie’nin halka ilişkin olumsuz sözleri, halk düşmanlığı olarak değerlendiril- memelidir. düşünür, kategorik olarak halka karşı bir tutum içinde olmaktan çok, siyasal iktidarın itaat temelli olmak üzere şekillendirdiği bir “kullar toplamı olarak halk”a karşı olumsuz bir duruşa sahiptir.
MONARKOMAKLAR: KRALLIK “İYİ”, TİRANLIK “KÖTÜ”Monarkomaklar,mut- lak monarşiye karşı üçüncü tepkiyi oluşturur. Ama bu tepkiyi anlamak için önce hatırda tutulması gereken şey, Reform ve Rönesans’ın bazı sonuçlarıdır.
* Reform’un dinsel çoğulculuğu artırmakla birlikte, aynı zamanda dinsel bağlılığı canlandırdığı açıktır. Dinsel bağlılık çeşitlilik içinde yoğunlaşırken aynı zamanda bu çeşitlilik yeni bir dinsel birlik ya da homojenlik arayışını da kışkırtıyordu. Aynı şekilde Rönesansın edebiyat eliyle ulusal dilleri geliştirmesi ve dildeki bu homo- jenleşmenin ulusal homojenlik arayışlarını artırması yeni çatışmaları körüklüyordu
* Kralların kendi güçlerini merkezîleştirmek ve artırmak için bu homojenlik arayı- şının peşine düşmeleri çatışmayı kaçınılmaz kılar. Özellikle Fransa, İngiltere, İs- koçya, Hollanda gibi ülkelerde nüfusun kendi içindeki dinsel çeşitlilikler ya da din- sel çoğunluk ile krallıkların dinsel aidiyetleri arasındaki gerilimler, gerek aynı ülke- nin sınırları içinde gerekse krallıklar arasında din savaşlarına giden yolu açar.
* Gerçekten de özellikle XVII. yüzyılın ilk yarısında Avrupa kanlı din savaşlarıyla sarsılacaktır. Bunun simgesel ilk adımlarından biri Saint- Barthélemy Kıyımı’dır.
Saint-Barthélemy Kıyımı, önemli reformcuların “siyasal otoriteye itaat” yaklaşımı- nın da sonu olur. Reformcular esasta siyasal iktidara itaati savunuyorlardı ama şimdi, itaati öğütlemek pek de mümkün değildi.
* Mutlak monarşiye karşı çıkılmalı ve hatta doğru dine mensup olmadığı ölçüde tiran kabul edilen Katolik krallar tahttan indirilmeli ve öldürülmeliydi (tyrannicide). Tiranlaşan kralın öldürülebileceği, hatta onu öldürmenin bir hakkın ötesinde bir görev olduğu yolundaki yaklaşım özellikle İngiltere’de ve İskoçya’da hayat buldu.
Saint-Barthélemy Kıyımı: Fransa’da 1572de Fransız Protestanları olan Huguenot’ lara karşı, aşırı Katoliklerin devlet desteğinde giriştiği büyük katliam. 24 Ağustos 1572’de Saint-Barthélemy Yortusu günü, bizzat Kral IX. Charles ve annesi Cathe- rine de Médicis’nin onayıyla Katolikler, Paris’te, Protestanları kılıçtan geçirmeye başladılar.
* Saint-Barthélemy Katliamı’yla Fransız Protestanlar da krala karşı direnmek ve hatta tiranlaşan kralı öldürmek gerektiğine ikna oldular ve bunu yaygınlaştırmak için, ciddi bir yayın faaliyetine giriştiler. Genel olarak monarşinin mutlak monarşi- ye evrilmesine karşı çıkan, bunu tiranlaşmak olarak okuyan ve tiranlaşan krala karşı direnişi ve tiranın öldürülmesini savunan bu görüş sahipleri Monarkomak olarak adlandırılır.
Monarkomaklar’ın Temel Görüşleri Monarkomak yazarlardan ilki François Hot- man’dır. Saint-Barthélemy Kıyımı’ndan kaçarak Cenevre’ye sığınmış ve hukuk profesörlüğü yapmıştır.Hotman’ın başlıca yapıtı Franco-Gallia tarihsel kanıtlardan hareketle Fransa’da hiçbir zaman monarşinin mutlak bir nitelik almadığını göster- meyi amaçlayan bir yapıttır. Hotman’ın amacı, geride kalmış ataların anayasasını canlandırmaktır. Ona göre Frankların Galya Krallığı’nda, krallar seçimle iş başına gelirdi; état’ların, yani din adamlarının, soyluların ve halkın oluşturduğu katmanla- rın seçimiyle.
* Kralı olabildiğince sınırlandırmaya çalışan Hotman, birçok hakkı kralın elinden almaya uğraşır. Örn kral, devlet görevlilerini işten atamaz, devlet topraklarını sa- tamaz, ülkenin para değeriyle oynayamaz vb.
* Hotman’a göre, kralı başa geçirenin onu tahtan indirmeye de hakkı vardır. Yani halk, temsilcilerinin yer aldığı Éttatts Généraux aracılığıyla kralı tahttan indirebilir. Fransa Krallığı’nın karma bir krallık olduğunu savunan Hotman, krallık gücüyle halk gücü arasında kan uyuşmazlığı olduğunu kabul eder.
* Bir diğer Monarkomak, Théodore de Bèze de Hotman gibi hukuk öğrenimi gör- müştür.De Bèze’in tutumu çifte standartlıdır.Eğer kral Protestansa yani onun dini- ne mensupsa tiranlaşmış bile olsa “bize zulmedenler için dua edelim” demekle yetinir ama kral Katolikse itaati savunmaz.
* De Bèze, De Jure magisttrattum in subdittos (Yönetticilerin Uyrukları Üzerindeki Hakları) adlı yapıtında Ka- toliklerin çoğunluk olduğu yerlerde Protestanları diren- meye çağırır. Yani kralın tiran sayılmasının ölçüsü, De Bèze’in sahip olduğu din- sel anlayışa sahip olmamasıdır ki bu durumda bütün Katolik krallar sapkın sayıla- rak tiran ilan edilebilecektir.Kralı önce Tanrı’yla, “doğru din” ile sınırlayan De Bèze, ikinci bir sınır olarak halkı işaret eder. Siyasal iktidar özünde halka aittir.
* O hâlde Katolik krallar hem doğru dine mensup olmamalarıyla hem de halkın onayına bağlı iktidarlarını mutlaklaştırmalarıyla tiran hâline gelmişlerdir.
* Bu durumda, bu hakka sahip olan ara yöneticiler, tiranlaşan krala karşı diren- mek ve gerekiyorsa onu öldürmek zorundadırlar. Eğer Éttatts Généraux dağıtıl- mış ve toplanamıyorsa bu durumda direnme hakkı ülkede en sağlam kalmış kesi- min eline geçer. Bu sağlam kesim, ihtiyaç duyuyorsa kralı devirmek için gerekirse dışarıdan, örn Protestan bir devletten yardım alabilir. Böylece De Bèze din adına ülkelerin birbirlerinin iç işlerine karışmalarını da doğrulamış olur.
* Tiranlık sorunuyla ilgili bir diğer yazar, George Buchanan ise yaşamının büyük bölümünü Fransa’da geçirmişse de İskoçyalıdır. Buchanan teolojik eğilimler ser- gilemekten çok hümanist bir yaklaşıma sahiptir. De Jure regni aputt Scotus’ta (İs- koçya’daki Krallık Yönettimi Üstüne) önce krallığı ele alır, sonra tiranı tanımlaya- rak ne yapılması gerektiğini saptar.
* Buchanan’a göre, toplumsal yaşam, insanın toplumsallaşma içgüdüsünden kaynaklanır ve doğaldır. Ama siyasal iktidar toplumla beraber belirmez. İnsanlar toplumsal yaşamdaki adaletsizliklerden kurtulmak için anlaşarak iktidarı yaratırlar ve yönetimi kendi içlerindeki en erdemliye teslim ederler. O hâlde kral halkça, halk için yaratılmıştır.
* Ayrıca kral da nihayetinde insandır, yani mükemmel değildir. Bu nedenle krala yardım etsin, insani tutkularının esiri olmasın diye ayrıca bir de yasa konulur. Krallık iktidarını frenleyen ilk şey yasadır. Kral bu yasaya uymak zorunda olduğu- na göre, yasa kraldan üstündür, onu var eden halk ise ikisinden de üstündür. Halk en üstün olduğuna göre, istediğini kral olarak seçip koşullarını ona dayatır.
* Bu durumda halkla arasındaki sözleşmeyi çiğneyen ve keyfi bir yönetim süren kişi tiranlaşmıştır. Ayrıca krallık halkla sözleşmeye dayandığına göre, sözleşme olmaksızın krallığı gasp eden kişi de tirandır. Her iki tiranlık biçiminde de birinde sözleşme bozulduğu, ötekinde sözleşme olmadığı için halk başlangıçtaki özgürlü- ğüne geri döner. Bu durumda halk tirana karşı direnecektir.
* Protestan gelenek içinden üzerinde durulacak son Monarkomak isim, hâlâ ger- çek kimliği bilinemeyen Stephanus Junius Brutus’tur; bu takma addır ve İsviçre’de 1579’da yayımlanan Vindiciae contra tyrannos (Tiranlara karşı Direnme ya da Öç Alma Hakkı) adlı kitabın yazarıdır.
* Yapıtta inşa edilen zemin kralın Katolik, uyrukların Protestan olduğu bir zemindir. Brutus’a göre, prens iktidarını Tanrı’dan almıştır ve Tanrı onun efendisidir. Dolayı- sıyla kral bu efendinin buyruklarına tabidir ve uyruklar bu koşul varlığını sürdürdü- ğü sürece krala boyun eğeceklerdir.Tanrı,kral ve halk arasında sözleşme vardır. Kral hem halka hem Tanrı’ya karşı sorumludur.
* Ayrıca bir üçüncü sınırlama daha getirir Brutus: Yasalar. Kral temel yasalara da uymak zorundadır.
* Brutus halk dediği zaman, halkın temsilcilerini, krallığın bir özeti olarak gördüğü Tabakalar Genel Meclisi yani Éttatts Généraux’yu anlar. Kral tiranlaşır, Tanrı’yla olan 1.sözleşmeyi çiğnerse direnme yalnızca bir hak değil, günaha girmemek için yerine getirilmesi gereken görevdir çünkü Tanrı’ya karşı halk da yükümlendirilir.
JEAN BODİN VE EGEMENLİK Jean Bodin’in siyasal düşünce tarihindeki önemi egemenlik kavramını armağan etmesinden kaynaklanır. Bodin, monarşiyi felsefi- hukuksal temeller üzerine oturtmuş ve ona din dışı bir anlam kazandırmıştır.Ma- chiavelli için siyaset prensin iktidarıyla birlikte anlamlıydı ama bu iktidarı egemen- likle donatan Bodin olmuştur. Böylece modern devlet düşüncesi ihtiyaç duyduğu temel kavrama da kavuşmuştur.
* Jean Bodin Protestanların çoğunlukta olduğu Toulouse’da hukuk öğrenimi gö- ren ve ardından 1561’e kadar bu kentin Hukuk Fakültesi’nde öğretim üyeliği görevinde bulunan bir siyasal düşünürdür.
* O da La Boétie gibi, Katolikler ile Huguenott’lar(Fransız Protestanlar) arasındaki savaşların yaşandığı ortamın düşünürüdür. Buna bağlı olarak dinsel hoşgörüyü savunan Bodin, bu kargaşa ortamından ancak egemenliğin tek kişinin elinde olduğu mutlak monarşi sayesinde çıkılabileceği kanısındaydı. Bu zor dönemde düzenin yeniden kurulması için kralın mutlak iktidarını savunan Bodin, egemenlik kavramıyla pekiştirdiği başyapıtı Les six livres de la République’i (Devletin Altı Ki- tabı) 1576’da yayımladı.
Bodin’e Göre Devlet Devlete özgü temel nitelik ya da devletin özü, egemen erk (ya da egemenlik) ile donanmış olmasıdır. Bodinin tanımında üç unsur dikkat çekmektedir: Doğruluk, aileler ve ortak şeyler.
* Bodin için doğruluk ya da doğru yönetim,devleti karakterize eden temel unsurla- rın başında gelir. Çünkü ona göre, devletin temeli güç ve şiddettir. Bu yaklaşım a- çıkça her iktidarın Tanrı’dan kaynaklandığı biçimindeki dinî anlayışı reddeder
* Bodin, böylece en başta Kilise ile devlet arasındaki bağı keser. Ancak temeline güç ve şiddetin yerleştirildiği devleti, güç ve şiddete dayalı diğer şeylerden örn eşkıyalıktan, korsanlıktan ayıran şey doğruluktur. Bu özellik, devlet yönetiminin doğruluğu, adaleti içermesidir.
* Devletin tanımında karşımıza çıkan ikinci unsur ailelerin yönetimidir. Bodin’e göre aile, özel mülkiyet hakkı bulunan ve babanın otoritesi altında örgütlenen doğal bir birimdir; bu birimler devleti oluşturan ilk hücrelerdir.
* Devletin tanımında karşılaştığımız üçüncü unsura, ortak şeylerin yönetimine gelince, bu unsur, devletin kamusallık vasfına ilişkindir. Zaten Bodin’in devleti ifa- de etmek için Fransızca Éttatt (ya da eski yazılışıyla esttatt) sözcüğü yerine, Latincedeki “kamusal şey” ya da “kamusal olan” anlamına gelen res publica’dan türetilmiş république sözcüğünü kullanmasının bir nedeni de budur. Toplumda or- tak ya da kamusal bazı şeylerin olmaması durumunda devletin de olamayacağını Bodin açıkça dile getirir: “
Bodin’e Göre Egemenlik Bodin’e göre, kendisinden önce hiçbir hukukçunun ya da siyaset bilimcinin doğru bir şekilde açıklayamadığı egemen erk ya da egemen- lik, siyasal toplumun özünü oluşturur. Bu bakımdan devleti diğer topluluk biçimle- rinden ayıran başat öğedir: Bodin, egemenliği “yurttaşlar üzerindeki en yüksek,en mutlak ve en sürekli güç” olarak nitelendirir ve ardından bu özü ortaya koyabilmek için temel özelliklerini sıralar.
1.Egemenlik: Mutlaktır Egemenliğin mutlak oluşu, en açık biçimde egemenin yasalarla olan ilişkisi içinde görülür: Dolayısıyla egemen, ne kendi yaptığı yasalar- la ne de kendinden öncekilerin yaptıklarıyla bağlıdır. Bunun anlamı, egemenin yeni yasalar yaparken gereksiz gördüğü yasaları bozma ya da ortadan kaldırma gücüne sahip olmasıdır. Bu bakımdan yasa, hukuktan önce gelir.
2.Egemenlik: Süreklidir Yöneticiden çok farklı olan egemen prens, egemenlik hakkını ömür boyu kullandıktan sonra, tacıyla birlikte kendinden sonrakine aktarır. Bodin’in egemenliğin özelliği olarak ortaya koyduğu süreklilik ilkesi, onun modern devlet kuramına getirdiği en önemli katkılardan biridir.
* Devlet erki ya da egemenlik auctoritas (iktidarın ilkesi) ile potestas’ın (iktidarın kullanımı) tek bir yerde birleşmesi şeklinde ele alındığında, özellikle auctoritas’a özgü olan süreklilik sayesinde devlet iktidarı onu kullanan kişiden (ya da kişiler- den) bağımsızlaşır ve devlet düşünülebilir bir olgu durumuna gelir.
3.Egemenlik: Birdir, Bölünemez, Devredilemez Egemenliğin mutlak ve sürekli oluşu, onun “bir” olmasını gerektirir. Bu bakımdan egemenlik, parçalanmamak ve bir bütün olarak kalmak koşuluyla bir prenste, bir azınlıkta ya da toplumun tümün- de olabilir. Dolayısıyla farklı devlet biçimleri vardır ve hatta her devlet, farklı şekil- lerde yönetilebilir. Ancak bu üstün erkin bir yanda prens, soylular ve halk arasında paylaştırılması, öte yanda devredilerek iki ya da ikiden fazla “egemen” arasında bölüştürülmesi durumunda, “bir”lik yani ege- menlik yok olmuş, devlet yıkılmış demektir..
Devlet Biçimleri ve Yönetimler:Bodin’e göre “monarşi, aristokrasi vedemokrasi” olmak üzere üç devlet biçimi vardır. Ama bu sınıflandırma egemenliğe göredir. Örn egemenlik tek bir kişide toplanmışsa monarşi söz konusudur.
* Bunun dışında, egemenliğin bölünmediği unutulmadan, iktidarın kullanım biçimi- ne göre farklı yönetim biçimleri ortaya çıkabilir. Örn egemenlik tek kişinin elinde toplandığı için monarşi olan devlet biçiminde, bütün yönetsel yetkiler yine kralın elindeyse monarşik bir monarşi, bütün yönetsel yetkiler soyluların elindeyse monarşik bir aristokrasi, bu yetkiler halkın elindeyse monarşik bir demokrasiden söz edilebilir.
* Böylece üç ayrı devlet biçiminin her birinin altında üç ayrı yönetim biçimi, yani toplam dokuz ayrı yönetim biçimi söz konusu olabilir.
Ölümsüz Siyasal Beden: Biyolojik varlığının dışında egemen varlık olarak kralın bedeni ölümsüzdür. 1557’de İngiltere’de açılmış olan bir davada on yıl önce ölmüş Kral VIII. Henry’nin adı karışmış ve dava yargıcı “kral bir siyasal bedendir” diye karar alınca diğer yargıçlar da şu kararı imzalamışlardır: “Kral yasa tarafından halkın başı ve yöneticisi olarak kabul edildiğinden, sonsuza dek sürecek bir sürekliliğin adıdır. Bu nedenle kral hiçbir zaman ölmez.”
4.Egemenlik: Mutlak Ama Sınırlı Bodin, egemen varlığın tiran olarak görülmesi- ni istemez. Ayrıca burjuvazinin haklarını, en başta da özel mülkiyet hakkını kral karşısında güvence altına almak ister. Bunun için, daha devlet tanımı yaparken dışarıda bıraktığı Tanrı’yı ve tanrısal yasaları yeniden gündeme getirir ve bunların egemeni sınırladığını belirtir.
* İkinci sınır çizgisini de krallığın temel yasaları olarak çizer. Örn kral ölümünden sonra kimin tahta geçeceğini belirleyen ardıllık kurallarını asla değiştiremez. Yani, bir yandan egemen varlığın kendisinden önceki yasalarla bağlı olmadığını söyle- yen Bodin,bu kez onu sınırlamak için kendinden önceki temel yasalara atıf yapar.
* Egemen, son olarak, ekonomik olarak nitelendirilebilecek sınırlamalarla karşı karşıyadır. Özel mülkiyetin doğallığını benimseyen Bodin, özel mülkiyet, doğal olarak aileye ait olduğundan, egemenliğin erk alanının dışında tutar.
* Bodin’in yaklaşımında görülebilecek bu çelişki iki ayrı yaklaşımla aşılabilir. İlk yaklaşım devletin tanımı gereği kamusal alanın adaletli yönetimi olmasından ötü- rü, bu sınırlamalar bizzat egemenliğin özünden kaynaklanmaktadır. Bu bakımdan egemen, kendisine dışarıdan dayatılmamış olan ve kullandığı erkin özünde bulu- nan bu sınırlamalar sayesinde devleti, dolayısıyla kendi varlığını tehlikeye atma- mış olur.
* İkinci yaklaşım, bu sınırlamaları egemenliğin özüyle (auctoritas) değil, egemen- liğin kullanımıyla (pottesttas) ilişkilendirir; bir başka deyişle sözü edilen sınırlar, egemenlik için değil, egemen içindir. Egemenlik özünde sınırsızdır; onu kullanan prense getirilmiş sınırlamalar, erkinin mutlak oluşunu ortadan kaldırmaz, sadece keyfi olmadığını işaret eder.
* Ayrıca bu sınırlamaların hiçbir pratik anlamı yoktur ya da bir başka deyişle sınırlamalar egemeni ancak vicdanen bağlayabilir. Çünkü kral, doğal-tanrısal yasalara aykırı birtakım işlere girişse, adaleti ayaklar altına alsa bile, ona karşı hukuki anlamda bir yaptırım uygulanamaz. Keyfiliğe kaçıp tiranlığa sapmış krala karşı halkın ya da herhangi bir kesimin direnme hakkı yoktur.
Egemenlik ve Meşruluk Her ne kadar egemenlik ile egemen birbirinden farklı ise de egemenin yozlaşması devleti bozulmaya götürebilir. Kralın yozlaşmasının temel nedeni ise elinde bulundurduğu mutlak iktidardır: Bu durumun oluşmasını, doğal-tanrısal yasalar önleyebilir. Daha açıkçası, prensin kendisini egemenliğin kötü etkilerinden korumasının tek yolu, tanrısal yasalara uygun davranmasıdır. Bir bakıma, tanrısal yasalar ya da din, iyi siyasetin tek güvencesi olarak belirir.
* Bu noktada meşruluk konusunun sorunlu bir hâle geldiği söylenebilir. Bodin, devleti egemenlik (yani iktidarın ilkesi ile kullanımının birleştirilmesi) olarak ta- nımlamasıyla meşruluğa modern bir anlam kazandırmıştı. Kurumsallaşmış si- yasal iktidar, ilkesini (aucttorittas) kendi içinde barındırdığından, meşru olabilmek için dışsal ya da aşkın bir güce gereksinim duymaz.
* Bir başka deyişle devlet, meşruluğunu Tanrı’dan değil kendinden alır ya da daha doğrusu, devlet doğrudan doğruya meşruluktur. Bu durumda, devletin egemen erkini kullanan prensin de meşru olmaması olanaksızdır.
* Fakat daha sonra, egemenliğin kullanımı aşaması söz konusu olduğunda, yal- nızca tanrısal yasalara uyan kral ile onun kişiliğinde somutlaşan devletin meşru olduğu anlayışı gündeme gelir. Böylece devletin oluşumunda ya da egemenliğin özünde hiçbir yere sahip olmayan Tanrı, siyasal otoritenin meşruluk kaynağı hâli- ne getirilmiş olur.
* Meşruluğun farklı düz- lemleri olduğu göz önünde bulundurulduğunda, Bodin’in tanrısallığa, devletin oluşumundaki meşruluk düzleminde değil, yalnızca devlet iktidarının kullanımındaki meşruluk düzleminde yer verdiği görülür. Bir Bodin yo- rumcusunun deyişiyle “egemenlik, özünde değil, görünümünde tanrısaldır.” Dev- let iktidarının kullanımı bakımından Tanrı ile ilişkilendirilmesi sayesinde, hem prensin bu yeryüzünde Tanrı gibi mutlak ve sınırsız bir güce sahip olduğu vurgu- lanmakta hem de uyrukların tıpkı Tanrı’ya itaat edercesine prense mutlak şekilde boyun eğmelerinin altı çizilmektedir. Yoksa Bodin’in bu düzlemde Tanrı’yı işin içine sokarak, Kilise’ye ya da papaya prens karşısında bir üstünlük tanımak gibi bir niyeti yoktur.
Bodin’in Etkisi Bodin’in ortaya attığı egemenlik kuramı, feodal çağın kalıntılarına ya da feodal içerikli yönetim arayışlarına karşı, mutlak monarşiye getirilmiş önemli bir dayanaktır. Ona göre, siyasal otoriteyi dağıtan ve gelenek ile görenekleri ön plana koyan feodal sistem, merkezî devlet anlayışının tam karşı kutbunda yer alır
* Bu nedenle feodalite, hukuk öncesi ve devlet öncesi bir yapılanmayı ifade eder. Egemenlik kuramı, Fransa’da, Papalık ile imparatorluğun Fransa Krallığı üzerinde hiçbir hak iddiasında bulunamayacaklarını göstermiş olur. Egemen olan Fransa kralı, erkini ne papadan ne de imparatordan almıştır; bunlara karşı hiçbir borcu, hiçbir bağımlılığı yoktur.
* Böylece devlete içkin olan ve kralda somutlaşan egemenlik, “ulusal devlet” ile “ulusal özgürlük” kavramlarını havada asılı kalmaktan kurtarıp sağlam temeller üzerine oturtmuş olur.
* Bodin’in Les six livres de la République’te dile getirdiği egemenlik kavramı mo- dern devleti açıklamada öylesine önemli bir düşünsel kategori hâline gelecektir ki Bodin’den sonra devleti ele almaya kalkışan hemen hiçbir düşünür bu kavramı kullanmamazlık edemeyecektir.
* Ancak Bodin’in egemenlik kuramı, tam bir içsel bütünlüğe sahip değildir ve belli sorunları içinde barındırır. Çünkü Bodin, egemenin kişiliğine vurgu yaptığından egemenlik ile egemen arasındaki ayrımı tam anlamıyla keskinleştirememiş, ne- denleri ne olursa olsun egemenliği aşkın bir güçten (Tanrı’dan)tümüyle soyutlaya- mamış ve egemenliği olmasa da egemeni (pottesttas düzeyinde) sınırlardan kurtaramamış, ayrıca egemenliğin kökenine yeterince açıklık kazandıramayıp onu rasyonalite ile donatamamıştır.
* Bu nedenle egemenlik kavramının son sınırına kadar tutarlı bir kullanımını Thomas Hobbes gösterecektir.